ARŞİVDEN… ARŞİVDEN…
YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler - Sevgül Uludağ
(Bu röportaj 26 Haziran-10 Temmuz 2017 tarihleri arasında YENİDÜZEN gazetesinde "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" başlıklı yazı dizimde yayınlanmıştır...)
*** Yaşamını Avustralya'da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1958, 1963 ve 1974'ten hatıralarını anlattı…
Masumiyetini kaybeden ada…
Yaşamını Avustralya'da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1963 ve 1974'ten hatıralarını anlattı.
Tatil için Kıbrıs'a gelen ve sorularımızı yanıtlamayı kabul eden Spiro Konstantinu'yla aslında 2007 yılında internet üzerinden yazışmıştık…
Fatma Azgın ablamızın SİM TV'deki "Düşünüyorum" programına yine Avustralya'dan Tümer Mimi'yle birlikte konuk olarak katılmak üzere United Medya binasına geldiği zaman karşılaştık Spiro Konstantinu'yla ve hemen "Sen Sevgül olmalısın" diyerek beni tanıdığını söyledi…
Oturup konuştuk ve röportaj için o adadan ayrılmadan önce buluşmayı kararlaştırdık…
Onunla HAMUR'da buluşarak üç saat devam eden harika bir röportaj yaptık…
Tserili Spiro Konstantinu bizi alıp 50-60 yıl öncesinin Kıbrısı'na götürdü – yitirdiğimiz, elimizden kayıp giden o eski Kıbrıs'a… Kıbrıs'ın masumiyetini nasıl yitirdiğini onun anlattıklarından anlıyorduk…
1958'de, 1963'te, 1974'te köyde neler olmuştu?
1953 doğumlu olan Spiro Konstantinu, 1963'te 10 yaşındaydı ve bir Kıbrıslırum'un kahvehanede bir Kıbrıslıtürk'ü nasıl öldürdüğünü anlatmasına tanık olmuştu… Ardından babasıyla Tseri'nin dışında bir gömü yerine rastlamıştı… Yıllar sonra bunun Aretyu'dan alınarak "kayıp" edilen bazı Kıbrıslıtürkler'in gömü yeri olduğunu anlayacaktı…
Bu gömü yerini bize bir başka Kıbrıslırum okurumuz göstermiş, biz de hem bu yeri, hem de bir başka noktayı Kayıplar Komitesi'ne göstermiştik – buralarda yapılan kazılarda üçü kuyuda olmak üzere dört "kayıp" Kıbrıslıtürk'ten geride kalanlar bulunmuştu. Bunlar Mustafa Osman Akay, Naim Hüseyin, Kemal Hüseyin ve Salih Mehmet'ti… Tserili bir Kıbrıslırum okurumuz sayesinde onlardan geride kalanlar bulunmuş ve ailelerine defnedilmek üzere Kayıplar Komitesi tarafından küçük tabutlar içinde verilmişti… Biz de onların cenaze törenlerine katılarak bu son yolculuklarında onlara veda etmiştik…
Tserili Spiro Konstantinu işte böylesi dehşet hikayeleriyle büyümüş, 1974'te bu kez EOKA-B tarafından tutuklanarak bir idam mangasının önüne çıkarılmış ve öldürülmek üzereyken bundan kurtulabilmişti…
Spiro Konstantinu'nun masumiyetini kaybeden Kıbrıs'ın geçmişiyle ilgili röportajımız şöyle:
SORU: Sayın Spiro Konstantinu, kaç yaşındasınız?
SPİRO KONSTANTİNU: Bu yıl 65 yaşında olacağım… Yani Temmuz 1953'te Lefkoşa'da, Tseri köyünde dünyaya gelmiştim…
SORU: Babanızın adı neydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Konstantinos Sofokleus. Annemin adı İrini Konstantinu. Beş kardeşten beşincisiyim ben. İki kız, üç oğlan… En büyük kardeşimiz 1946'da dünyaya gelmişti… Ben en küçükleriyim, 1953 doğumluyum… Her iki yılda bir çocuk… Ben de kazaen dünyaya gelmişim!
SORU: Babanız ne iş yapardı?
SPİRO KONSTANTİNU: Çiftçilik yapardı babam. Evet, babam çiftçiydi ancak babamla diğer köylüler arasındaki fark şuydu: Babam köyde sanayileşme için adım atan ilk kişiydi… Traktör satın alan ilk kişiydi köyde, sonra da kombay satın almıştı. Sonra da yağ değirmeni almıştı…
SORU: Yağ değirmeni vardı yani…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, evet… Ve hala oradadır o değirmen… Kızkardeşime kaldı bu yer ve eski değirmendeki bazı aksamları korudu o…
SORU: Sanırım siz çok özgür büyüdünüz…
SPİRO KONSTANTİNU: Çok özgür biçimde, evet… 1950'li-60'lı yılların tipik bir Kıbrıs köyüydü – çoğunlukla yalınayak gezerdik… Potinsiz yani…
SORU: Potin almaya paraları olmadığı için miydi bu yoksa bu bir yaşam biçimi miydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Haftasonları giyerdik potin ya da okula gittiğimizde, bazı çocuklar potin giyerdi, bazıları giymezdi. Bu plastik potinler çıkana kadar böyle gitti – bu plastik potinlerin çifti 3 şilindi… O zaman herkesin potini oldu çünkü hem ucuzdu, hem de köy kooperatifinde bulunuyordu bunlar… Gidip üç şiline alabiliyorduk…
SORU: Babanızın davarı da var mıydı?
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, hayvanımız yoktu. Esas olarak çiftçilik yapıyordu. Arpa buğday ekiyordu, zeytinlerimiz vardı. Ancak babamın esas geliri tarımsal araçlarından geliyordu. Bir traktörü, bir kombayı vardı ve hasat zamanı geldiğinde yalnızca bizim köyde değil, Lakadamya, Deftera, Psimolofu, Latça, Koççat, Marki gibi köylerde tüm hasadı babam yapıyordu… Başkaları da gidip bu tarımsal araçlardan alıncaya kadar babam bölgede bunlara sahip olan ilk kişiydi…
Babam çok tanınmış birisiydi çünkü bölgeden pek çok insanla ilişkisi vardı.
SORU: Tseri köyü, Lefkoşa'nın dışındaydı… Lefkoşa'ya gittiğiniz olur muydu? Veya özel günlerde mi giderdiniz Lefkoşa'ya?
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, çok enderdi Lefkoşa'ya gidişler… Lefkoşa'ya gitmek için bir nedenin olmalıydı, çok ciddi bir gerekçen olmalıydı şehere gitmek için… Genellikle eğer hasta olursak ve doktora ihtiyaç duyarsak ancak o zaman giderdik Lefkoşa'ya… Ben Lefkoşa'yı ziyaret etmemizle ilgili pek bir şey hatırlamıyorum, ta ki 10 yaşıma gelinceye kadar – apandisitim patlamıştı o zaman, çok hastalanmıştım, ölüyordum… Annem beni Lefkoşa'ya götürmüştü. Bazı otobüsler bizim köyden Lefkoşa'ya giderdi… Otobüsle gitmiştik… Son otobüsle gitmiştik hatırlarım çünkü çok büyük sızılar içindeydim apandisitim patlayıncaya kadar ve anneciğim Lefkoşa'da nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Annem doktorların nerede olduğunu bilmiyordu – otobüsteki bir kadın bizi yönlendirmişti, nerede otobüsten inmemiz gerektiği konusunda. Özel bir klinikti bu ve küçük bir tabellası vardı, bir ayak kadar, üstünde kızılhaç ve doktorun adı. Bizi oraya götürdü bu kadın… Annemle benim ödümüz patlamıştı kaybolacağız diye çünkü yol-sokak bilmiyorduk. Başka bir gezegene gitmek gibiydi bu! Lefkoşa ile Tseri arası yalnızca birkaç kilometre olduğu halde o kadar korkuyorduk ki kaybolacağız diye! O duyguyu hatırlıyorum…
SORU: Klinikte ne yapmışlardı?
SPİRO KONSTANTİNU: Beni muayene eder etmez ölmek üzere olduğumu anlamışlardı… Anneme beni hastaneye götürmesini söylediler çünkü bir çocuğun kendi kliniklerinde ölmesini istemiyorlardı. Annem de kendilerine "Madem ki ölecek, ne manası var hastaneye götürmenin? Neden onu kurtarmaya çalışmıyorsunuz?" demişti.
Doktor da anneme, "Onu kurtarmam için durumu bildiğiniz yönünde bir kağıt imzalamalısın, babası da imza atmalı ki sonra hakkımda soruşturma açılmasın" demişti.
Ancak babam orada değildi… Böylece bizi oraya götüren şöför, babammış gibi kağıda imza atmıştı!
Böylece beni ameliyat etmeyi kabul etmişlerdi, apandisitimin patlamış olduğunu bildikleri halde…
Anneme hayatta kalmam için çok ufak bir şansım olduğunu söylemişlerdi… Sonraki üç gün baygın yatmıştım – kendimde değildim… Tüm bağırsaklarımı yıkamışlardı enfeksiyonun yayılmasını durdurabilecek ilaçlarla – göbeğimin yan tarafına da bir hortum takmışladı… Bunun izi hala duruyor… Ondan sonraki hafta beni yan tarafıma çevirip bu hortumdan çıkacak olanları süzüyorlardı…
Anneme de, bana da yaşayıp yaşamayacağımı ancak sistemim yeniden çalışmaya başlarsa anlayacaklarını söylemişlerdi.
Bundan bir hafta kadar sonra doktor bana yellenip yellenmediğimi sormuştu… O kadar utanmıştım ki! Bir doktorun bana böyle bir şey sorması karşısında çok utanmış, kıpkırmızı kesilmiştim! Dönüp anneme bakmıştım… Annem de bana "Utanma, yaptıysan lütfen söyle!" demişti.
Böylece doktora bakarak "Evet, yaptım!" demiştim… Ona bunu söylemekten çok korkmuştum!
Doktor çok mutlu olmuştu! Yellenmenin neden bu kadar önemli olduğunu anlayamamıştım! Çok utangaç bir köylü çocuğuydum! Yellenmek çok utanç verici birşeydi, hele de doktorun önünde!
Ancak doktor çok mutlu olmuştu ki "Sana bir şilin vereceğim!" demişti!
O zaman anlamışlardı ki hayatta kalma şansım yüksekti…
Tüm olumsuzluklara karşın hayatta kalmayı başarmıştım… Aslında bu olay, 63 olaylarının başlamasına çok az kala meydana gelmişti…
SORU: 63 olaylarına geçmeden önce, genel olarak köyünüzün ve de ailenizin Kıbrıslıtürkler'le ilişkileri nasıldı? Mesela Kıbrıslıtürkler'le hiç karşılaşır mıydınız?
SPİRO KONSTANTİNU: Benim annem Perahoryo Nissu diye başka bir köydendir… Nissu (Dizdarköy), karma bir köydü, Kıbrıslıtürkler'le Kıbrıslırumlar birlikte yaşardı bu köyde. Ve annemin ailesi pek çok Kıbrıslıtürk tanırdı. Annem onları şahsen tanırdı… Pek çok kereler annem bana şu öyküyü anlatmıştı: Annem evleneceğinde ve başka köye gideceğinde – yani Tseri'ye – köylüler bunu annem sanki de yurtdışına gidecekmiş gibi karşılamıştı… Buna "ksenigya" diyorlar. "Ksenigya" sözcüğünü Avustralya'ya, İngiltere'ye falan gideceğinizde kullanırsınız. Ve annemin arkadaşı küçük Kıbrıslıtürk kızlar ona gidip "Annesinin bu kadar güzel bir kızı Ksenigya'ya ("yurtdışına") göndereceği için ne kadar üzüldüklerini" söylüyorlardı! Annem bana onların neler söylediklerini aktarıyordu, yarı-Türkçe, yarı-Rumca konuşuyorlardı belli ki…
Bu benim ilk deneyimimdi…
Sonraları Perahoryo Nissu'ya giderdik babamla… Ancak Perahoryo Nissu'ya gidebilmek için traktörümüzle giderdik, Marki ve Koççat'tan geçerek… Babamın arabası yoktu.
Marki ve Koççatlılar babamı iyi tanırdı çünkü onların kombayı yoktu ve babam biçerdi tarlalarını… Bir de zeytinlerini babamın zeytinyağı değirmenine getirirlerdi… Bu çok normaldi, çok doğaldı çünkü bölgede başka kombay veya başka zeytinyağı değirmeni yoktu… Onu ismen tanıyorlardı… Ve her geçtiğimizde köyün ortasından, kahvehanedekiler seslenirdi ona! Ve bizi hep durdururlardı! "Be Konstantinos dur be!" diye seslenirlerdi… "Gel bir gave içesin!"
SORU: "Çocuğa da lokum getirin!" derlerdi herhalde!
SPİRO KONSTANTİNU: Evet! Ve ben de lokumları toplardım! Bir çanta dolusu lokumum olurdu! Ben de onları isim isim tanıyordum… Mesela Ali diye birisi vardı, babam bana onun oğlunun orduda olduğunu söylüyordu – ben bundan o kadar etkilenmiştim ki! O zamanlar ordu benim için çok etkileyici birşeydi ve orduda subay olmak! Koççatlı Ali'nin oğlu orduda askerdi… Başka kısa boylu bir adamcık vardı, onu gerçekten sevmiştim, çok masum bir insandı – ona "Mavri" diyorduk çünkü çok esmerdi… Adını bile bilmiyordum adamın. Çok zeytini vardı – topladığı zeytinlerini eşeciğine yükler, kızıyla birlikte bizim köye gelirdi. Çok sessiz bir kızı vardı, çok hafif bir engeli vardı bu kızın… Çok tatlı bir adamdı…
Marki çok daha küçük bir köydü, o kadar küçüktü ki bir kahvehanesi bile yoktu… Esas olan Koççat'tı orada… Mustafa'yı hatırlıyorum, köyün tüm ana karakterlerini tanıyordum… Toprak sahibiydiler, topraklarında ürettikleriyle geçiniyorlardı yani… Kombay gelince ve aniden artık bu işleri kendi elleriyle yapmaları gerekmediğinde, bu tam bir devrim olmuştu onlar için… Babam onlara bu yeni teknolojiyi tanıtan kişiydi… Yani bugünün bilgisayarları gibi! Ağır işlerin çoğu bitmişti, böylece daha iyi bir hayat sürebilecektiler… Babamı sevme nedenlerinden biri buydu.
SORU: Peki ya Matyat?
SPİRO KONSTANTİNU: Matyat biraz daha uzaktaydı… Derenin öbür tarafındaydı Matyat. Yalya deresi… Dereyi geçmek zorundaydık ve oradaki tek köprü de Perahoryo'daydı… Başka köylere gitmek için geçebileceğimiz başka bir köprü yoktu. Dere boyunca gidiyorduk, Marki'ye gidiyorduk, sonra dere boyunca Koççat'a, oradan Perahoryo'ya… Nissu'da köprüden geçip Perahoryo'ya gidiyorduk. Tabii dere akmıyorsaydı… O yıllarda dere hep akardı, çoğunlukla akardı yani… Ve dereyi tam olarak nereden geçeceğinizi bilmeniz gerekirdi… Bazan dereyi suların içinden traktör ve treylerle geçerdik – ancak babam tam olarak nereden geçmesi gerektiğini bilirdi… Biz çocuklar için bu o kadar heyecan verici birşeydi ki! Dereyi geçecektik! Bir kutlama günüydü bu sanki de! Sydney'deki Opera House'ı görmek gibi birşeydi! Çok heyecan verici bir olaydı biz çocuklar için dereyi geçmek! Çocukluğumdan bunları hatırlıyorum işte…
SORU: Köylülerin babanızı sevmelerinin ikinci nedenini anlatacaktınız…
SPİRO KONSTANTİNU: Babam kendisine nasıl ödeme yapılacağı konusunda çok merhametliydi… Çünkü o yıllarda da, şimdi olduğu gibi her zaman bereketli geçmezdi yıl… Tarlalardan neredeyse hiç ürün alınamadığı yıllar da olurdu. Ancak bir torba buğday üretseniz de, on torba buğday üretseniz de, buğdayı biçmenin dönüm başı fiyatı aynıydı… Babam oturur ve şu kadar dönüm biçtim diye fiyat biçmek yerine, üretimlerine bakardı. "Beş torba buğday ürettiyseler ve ben onlardan dönüm başına 10 şilin alırsam bana 5 Kıbrıs Lirası ödeyecekler… Ellerinde hiçbirşey kalmayacak" derdi… "Durup tohum için ödeme yapacaklar, gübre için ödeme yapacaklar, tarlanın biçilmesine de para ödeyecekler ve ellerinde bir şey kalmayacak" derdi…
Büyük, kalın bir defteri vardı – ne biçmişse, buraya yazardı…
Kaç dönüm biçtiğini yazardı ancak bunun yanına da üretim miktarını da yazardı.
O günlerde hemen ödeme yapmazlardı – üreticiler, ürünlerini hükümete teslim ettikten sonra ödeme yaparlardı.
Buğday biçildikten birkaç hafta veya bir süre sonra bunu hükümete teslim ederler, ödenirlerdi. Ondan sonra babamla traktöre biner, Koççat'a gider, kahvehanede otururduk. Babam hiçbir zaman oraya gidip para istemezdi.
Babama sorardım, "Baba, paraları nasıl toplayacağız?" – çünkü görürdüm, o büyük defterine yazardı…
O zaman bana döner ve şöyle derdi:
"Oğlum gidip para istemezsin… Eğer insanlarda para varsa, zaten gelip bizi ödeyecekler… Eğer paraları yoksa, onlardan para istemeyiz…"
Kahvehaneye gidip otururduk. Ben de lokumları toplamakla meşgul olurdum! Büyük bir çanta dolusu lokumum olurdu!
Bu kahve ziyaretlerinden çoğu kez para almadan dönerdik… Çünkü bunlar çok zor yıllardı… Ama babam onlardan asla para istemezdi, hiçbir zaman… Ve eğer ödeme yapmaya gelirlerse ve "Sana 10 Lira borcumuz var" derlerse, defterini açıp ne üretmiş olduklarına bakardı.
"Bana beş lira ver da tamamdır" derdi…
Veya bazan "Bana üç lira ver da tamamdır" derdi…
İşte bu nedenle onu çok severlerdi çünkü adil bir insandı…
Babam bazan ancak da masraflarını çıkarabilecek kadar para kazanırdı. Çünkü kendisinin de ödemesi gereken insanlar vardı, ona çalışan insanlar vardı…
Şunu çok iyi biliyorum ki üreticilerin hiç para kazanamadığı bazı yıllar, babam da para kazanamamıştı… Eline çok az bir para geçiyordu böylesi yıllarda. Bunu çok iyi hatırlıyorum – işte bu yüzden yalınayaktık…
Güya iş sahibi bir insanın çocuklarıydık ancak pek çok kereler, köydeki en sade yurttaştan daha fakir durumda olabiliyorduk… Bu, babamın mentalitesinden kaynaklanıyordu…
SORU: Kıbrıslıtürkler'in deyişiyle babanız "Gözü-göynü tok" bir insandı demek ki… Peki, 1963 olaylarıyla ilgili neler hatırlıyorsunuz?
SPİRO KONSTANTİNU: Babam Kıbrıslıtürkler arasında popüler bir insandı… 1963 olayları patlak verdiğinde ben babama "Baba, Perahoryo'ya nasıl gideceğiz?" demiştim.
"Tabii ki gideceğiz oraya" demişti.
Gitmeye devam etmek istiyordu…
1963 olayları Lefkoşa'da patlak verdiğinde bizlere "Eğer Kıbrıslıtürk köylerinden geçerseniz, sizi öldürecekler" demişlerdi. "Ama'sı, eğer'i falan yok bu işin, öldürecekler sizi" demişlerdi.
Ama babam, "Biz gideceğiz" demişti.
O köylerden geçmek üzere traktöre bindiğimiz zaman çok gergin olduğumuzu hatırlıyorum… Babam değil, biz çocuklar çok gergindik… Böyle bir şey yapmaya kalkışan bir babanın çocukları olduğumuz için neredeyse saklanıyorduk! 1963 olaylarından sonra kısa bir süre o köylerden gene de geçip gittik…
1963'le ilgili ilk hikayeyi hatırlıyorum…
Oğlu orduda olan Ali babamı durdurmuş ve "Büyük bir bela geliyor" demişti… "Kara bulutlar toplandı" diye anlatmıştı ve bunu sanki kehanette bulunur gibi söylemişti… Bu sözcükler bize bir kehanet gibi geliyordu. Ancak Ali, oğlundan ötürü biliyordu herhalde bunları. Babama "Be Konstantino, dikkatli olman lazım" demişti. Babama köye gelip giderken ve köydeki davranışları hakkında dikkatli olması için gerçekten uyarıda bulunuyordu çünkü babam çok rahattı, herhangi birisinin kendisine zarar verebileceğine hiç ihtimal vermiyordu. Ancak arkadaşı Ali onu uyarıyor ve "Çok ama çok dikkatli olmalısın, büyük bir bela geliyor" diyordu… "Öldürmeler olacak" diyordu. Kullandığı sözcükleri bile hatırlıyorum bunları söylerken babama – "Turça büyük, çok büyük olaylara hazırlanıyor" demişti. "Turça" dediği Türkiye'ydi… Neden bu şekilde ifade etmişti bilmiyorum ancak bu sözcükleri babam bize de, babamla aynı şekilde davranan ve bu köylere alışverişe giden başka birkaç insana da tekrarlamıştı… Marki ve Koççat'takilerin hayvanları vardı – keçileri, koyunları vardı. Bizim köyden insanlara bu iki köyden hayvan satın almaya giderdi… Sıkı alışverişleri vardı… Babam kaygılanmıştı…
"Tamam, bizi uyardılar da diğerleri ne olacak?" demişti. Onlara da bu duyduklarını tekrarlamıştı…
Bundan birkaç hafta sonra Marki ve Koççat'a doğru gidip davarlarını otlatan çobanlar çok korkmuş bir halde koşarak köyümüze dönmüşlerdi. Gerçekten çok korkmuşlardı! Davarlarını ovalarda bırakıp canlarını kurtarmak için koşturarak köye dönmüşlerdi, oflaya puflaya… O günü çok iyi hatırlıyorum. Kendilerine ateş açıldığını söylüyorlardı. "Aspro" dedikleri beyaz bir tepecik var, birisi orada durmuş ve kendilerine ateş etmişti… Beyaz toprağı olduğu için bu tepeye "Aspro" diyorlardı. Koççat yakınında bir tepecikti bu… "Aspro"nun diğer tarafında Koççat vardır. Tepenin bu tarafında da bizim köy Tseri vardır. Ancak ikisi arasında çok arazimiz vardı, tarlalarımız vardı.
Çobanlar "Bize ateş açtılar" diye anlattılar. Ve bütün köy altüst oldu bu haberle… Bütün köy paniğe kapılmıştı! Çünkü çobanlar "Bize ateş açtılar, canımızı kurtarmak için koşturup kaçtık" demişlerdi. Ateş edenin kim olduğunu bilmiyorlardı çünkü çok uzaktaydı bu tepe ancak kendilerine ateş açılmıştı. Bugüne kadar ateş açanın kim olduğunu bilmiyoruz.
Köydeki ilk panik buydu. Aralık 1963 sonrasıydı…
Hatırladığım ikinci şey şudur: Aralık 1963'ten kısa bir süre sonrasıydı… Köyde bir ev sahibinin Lefkoşa'da bir işyeri vardı.
Küçük bir kamyonla köye gelmişti – kamyonet askeri miğferlerle doluydu, ezik büzük miğferler… Bunlar İngiliz devrinden kalma, İngiliz askerlerinin eski demir şapkalarıydı, hepsi hasar görmüştü… Köyümüzden pek çok genç erkek ve genç kadın bu adamın evine giderek bunları çekiçle düzeltmeye ve kullanılabilir hale getirmeye çalışıyordu… Sonra da bu miğferlerin içine sünger parçaları yerleştiriyor, ipçikleri de iki yanına tutturuyorlardı ki insanlar bunları giyebilsin… Boyasızdı bu miğferler, paslanmışlardı… Bunlar hurda metal olarak atılmıştı bir zamanlar İngilizler tarafından ve köyden bu adam bunları alıp köye getirmişti… Kullanılabilecek durumda değildi bunlar ancak Lefkoşa'da bunlara ihtiyacı olan pek çok insan olduğunu, bunların düzeltilip kullanılır hale getirilmesi gerektiğini söylüyorlardı.
Olaylar başladığında Lefkoşa'da olan köyümüzden bazı gençler, köye döndüklerinde paniğe kapılmışlardı. Bunların okulumuza geldiğini hatırlıyorum.
Bu gençler öğretmene, "Daskale! ("Hoca!") Ateş etme olayları çok fazladır!" diyorlardı.
Ermu Caddesi'nde bulunmuşlardı ki bu bölgede bazı çatışmalar olmuştu…
Biz hala tam olarak neler olup bittiğini anlayamıyorduk.
Bunun geçici bir şey olduğunu, bazı başbelalarının bela yarattığını sanıyorduk. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra hükümetin bu durumu düzelteceğine ve herşeyin normale döneceğine inanıyorduk.
Korkuyorduk ama… Kıbrıslıtürk köylerden ateş açılıncaya kadar, Ali'den babama "Daha büyük bir bela geliyor, bizim köylerin içinden geçmekten vazgeç" diye uyarı gelinceye kadar bunun geçici bir şey olduğunu sanıyorduk.
Ancak durum daha da çirkinleşmeye başlamıştı. 1964'te daha da büyük olaylar meydana geldi… Bu da Mansura olaylarıydı… Ağustos 1964'teydi, bunu hatırlıyorum. O zamana kadar işler gerçekten ciddileşmişti.
Bu olaydan bir ay kadar önce köyümüzden nişanlı bir gençle bir başka adam bir Vespa'yla seyahat ediyordu… Bu iki insan herhangi bir orduya veya askere dahil değillerdi, sivil insanlardı, köyden Vespa'yla ayrılıyorlardı… Eğer bir "hat" varsaydı, bu "hattın" nerede olduğunu da bilmiyorlardı… Palluryotissa yakınlarındaydılar. Yolda giderken birisi motorun önündeki şahsı vurmuş, kurşun karnından geçip arkasındakini de yaralamıştı. Motorun önündeki şahıs ölmüş, yaralanan şahıs da hastaneye kaldırılmıştı.
SORU: İsmini hatırlıyor musunuz?
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, biri hala hayattadır ve Tseri'de yaşıyor. Ancak hiçbir zaman tam olarak iyileşemedi bu adam. Yaralarından ötürü çok acı çekti – hiçbir zaman tam olarak işe dönemedi o tarihten sonra. Yannis Pelekanidis'tir adı.
Ölen şahıs Strovulolu'ydu, Tseri'den bir kızla nişanlanmıştı – bu olaydan kısa bir süre sonra o kız da depresyondan ötürü vefat etti… Üzüntüsünden öldü kızcağız…
Ölen şahsın adını hatırlamıyorum ama onu tanıyordum çünkü makinistti bu genç adam ve babamın traktörlerini tamir ederdi. Yani kim olduğunu biliyordum. Babama çok saygı duyardı, köylümüz bir kızla nişanlıydı, bu kız onu o kadar çok severdi ki bir yıl geçmeden bu kız öldü – hastalıktan falan değil, doğrudan üzüntüsünden öldü. Annesi, babamın yeğeniydi.
Onu her gün mezarlıkta görürdüm…
Birisini gömeceğiniz zaman kilisede beş çocuk olur, mumları falan taşırlar… Ben o çocuklardan birisiydim. İki mum olur, ortada bir haç ve Rumca'da "Eksapteriga" dedikleri şeyi taşırlar.
Ben de bunları taşıyan beş çocuktan biri olduğum için, onu gömdüklerinde oradaydım ve nişanlısı olan bu kız, onunla birlikte gömülmek istiyordu. Kimse bu kızı yatıştıramıyordu…
Bu beş çocuk, birisi gömülürken kazılan mezarın başında dururlar – mezara konan tabutu görürler… Bu olay beni travmaya uğratmıştı – bugüne kadar bu travmayı taşıyorum…
Bu kızın annesinin adı Morgya idi – "Omorfia"dan gelir bu… Babasının adı da Teohari idi. Bu kız nişanlısı öldürüldükten sonra bir yıla varmadan ölmüştü ve ben ilk kez bir insanın üzüntüden öldüğüne tanık olmuştum… O kadar seviyordu ki onu, ölmek istemişti…
SORU: Bu öldürme olayları köyde nasıl bir duygu yaratmıştı?
SPİRO KONSTANTİNU: Öldürme ve ateş açma olayları herkesin tehlikede olduğumuzu anlamasını sağlamıştı – tehlike büyüktü ve inanılmaz büyüklükte bir korku vardı… Köyümüzden her gün Lefkoşa'ya giden beş otobüs vardı. Bu otobüsler Lefkoşa'da çalışmaya giden köylülerimizle dolar taşardı. Ve tüm bu insanlar artık tehlikedeydi…
1958'de köyümüzden bir başka insanla ilgili olay da vardır – bu adamın Ermu Caddesi'nde dükkanı vardı ve EOKA yıllarında bu adam bazı Kıbrıslıtürkler tarafından öldürülmüştü.
Bazı bombalama olayları olmuştu Türk tarafında ve o dönem EOKA'yı suçlamışlardı – ben bugüne kadar bunu yapanın İngiliz gizli servisleri olduğuna inanıyorum. Ancak galeyana gelen Kıbrıslıtürkler gidip Ermu'da bazı dükkanları yakıp yıkmışlar ve dükkan sahibi bazı Kıbrıslırumlar'ı da öldürmüşlerdi… Öldürülen insanlardan birisi de işte bu köylümüzdü. Bu adamın soyadı Salidis idi… Kumaş satıyordu dükkanında…
Bu olay olduğunda yani 1958'de ben beş yaşındaydım ancak biz bu olayı bilerek büyümüştük çünkü geride iki evladı kalmıştı – öksüz bir kız ve öksüz bir oğlan…
Ancak EOKA yılları bitmişti… EOKA yılları bittiğinde rahat bir nefes almıştık. Artık daha az korku vardı ve herşey normale dönüyordu. 1960'taki bağımsızlıktan ötürü kutlamalar falan yapılıyordu. 1960 ile 1963 yılları arasında tümüyle farklı bir atmosfer vardı. Bunlar iyimserlikle dolu yıllardı. Ve bu gerçekti de – elektriğe sahip olmayan bizim köy dahil pek çok köy elektriğe kavuşmaya başlamıştı. 1963'te elektriğimiz vardı. İlk kez televizyonla tanışıyorduk. Herkes köy kahvesinde toplanıyordu çünkü köydeki tek televizyon o kahvehanedeydi. Her gece üç saat televizyon seyrediyordu herkes kahvede… Çok heyecan verici bir dönemdi bu! Mesela "Bonanza"yı izliyorduk ve dizide güzel bir şey olduğunda hep beraber alkışlıyorduk bu olayı! Bunlar masum yıllardı… Politize edilmemiştik, barışçıl düşünüyorduk – 1963'e kadar…
1963'ü nasıl yaşadık biz? Politikayı bir yana koyun – aniden varlığımızın tehdit altında olduğunu hissettiğimiz derin bir korkuyla yaşamaya başladık… Sonraları büyüdüğümde ve geri döndüğümde, neden bu kadar çok korku duyduğumuzu düşünmeye başladım… Çünkü mantıklı değildi böylesi bir korku… Duyulan bu korku, daha çok Kıbrıslıtürkler'in bizi öldüreceklerine yönelik bir korku değildi – bunun çok ötesindeydi bu korku. Bize "Türkiye işgal edecek ve tüm Kıbrıslırumlar'ı temizleyecek, 1922'de olduğu gibi" denmesinden kaynaklanan bir korkuydu. Okulda durum bize böyle tarif ediliyordu, radyoda yayımlanan röportajlarda durum bize böyle tarif ediliyordu – konuşma yapan tüm politikacılar bu durumu böyle tarif ediyordu. 1963'ü, 1922'de olup bitenler gibi tarif ediyorlardı, etnik temizlikten söz ediyorlardı… Kıbrıslırumlar, ada nüfusunun yüzde 80'ini teşkil ediyor olsa dahi adadan tümüyle temizleneceğimiz yönündeydi korkumuz… 1922'de İzmir'de, İstanbul'da olduğu gibi temizleneceğimiz yönünde… Tümüyle bir etnik temizlik… Bu korkuyu bana birisi henüz geçen hafta ifade etti! Çok üst düzey bir parti lideriydi bu… Yani bu, o dönem meydana gelip de bitmiş bir şey değildir. Bugün aklı başında, eğitim görmüş bazı insanlar vardır ki bunlar Türkiye'nin Kıbrıs'ı tümüyle almak istediğini söylüyorlar. Bunu neden söylüyorum? Çünkü bu insanların korkuları gerçektir. Tıpkı benim 1963-64'teki korkumun gerçek olduğu gibi çok gerçektir bu korkuları. Bu şekilde düşündüğünüz zaman yani böylesi bir korkuya dayalı düşündüğünüz zaman, yapacağınız her şey o korkuya dayanacaktır. Herhangi bir Kıbrıslıtürk'le veya Türkiye'den bir Türk'le karşılaştığınızda, o zaman "Bu insanlar bana tehdittir" diye düşünmekten kendinizi alamazsınız eğer bu korkuya dayalı düşünüyorsanız… İşte o noktadan sonra meydana gelen herşeyin temelinde bu vardır. Bize bu şekilde açıklanıyordu ve bizim de onların yaptıklarını kabul etmemiz gerekiyordu. Bizi bu "korku"dan "korumaya" çalışmak üzere harekete geçenlerin "eylemleri"ni böylece kabul ediyorduk.
Sonra öldürme olaylarının meydana geleceği ortaya çıkmıştı… Eğer bir Kıbrıslıtürk köyüne saldıracak olurlarsaydı bir takım silahlı insanlar, onları "suçlu" olarak göremiyorduk, bizleri bu "tehlike"den korumaya çalışanlar olarak görüyorduk… Bizi bu "korku"dan "korudukları" için onlara "müteşekkir" oluyorduk!
SORU: Böyle "haklı" çıkarıyorlardı hareketlerini…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet… Korku çok gerçek birşeydi ama aynı zamanda bir araçtı da – bir kadın ve çocuğunu öldüren birisine "kahraman" dedirtecek bir araçtı bu…
Birilerinin Lefkoşa'da bir öldürme olayını anlatmasını hatırlıyorum – çocukları da öldürmüşlerdi…
Bu öldürme olayını anlatan şahsa oradaki bir kişi "Çocuğu niye öldürdün?" diye sormuştu… O da "Bu çocuk büyüyünce ne yapacaktı dersin?" diye sormuştu. İşte böylece "haklı" çıkarıyorlardı hareketlerini. Bir çocuğu öldürmeyi "haklı" görebilmek ve bunu "kendini korumak" olarak algılayabilmek için korkunun ne kadar derin olduğunu düşünebiliyor musunuz? "Kendini korumak"! Dönüp bu insanlara bakıyorsun ve bunlar katil mi doğmuş yahu diye kendine sorarsın… Bunun cevabı "Hayır"dır. Bu insanlar "korku"yla hareket ediyorlardı ve bu "korku" içlerine şu veya bu şekilde yerleştirilmişti ve bunları yaparken kendilerini gelecek olan korkunç şeylerden "korudukları"na, ailelerini ve toplumlarını "korudukları"na gerçekten inanmaktaydılar!
Bu "korku"dan ben ağırlıkla siyasi liderliği de, medyayı da sorumlu tutuyorum çünkü bu "oyun"u oynamışlardır. O günün gazetelerine bir dönüp bakın, o günlerde RIK'te yayımlanan haber bültenlerini gidip dinleyin, o dönem RİK'in bize neler anlattığını dinleyin bir… Tek bir radyo istasyonu vardı ve hepimiz onu dinlerdik… Gidip o dönemin haber bültenlerini dinleyiniz, bu haber bültenlerinden çıkan siyasi mesajları dinleyiniz… İşte o zaman benim gibi insanların neden buna "inandığını" anlayabilirsiniz – çünkü o dönem tek bir haber kaynağı vardı ve ya bu haber kaynağına inanırdınız ya da inanmıyorsaydınız demek ki deliydiniz! Başka kime inanacaktınız? Ne yapacaktınız? Yani bizi manipüle etmeleri çok kolaydı o dönem… Bizleri yönlendirmek, içimize korku salmak ve deyim yerindeyse istedikleri gibi "kullanmak" çok kolaydı o dönem… O dönemin siyasi liderliğine bakacak olursanız, bize söylenmekte olanlara karşı onlara karşı çıkan herhangi bir ses yoktu! Günümüz demokrasilerinde "karşı görüş" dediğimiz şey yoktu! Rumca konuşabilen pek çok Kıbrıslıtürk olduğu halde, hiçbiri bu Kıbrıslıtürkler'i kendi görüşlerini ifade etmek, kendi toplumlarında neler olup bittiğini anlatmak üzere radyoya çıkarmıyordu mesela! Bunlar gerçekten oluyor muydu? Ben mesela hiçbir zaman bir Kıbrıslıtürk'le bu konularda radyoda röportaj yapıldığını hatırlamam… Sanki de yoktular! Radyoda Kıbrıslıtürkler'le ilgili herhangi bir program yoktu! Yani Kıbrıslıtürkler'e bir mesaj gönderilmek istenseydi bile – örneğin Cumhurbaşkanı Makarios, Kıbrıslıtürkler'e mesaj iletmeye çalışsaydı dahi – bunu yapacak bir yöntem dahi yoktu! Yani Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı idi ancak Kıbrıs halkına ulaşabilecek durumda değildi, bu şekilde yani… Sadece Kıbrıslırumlar'a ulaşabiliyordu. Yani sadece Kıbrıslırumlar'ı temsil ediyordu! Ve konuşmalarında sadece biz Kıbrıslırumlar'a sesleniyordu! "Ellinizmos tis Kipru" diye bize hitap ediyordu! Hiçbir zaman tüm Kıbrıs'a, tüm Kıbrıslılar'a seslenmiyordu konuşmalarında! Konuşmalarına başladığında yalnızca Kıbrıslırumlar'a sesleniyordu! Kıbrıs'ın Cumhurbaşkanı olduğu halde böyle yapıyordu!
Dr. Küçük ise, Kıbrıslıtürkler tarafından Cumhurbaşkan Yardımcısı olarak seçilmişti.
Böylece bunlar bize "normal" gelmeye başlamıştı – çünkü böyle büyümüştük…
Düşünün ki o zaman köyüm Tseri'de tek bir üniversite mezunu yoktu, bir tane bile!
Eğitimi olan tek kişi okuldaki öğretmendi… Köy papazının eğitimli olduğunu düşünürdük o zamanlar, meğer hiç de eğitimli değilmiş! Papazların eğitimi çok temel bir şeydi, bazıları okuyup yazamazdı bile! Çok saygı duyulan insanlardı çünkü papazdılar – ancak köyün en fazla saygı gören iki kişisi köydeki öğretmen ve köydeki papazdı…
Elbette papaz, Makarios'un çalışanıydı… Öğretmen ise çoğunlukla burada Kıbrıs'ta birkaç yıllık bir koleje gitmişti – öğretmen de herhangi bir şeye itiraz edecek veya farklı bir bakış açısı ileri sürecek durumda değildi yani – böylece bize aktarılan bilgi yüzde yüz tek bir kaynaktan gelmekteydi…
SORU: Bana, babanızla bir gün köyün dışında bir yere gittiğinizi, babanızın kötü bir koku aldığını anlatmıştınız… Bu olayı anlatabilir misiniz?
SPİRO KONSTANTİNU: Evet… Bu herhalde 1964'teydi…
SORU: Size sözünü ettiğim Kıbrıslıtürkler Tseri'de 1963 sonunda öldürülmüşlerdi… Aslında Aretyu'daki evlerinden Aralık 1963'te Deftera'dan bir Kıbrıslırum çavuş tarafından alınarak götürülmüşler ve sonra da "kayıp" edilmişlerdi.
SPİRO KONSTANTİNU: Size bu hikayeyi nasıl öğrendiğimi anlatayım…
Babam tarlaları sürmekteydi… Sonra bana tarlanın belirli bir bölümüne gitmememi söylemişti. Bunun nedenini bilmiyordum, yalnızca 10 yaşında bir çocuktum. Bana "gitme oraya" dendiği için 10 yaşında bir çocuk olarak elbette oraya gidip bakacaktım! İlk kokuyu duymuştum – herhalde buraya ölü bir eşek attıklarını düşünmüştüm… O günlerde bir eşek veya büyük bir hayvan öldüğü zaman onu gömmezler, öylece açıkta bırakırlardı ve yırtıcı kuşlar gelip hayvan leşini yerdi… Bizler bu büyük yırtıcı kuşları kovalardık – akbabaları yani… Bu kuşların havalanması zaman aldığı için onları kovalardık, tüylerinden birini koparmaya çalışırdık – bunu ud çalanlara verirdik çünkü udu bununla çalarlardı… Altı şiline satardık böyle bir tüyü…
Ben gene bir hayvanın açıkta bırakıldığını ve o kötü kokunun ondan geldiğini sanmıştım ancak yaklaştığımda böyle olmadığını görmüştüm… Kokunun kaynaklandığı yerde dışarıya çıkan bir şey görmüştüm. Daha da yaklaşınca korkmaya başladım çünkü bunun bir insan olduğundan kuşkulanmaya başlamıştım… Sanırım bu bir ayaktı… Ancak çok fazla yaklaşmadım çünkü koku çok kötüydü, oradan koşarak kaçtım. Fakat babam görmüştü beni ve kovalamıştı.
Babama orada ne olduğunu sorduğumda, beni ilgilendirmediğini söylemişti…
Babam bu konuda bir şey bilmiyordu ama belli ki o da olup bitenlerden kuşku duymuştu. Benimle bu konuyu asla konuşmak istememişti.
Bu böylece aklıma takılmıştı, ne olduğunu bilmiyordum, orada neler meydana geldiğini bilmiyordum. Sadece korkuya kapılmıştım gördüklerimden…
Bundan kısa bir süre sonra köy kahvehanesinde bir adam vardı – şimdi olduğu gibi o zamanlar da her Pazar ava çıkardı insanlar…
O Pazar da ava gitmişler, kuş ve tavşan falan avlamışlar, sonra da kahveye gelip oturmuşlardı… Av tüfekleri falan da yanlarındaydı. Bu kahvedeki o adam neler yaşadığını anlatmaktaydı. Ve bunu bağıra bağıra yapmaktaydı… Birisini nasıl öldürmüş olduğunu anlatmaktaydı bu adam. Ben de ondan biraz uzakta oturmaktaydım. Ben bu sohbetin parçası değildim – bu adam, başka birisine başından geçenleri anlatmaktaydı ancak bağıra bağıra konuştuğu için söylediklerini rahatlıkla duyabiliyordum.
20 yaşındaki bir gençten bahsediyordu – bu gencin Kıbrıslıtürk olduğundan ya da isminden falan bahsetmiyordu, sadece bu gencin kendisini öldürmemesi için ona yalvardığını ancak kendisinin av tüfeğini bu gencin başına dayayıp beynini uçurduğunu anlatıyordu… Bunu bağıra bağıra, sanki da "kahramanlık" yapmış gibi anlatmaktaydı…
İşte hikayenin ikinci bölümünü böyle duymuştum…
Üçüncü bölümünü ise daha da sonraları öğrenecektim.
Sonraları gene kahvehanede Aretyu'dan alınan Kıbrıslıtürkler'le ilgili bir konuşma olmuştu. Birisi gene bir hikaye anlatmaktaydı kahvehanede. Aretyu'ya gitmişler ve "Silah var mı?" diye sormuşlar. "Hayır, hayır, silah yoktur" demeye devam etmiş Kıbrıslıtürkler. Polis onlara "Ama bizde bilgi var ki sizde silah var" demiş. Böylece kadınlardan birisi erkeklere dönmüş – ve bu güne bir "şaka" olarak anlatılmaktaydı, onun için anlatmaktaydılar bunu ve gülüşmekteydiler – Kıbrıslıtürk kadınlardan biri polisin önünde kocasına doğru dönerek "Neden onlara silahları vermiyorsun? Ver da gitsinler… Silah milah istemeyiz" demiş. Güya bu kadının "aptallığına" gülmekteydiler kahvehanede, kocasını ele vermesine yani… Böylece evi aramışlar ve silahları bulmuşlar, sonra da adamı dövmeye başlamışlar çünkü daha fazla silah olabileceğine inanıyorlarmış – böylece adamın karısı gene konuşmuş ve daha fazla silah bulmuşlar… Hikaye böyle anlatılıyordu kahvehanede… Ve sonra hepsini de tutukladıklarını anlatmışlardı. "Hepsini" demelerinden kasıtları neydi, bunu bilmiyordum.
"Hepsini" derken bütün o aileyi mi kastediyorlardı yoksa başka insanları mı?
Aretyu'da kaç Kıbrıslıtürk yaşıyordu, bunu bilmiyordum… Orada Kıbrıslıtürkler'in yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyordum.
Sana anlatmıştım, Lefkoşa'ya gitmek bile çok büyük bir olaydı bizler için… Aretyu'da bir silah zulası bulduklarını ve Kıbrıslıtürkler'i tutukladıklarını anlatmaktaydılar. Onları öldürdüklerinden söz etmemişlerdi ama… Onlara ne yaptıklarını da anlatmamışlardı. Duyduğum bundan ibaretti yani…
Daha sonra bir söylenti çıkmıştı, bu Kıbrıslıtürkler'i Tseri'ye getirmiş oldukları yönünde…
İşte o zaman noktaları birleştirmeye başlamıştım…
Bundan birkaç yıl sonra kardeşim bana birşeyler söylemişti – nereden duymuştu bilmiyorum. Ancak kardeşim kuyuların yanında benim yaşadıklarımdan haberdardı…
"Oraya kimi gömdülerdi bilir min?" demişti kardeşim bana.
"Hayır" demiştim.
"20 yaşlarındaki gençle ilgili kahvede birşeyler adamı hatırlar mın? İşte oraya gömdükleri Aretyulu Kıbrıslıtürkler'di" demişti kardeşim bana.
"Bunu nereden biliyorsun?" demiştim kardeşime.
"Böyle duydum çünkü!" demişti bana. "Onlardır…"
Bunlar söylentilerdi – teyit edilmemiş söylentilerdi. Kimse kalkıp da "Öldürülenler şunlardır" dememişti.
Bizler bu öykünün parçacıklarını şuradan buradan duyarak noktaları birleştirmeye çalışıyorduk. İlk bir bölümünü duymuş, aradan zaman geçmiş, ikinci bölümünü duymuştuk… Sonra da üçüncü bölümünü…
Aradan zaman geçtikten sonra da "Acaba öyle midir?" diye düşünmeye başlamıştık… "Gerçekten öyle midir?"
Bilmiyorduk.
Bunları yaşıyorsun, kafanın bir yerinde duruyor, yine de "Belki öyledir, belki da değildir" diyorsun… "Belki susmalıyım…"
Kime söyleyecektik bunları?
Kime anlatacaktık?
Kimse yoktu ki anlatacak!
Eğer kuşku duyup polise gitseydin anlatmaya, polis size "Tam olarak ne demek istersiniz yani?" diyecekti. "Kötü bir şey mi meydana geldi diyorsun?" diyecekti. "Hem bu konuyu neden soruşturuyorsun sen bakalım?" diyecekti…
Babam bu durumdan çok mutsuzdu ama çok da dikkatliydi…
Çünkü bir noktada EOKA'nın hedefi haline gelmişti…
1950'lerde yağmurlu bir gecede iki genç İngiliz askeri sarhoş olmuşlar ve yollarını kaybetmişlerdi. Ve soğuktu ve yağmur yağıyordu…
Bu iki sarhoş İngiliz askeri sokaklarda dolanıyordu… Gelip evimizin kapısını çalmışlardı… Lefkoşa'ya nasıl gidebilecekleri yönünde yol tarifi sormuşlardı… Yayaydılar…
Babam ne yapacağını kestirememişti. O günlerde İngilizler'e yardım edecek olursanız size hemen "Hain" derlerdi…
EOKA'cı birisinin bulunduğu bir eve giderek sabahın saat 2'sinde kapısını çaldı babam – "İki asker var böyle, ne yapmak istersiniz?" diye sordu kendisine. Bu adam "Nestersan yap, umurumda değil" demişti babama.
Babam da bu iki sarhoş İngiliz'i traktörüne bindirerek köyün dışındaki bir tepeciğe götürmüştü – bu tepecikten Lakadamya havaalanının ışıkları görünüyordu… Bu bir İngiliz üssüydü… Dümdüz gittiğinizde, iki kilometre kadar uzaktaydı bu yer.
Adam iki İngiliz askerine orayı göstererek "Oraya doğru yürüyüp gidiniz" demişti.
Ancak birkaç gün sonra ne oldu?
Ben en küçük çocuk olduğum için annem ve babamla aynı odada yatıyordum. Yatağımın üstünde de pencere vardı. Birisi gelip pencereyi tıklatmış, ben de uyanmıştım. Korkmuştum. Maskeli adamlar vardı orada!
Babam uyanmıştı, tüm ev ahalisi uyanmıştı… Elektrik yoktu o zamanlar, idare lambaları vardı…
Hatırlıyorum, babamı o gece olanlarla ilgili sorguya çekmekteydiler!
Babamın bir "Hain" olduğu düşüncesiyle oraya gelmişlerdi – onu kurşuna dizmek üzere gelmişlerdi bu maskeli adamlar.
Bilir misiniz nasıl kurtuldu babam?
Çünkü kapının dışında bölgemizin EOKA sorumlusu duruyordu… Bugün hala hayattadır bu adam. Bu hikayeyi teyit edecektir – adı Doros İlias'tır. Babamı tanırdı bu adam. İçeriye girmeden babamın söylediklerini dinledi, kapının hemen dışındaydı. Ve içerideki maskelileri dışarıya çağırarak "Onu rahat bırakın" demişti.
Babam biliyordu ki bölgedeki ilk "işadamı" olduğu için bazı insanlar kıskanırdı kendisini, bazıları düşmanlık beslerdi bu yüzden… Ve bunu kendisine karşı kullanıyorlardı, ona missilleme yapmak için…
İşte bu nedenle 1963-64'te babam çok dikkatli davranıyordu.
1963'teki bir başka deneyimim de şuydu: Büyük bir kamyon gelmişti köye, çok büyük bir kamyondu bu ve eşya yüklenmişti. Televizyonlar, masalar, sandalyeler, iki şiline, beş şiline satılıyordu bu eşyalar. Bir televizyon, 2-3 Kıbrıs Lirası'na satılıyordu.
Koşarak babama gitmiş ve "Baba, elektrik geldi köyümüze ama bir televizyonumuz yok! Bunlar ikinci el televizyonlar, kullanılmış ama çok ucuza satılıyor!" demiştim.
Babam bana bakmış ve "Be! Bunlar çalıntı eşyalardır!" demişti.
Ben henüz on yaşındaydım, "Nedir yahu bunu söylediği?" diye düşünmüştüm. "Köyün ortasında nasıl olur da çalıntı mal satılır?" diye düşünmüştüm.
Kamyon şöförüne gittim ve ona "Bu eşyalar neredendir?" diye sormuştum.
Kamyon şöförü de "Türkler'dendir" demişti…
"Hangi Türkler'den?" demiştim.
"Omorfita'dan (Kaymaklı)…" demişti.
"Omorfita mı?" demiştim.
Ganimetin sonucuydu bu… Ganimetti bu eşyalar ve açık açık gidip köylerin ortasında bunları satıyorlardı!
Babam bunları almayı reddetmişti çünkü bunlar çalıntı eşyalardı ama başkaları gidip aldı bunları. Kamyon şöförü, tüm kamyonu olduğu gibi boşaltmış, hepsini satmıştı! Bir liraya satamıyorsa, on şiline satıyordu!
SORU: Kamyon şöförü sizin köyden değildi…
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, değildi. Yani bunlar yaşadıklarımızdı… Ve bilir misin? Omorfita (Kaymaklı) neredeydi? Bunu bilmiyordum ben. Şöför "Omorfita" deyinceye kadar böyle bir yer olduğunu dahi bilmiyordum, sanki de yurtdışından bir yerden söz ediyordu! Bize komşuydu bu köy ama biz bilmiyorduk.
Yeğenimle evli olan bir şahıs da Omorfita'daki olaylara katılmıştı – nişanlanmıştı, sonra da onun izini kaybetmiştik. Köyden ayrılmış ve ondan sonra onu görememiştik, nişanlısını terkettiğini sanmıştık. Sonra köye geri döndü ve "Lefkoşa'daydım" demişti, "Organize gruplara katıldım…" Ve bize Lefkoşa'da olup bitenleri anlatmaya başlamıştı, böylece Lefkoşa'da neler olduğunu ondan öğrenmiştik. Bu şahıs hala hayattadır.
Ancak bize ulaşan hikayelerin çoğu, Kıbrıslırumlar'ın nasıl öldürülmüş olduğuna ilişkin hikayelerdi. Çünkü bu insanlar ateş açtıklarında öteki tarafta kaç kişinin öldüğünü bilmiyorlardı. İlerleyip ölenleri toplamıyorlardı. Ateş ettiklerinde biri düşüp ölmüşse ve bunu görmüşlerse ancak o zaman birisinin öldüğünü anlıyorlardı.
Bu şahısla her konuştuğumuzda "Beş kişi öldürdüler, altı kişi öldürdüler" diyordu. "Sekiz kişi öldürdüler" diyordu. Öldürülenlerden kastı, Kıbrıslırumlar'ın öldürülmüş olduğuydu. Hiçbir zaman "Biz da şu kadar insan öldürdük" denmiyordu. Haber bültenleri de hep böyleydi… RİK'in bültenlerinde öteki taraftan kaç kişinin öldüğüne dair herhangi bir haber verilmiyordu. Tek bir tarafın ölülerinden bahsediliyordu sadece haberlerde, o da Kıbrıslırum ölüleriydi… Yani eğer bir çocuksaydınız ve bunları dinliyorsaydınız, ne düşünebilirdiniz? Size söylediklerinin doğru olduğuna inanırdınız… "Birileri hepimizi öldürmek istiyor" diye düşünürdünüz… Ve kanıtı da işte buydu! Her gün Kıbrıslırumlar'ı öldürüyorlardı!
Rasyonel olarak düşünecek olursanız, tüm bunlar pek anlamlı gelmez. Ancak bugüne kadar içtenlikle inanıyorum ki bana korkularını ifade eden siyasi liderlerin ve diğer insanların korkuları gerçektir.
Yapmamız gereken şeyin bir bölümü, o korkuyu kafalarından çıkarmalarını ve olaylara başka bir gözle bakmalarını sağlamaktır.
Bunu yapabilecek herhangi birisi yoktur, bunu yapabilecek olanlar bir tek Kıbrıslıtürkler'dir. Kıbrıslıtürkler, "Sizi öldürmek isteyenler biz Kıbrıslıtürkler değiliz, bizim başımıza gelenler de vardır ve geliniz size bizim tarafta neler olduğunu detaylı biçimde anlatalım…" demelidir. "Size her iki tarafta da neler olduğunu gösterelim, işte o zaman neden bazı Kıbrıslıtürkler'in neden Temmuz 1974'te bayram ettiğini anlayabilirsiniz…"
Ben EOKA-B tarafından tutuklanmıştım, dövülmekteydim…
SORU: Ancak oraya geçmeden önce, ilk tanıştımızda bana Deftera'yla ilgili bazı şeyler anlatmıştınız, Tseri'yle ilgili ve Tseri'de burada adından söz etmeyeceğim başka bir şahısla ilgili, K. ile ilgili - onların üstünde duralım önce…
SPİRO KONSTANTİNU: Kahvehanede o hikayeyi anlatan K. idi…
SORU: Şimdi Aretyu'daki Kıbrıslıtürkler tutuklanarak Deftera polis karakoluna götürülmüşlerdi. Nasıl olup da Tseri'de öldürülmüşlerdi? Aradaki bağlantı neydi? İlişkileri neydi? Bu işler nasıl yürütülüyordu?
SPİRO KONSTANTİNU: O günlerde bir "ordu" yoktu. Yani polis de fakto ordu haline gelmişti. Ve polisin sayısı da bunun için yetersizdi.
Böylece eski EOKA'cılara gidiyorlardı ve onlardan "yardım" istiyorlardı.
İki nedenle bunu yapıyorlardı: Nedenlerden birisi, bu eski EOKA'cılar, silah kullanmayı biliyordu. O nedenle çok fazla eğitime ihtiyaçları yoktu. İkinci nedense, büyük olasılık bunlar zaten yardım etmeye gönüllüydüler, istekliydiler.
Böylece sağın tanınmış kişilerine gidiyorlardı – nereseyse tümüyle sağcıydı bunlar – ve onlardan gelip polise yardım etmelerini istiyorlardı. Onları böyle dahil ediyorlardı, "Polise yardım etmeleri" için… Bunlar "paramiliter güç" olarak falan görülmüyordu – bunlar "polisin yardımcıları" idi. Landrover, polise ait bir landroverdi, büyük olasılıkla landroverde bir veya iki polis de vardı – ancak landroverin arkasında silah tutan dört-beş kişi vardı ki bunlar o sivillerdi, o eski EOKA'cılar…
Bunların bazılarını yüzlerinden tanıyorduk, köyümüzden olan bazılarını tanıyorduk ancak başka köylerden de vardı. Bazılarının zaten bir ismi vardı, "şu adam şudur, bu adam budur" diyerekten… Ve onlara karşı bir korku ve "saygı" duyuyorduk. Çünkü sana o korkulardan bahsetmiştim ya, bunlar kendilerini bizi "korumaya" adamışlardı.
Yani eğer birkaç gün önce bize ateş açılmışsa ve bunlar da silah alıp da bir Kıbrıslıtürk köyüne gidiyorlarsaydı, o zaman onlara bakıp "İyi ki bunlar var da bizi korurlar" diyordunuz. Böylece bunlar defakto liderliğe dönüştüler. Seçeneğiniz yoktu başka. Başka nereye gidebilirdiniz? Eğer korkunuz ya bir sorununuz varsa, nereye gidebilirdiniz? Bunlar defakto liderliğe dönüşmüştü ve otomatik olarak siyasi bir statü kazanmışlardı. Çünkü bakan da, üst düzey hiyerarşiden insanlar da bunlara "teşekkür" etmekteydi. Onların yaptıklarına "saygı" gösteriyorlardı. Ve onlara erişim sağlıyorlardı…
SORU: Zaten Yorgacis'in "Örgüt"ü vardı…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, tamam…
SORU: Ve bu "Örgüt" çerçevesinde insanlara silah eğitimi vs. veriliyordu… Yani o kadar da "kendiliğinden" olmuyordu bunlar…
SPİRO KONSTANTİNU: Ben size bu "Örgüt"ü nasıl gördüğümü ve neler olduğunu anlatayım…
Sana bir apandisit ameliyatı geçirdiğimi anlatmıştım. Kliniğin bulunduğu yerde neredeyse yolun tam karşısında İçişleri Bakanlığı dedikleri yer vardı. Yorgacis'in ofisiydi bu. Ben klinkteyken, annem de balkondaydı… Karşıya baktığında, daha önce sözünü ettiğimiz köyümüzden Bay K.'yu gördü… Yorgacis'le tavla oynuyordu K.!...
O zamanlar Yorgacis, büyük bir isimdi – oturup onunla tavla oynayabilmek için, ona çok yakın olmanız gerekirdi… "Güç" budur… Cumhurbaşkanı'nın yanında duran birisi gibi…
Yani köyümüzden bu adam oturmuş, Yorgacis'le tavla oynuyordu!
Annem içeri girdi "Falan oradadır" dedi bana, "Yorgacis'le tavla oynar!"
Ve onu izleyen günlerde hep oraya geliyordu K. Sürekli geliyordu… Sana anlattığım gibi bu 1963'teydi…
EOKA döneminde bu adamın bir "tim"i vardı ve bunları evinde saklıyordu. Yerde kazılmış bir sığınağı vardı, evinin içinde ve bu EOKA timini orada saklıyordu. Yani İngiliz askerleri gelecek olursa, K.'nun evinde saklanıyorlardı, yeraltı sığınağında. Gizli bir sığınaktı bu. Bugüne kadar oradadır bu sığınak. Köyde bunlardan iki tane vardı.
Bir başka şahıs vardı, arada bir içerdi ve her gün bisikletiyle Lefkoşa'ya işlemeye giderdi… Bu adam bir gün biraz sarhoş olmuştu ve birşeyler söylemişti – o zaman bu adamın evinin karşısında EOKA'cıların bir sığınağının olduğunu bildiğini sanmışlardı. Ne oldu dersiniz? Bu adamın altı tane çocuğu vardı, benim yaşlarımda bir oğlu vardı, aynı okula giderdik. Evleri iki odacıktan oluşuyordu. Bir odada bütün aile uyurdu… EOKA gidip adamın kapısını çaldı, kapıyı açınca bu adamı karısı ve çocuklarının gözü önünde öldürdüler… Yatağın altına girmişti adam, yatağı kaldırıp onu vurdular, vurdular, vurdular… Sonra bir tahta parçası alarak kapıya çivilediler. Tüm aile, çocuklar falan evin içindeydi ve kapıyı bir tahta parçasıyla çakıp kapattılar… Adam ölüyordu, can çekişiyordu ve bunlar kapıyı çakmışlardı… Adam ölmemişti, aileye sabaha kadar evden çıkmalarının yasak olduğunu söyleyip kapıyı çaktılar. Bunu yapanlar hala hayattadırlar. Hiçbir zaman mahkemeye çıkarılmadılar.
SORU: Bu şekilde ailesinin gözü önünde öldürdükleri adamın adı neydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Garaguşis… Çocukları bu infazı çok iyi hatırlıyor… Bu infaz, bizim evin yakınında meydana gelmişti. İşte bu nedenle babamın EOKA yıllarından korkuları olduğunu anlatmıştım sana… Bu adamların şakası yoktu. Gelip seni öldürürlerdi. Çok kolaydı gelip öldürmeleri…
SORU: Aynı köyden miydi bu tetikçiler?
SPİRO KONSTANTİNU: Bu olayda karmaydılar. Hiçbir zaman katillerin kim olduğu açıklanmadı çünkü maske takıyorlardı… Ancak biz kim olduklarını biliyoruz. Bugüne kadar "Bu bir sırdır" diyorlar. Sır değildir bu çünkü kimler olduklarını biliyoruz. Ve bir de tuhaf rastlantı vardır burada – çünkü 1974'te bunlardan birisi kardeşimle birlikteydi Mia Milya'da – kardeşim de kendisine "Türkler gelmeye başladığı zaman seni vuracam, kalaşnikofunu da alacam" demişti ve bu adam bunun gerçek olduğunu sanarak buna inanmıştı! O dakikadan sonra çok korkmaya başlamıştı! "Bu adamın silahı var, tek kurşunla işimi bitirecek" diye düşünmüş ve çok korkmuştu!
O günlerde yani 1950'lerde yasa falan yoktu yani… Kimse bunlara "Neden bu adamı öldürdünüz?" diyemezdi… "Şahit" falan olamazdı… Vururlardı ve biterdi…
Bu adam kimlerin kendisiyle birlikte olduğunu biliyor. Bu karar alındığı zaman orada olan bir başka şahsı biliyorum ben – infaz timinin içinde değildi bu şahıs ancak o sığınakta saklananlar arasındaydı.
Yorgacis'in "Örgüt"üne dönecek olursak, Yorgacis'le tavla oynayan, evinde bir "sığınak" bulunan K.'nin köyde küçük bir timle bağlantılı olduğunu biliyorduk. Çünkü mesela kahveye hep birlikte geliyorlardı, beraber oturuyorlar, sadece kendi aralarında konuşuyorlardı, hep beraber kalkıp gidiyorlardı. O küçük masadaki o adamların "Örgüt"ten olduğunu biliyorduk. Bunların işi neydi? Bunların işi kahvehanede söylenen herşeyi takip etmekti! Ve sonra da rapor etmeliydiler bunları… Sürpriz, sürpriz, sürpriz! Raporları Kıbrıslıtürkler'le ilgili değildi! Raporları, "komünizm tartışmaları" ile ilgiliydi! Bunların ana amacı, kimin "komünist" olduğunu anlamaktı!
Biz şaşırmıştık buna! Çünkü o dönem "Türkiye ve Kıbrıslıtürkler bizi öldürmeye çalışıyordu" ancak bizim köyde Kıbrıslıtürk falan yoktu. Bu adamlar oturup bilgi topluyordu ancak Kıbrıslıtürkler yoktu ki aramızda! Yavaş yavaş farkettik ki bu adamlar kahvede söylenenleri rapor ediyorlardı!
Bunu nasıl farkettiğimizi de anlatayım size:
(1964'te Milli Muhafız) Ordusu'na ilk askerler alınmaya başlanmıştı ve kimin çavuş olacağına karar vermeleri gerekirdi. Kim er olacak, kim subay olacaktı… Köyümüzden askere gidenler olmuştu ve bunlar arasında çok akıllı, çok yetenekli insanlar vardı. Bunlar sade "er" olarak kalmışlardı – orduya gittiklerinde Yunan subaylar kendilerine "Sen pis komünist! Senin kim olduğunu bilmeyiz mi zannettin!" diye bağırmaya başlamışlardı! Adam Yunanistan'dan geliyordu! Köylümüz asker bu subaya bakarak "Sen nerden bilin benim ne olduğumu? Sen başka bir ülkeden geldin buraya" demişti. Yunan subay da kendisine "Bizde bilgi vardır bu konuda!" demişti.
İşte o zaman konuşulanları dinleyenler olduğunu anlamıştık!
Kahvehanede konuşulanları dinliyorlardı, kendi aramızdaki sohbetleri dinliyorlardı! Sonra da ağzımızı hemen topladık! Tümümüz değil elbette, bazılarımız… Ne söylediğine dikkat etmen gerekirdi artık!
Kıbrıslıtürkler ve Türkiye'yle ilgili korkular devam ederken bir de soğuk savaş havası hakim olmuştu köye böylece – şimdi bir başka korkumuz daha vardı! Çünkü size "komünist" denmesi, "hain" denmesiyle eşdeğerdi!
"Hain"likle aynıydı, hatta daha da ağırdı "komünist" diye damgalanmak!
İşte Yorgacis'in "Örgüt"ünden bu adamlardı, kahvehanede konuşulanları toparlayıp aktaran… Ve hükümete bilgi veren…
O günlerde eğer solcuysanız, hükümette herhangi bir işe giremezdiniz. Hastaneye temizlikçi olarak dahi işe giremezdiniz!
Bu insanlarla iyi geçinmeniz ve onların dostunuz olduğundan emin olmanız gerekirdi – çünkü bunların ahbabı değilseniz, hiç nedensiz size çok büyük zarar verebilirlerdi!
SORU: TMT'yle tamamen aynı hikayeler yaşandı!
SPİRO KONSTANTİNU: Denktaş ve Yorgacis…
SORU: "Mastermind" aynıydı çünkü…
SPİRO KONSTANTİNU: Bunlar aynı merkezlerden finanse ediliyordu… Sözde "anti-komünist", McCarthy yıllarıydı bunlar… Amerika McCarthizm'e teslim olmuştu, dünyada herkes "Kızılları" kovalıyordu! İki toplum arasındaki sorunlara bir de bu eklenmişti! Şimdi de "Kızıllar"la başetmemiz gerekiyordu!
Toplumumuz neredeyse boğuluyordu, nefes alamaz hale gelmişti. Şuna dikkat et, buna dikkat et, şöyle yapma, böyle yapma… Şuraya gitme, şu çizgiyi aşma… Ve eğer yanlışlıkla Kıbrıslıtürk tarafına gidecek olursanız, bilir misiniz ne söylerlerdi? Beş farklı versiyon aktarabilirim size. Bunlardan biri şöyleydi: "Yolunu şaşırdı ve Türk tarafına gitti. Hemen onu yakalayıp yere yatırdılar, traktörle üstünden geçtiler… Bunu yapan Kıbrıslıtürkler'in ailelerinden birilerini kaybetmişlerdi. Bunu intikam olarak yaptılar…"
Bir başka versiyonda, "K..çlarına şişe soktular" diye anlatılıyordu… "Belkola şişesi soktular" diyorlardı.
Yanlışlıkla çizgiyi aşıp da Türk tarafına geçenlerle ilgili anlatılan hikayeler o kadar korkunçtu ki! İşkence hikayeleriydi bunlar, insanlık-dışı hikayeler, tarif ettikleri o kadar korkunçtu ki aşırı derecede dikkatli olmalıydınız…
SORU: Tamamen aynı hikayeleri, Kıbrıslıtürkler'e de anlattılar… Tamamen aynı hikayeleri anlattılar iki topluma ayrı ayrı… Kıbrıslıtürkler'e anlatılan bir hikaye, "İşte yere gömdüler kendilerini ve şiroyla kafalarını biçtiler" şeklindeydi mesela… "Bir gaminiye koyup canlı canlı yaktılar" diye anlattılar. Tamamen aynı hikayeleri anlattılar Kıbrıslıtürkler'i de korkutmak için, Kıbrıslırumlar'ı korkuttukları gibi…
SPİRO KONSTANTİNU: Tamamen aynı hikayeler evet…
SORU: Çünkü bu hikayelerin kaynağı aynıydı! Mandıracılar!
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, tamamen aynı kaynaktandı bu hikayeler!
Kaynak da aynıydı, patron da aynıydı!
Ancak biz bilmiyorduk bunu, tamamen aynı hikayelerin öteki tarafta da anlatıldığını bilmiyorduk ki!
"Örgüt"ün "gücü"nün bilincine vardığımızda ve bunlar defakto hükümete dönüştüğünde… Çünkü eğer onlarla geçinemiyorsaydınız, askere gittiğinizde acı çekiyordunuz, gündelik hayatta sizi asla hükümet işine yani memuriyete falan almıyorlardı, asla öğretmen olamazdınız çünkü sizi koleje almazlardı – toplum yaşamının her yönü, bunlar tarafından kontrol edilmekteydi. Çünkü her yerde "referans" istiyorlardı – "referans" bulmak zorundaydınız işiniz olsun diye. Ve bu "referanslar" nereden geliyordu sanıyorsunuz? Bu adamlardan…
1972'de askere gidecektim… Liseyi Amerika'da okumuştum ve ondan önce de Yunanistan'da üç yıllık bir Amerikan Çiftçilik Okulu'nu bitirmiştim. 14 yaşındayken olmuştu bu. Bursla Yunanistan'da Amerikan Çiftçilik Okulu'nda okuyup sonra bu okulla Amerika'ya gitmiş, orada liseyi bitirmiştim. Geri döndüğümde pasaportumu yenilemedikleri için askere gitmiştim. Ocak 1972'ydi ve başıma ilk gelen şey ne oldu dersiniz?
Beni çağırdılar ve "Sen bir komünistsin!" dediler!
Onlara bakıp güldüm! Askere gireli sadece birkaç hafta olmuştu. Ve "çavuş" olacak olanları seçmekteydiler. Ocak 1972'de lise mezunu olmayanlar, daha sonra da lise mezunları alınmıştı askere. Ben sezon dışı gittiğim için Ocak 1972'de askere alınanlar arasında tek lise mezunuydum.
"Sen subay olacaksın" demişlerdi bana ve gelen subay listesinde de adım vardı. Üç gün sonra ise gelip "Hayır, hiçbir yere gitmiyorsun" demişlerdi… Birkaç gün sonra "Tamam gidecen" demişler, sonra birkaç gün geçmiş ve "Hayır gitmeycen" demişlerdi. Nihayet beni çağırmışlardı…
Hakkımda "soruşturma" yaparlarken bir Yunan subayı yanıma gelerek "Sen gerçekten Amerika'da liseye gittin mi?" diye sormuştu. O günlerde bana "Amerikano" diyorlardı çünkü Amerika'dan gelmiştim.
"Evet gittim" dedim.
"Sana inanmıyorum" dedi Yunan subay. Askere giderken edilen yemini çıkararak "Bunu İngilizce'ye çevir bakalım" demişti. Ben de buna bakarak gülmeye başlamıştım.
"Neden gülüyorsun?" demişti.
"Bunu neden İngilizce'ye çevirmek istiyorsunuz ki? Herhangi birisi bunu İngilizce okumayacak ki" demiştim.
"Sana söylediğimi yap" demişti.
Satır satır çevirmeye başlamıştım ki dördüncü satırda "Dur" demişti. "Seni anlamıyorum…"
"Neyimi anlamıyorsunuz?" demiştim…
"Eğer gerçekten Amerika'daysaydın, o zaman neden seni komünist diye yazmışlar?" demişti. Çünkü "İkinci Ofis" ya da "Enformasyon Ofisi" beni "komünist" olarak marke etmişti.
"Aldığınız bilgi yanlıştır çünkü" demiştim Yunan subayına.
"Neden ama?" demişti.
Bu adam cuntacı birisiydi…
"Çünkü efendim ailemiz ve ben, cuntaya karşıyız" demiştim. "İşte bu nedenle bizi komünist olarak marke ettiler…"
"Cunta karşıtı da ne demek? Cunta diye bir şey yok ki" demişti bana.
"Yunan askeri hükümetine öyle diyoruz" demiştim. "Benim ailem solcu bir aile değildir ancak bizden hoşlanmıyorlar çünkü demokratik olmayan Yunan hükümetine karşıyız çünkü demokratik olmamakla kalmıyor, aynı zamanda çok kötü biçimde Kıbrıs'a da karışıyor" demiştim. Böyleydi bu subayla sohbetimiz.
Kasım 1973'te Atina'da Politeknik olayları meydana geldiğinde durum çok gerginleşmişti – beni askeri mahkemeye vermişlerdi falan…
Size anlatmak istediğim, "Örgüt"ün köylerimizi böyle idare ettiğiydi…
Hayatımızda olup biten herşeyi etkileyecek biçimde "bilgi" veriyordu bu "örgüt"ün adamları… İster öğrenim olsun, ister iş bulma olsun, herşey kontrolleri altındaydı. Nereye giderdiniz, kime koşardınız? Nasıl ayakta kalıp, nasıl bildiğinizi okurdunuz?
Bunun tek yolu eğer bu insanların hiçbirine ihtiyaç duymuyorsaydınız, tek yolu oydu… Ve bu insanlara hiç ihtiyaç duymamanın tek yolu da eğer size zarar veremeyecekleri bir işiniz varsaydı kendinize ait, eğer mali olarak bağımsız iseydiniz, ve eğer sizi tehdit ediyorlarsaydı silahlarla, buna karşılık verebilecek duruşu sergileyebiliyorsaydınız, tek yolu buydu… Çünkü bunların silahları vardı…
Böylece "Örgüt"ten yavaş yavaş 1972'ye, EOKA-B yıllarına geldik…
EOKA-B yılları geldiğinde, biz büyümüştük artık, çocuk değildik. Onca şey yaşamıştık, onca deneyimimiz vardı artık. Artık düşünmeye başlamıştık, eğitim görmeye başlamıştık. İngilizce öğrenmeye başlamıştık, başka analizleri, başka insanların Kıbrıs'la ilgili neler söylemekte olduğunu dinlemeye başlamıştık. Ben yurtdışına gidip dönmüştüm. Olup bitenlerle ilgili olarak farklı bir perspektifim vardı artık.
Annemin ailesi dine önem veren bir aile olduğu için çocukken papazın yardımcısı bir çocuk olarak törenlerde yer almıştım. Dedem de köyde kilisenin yapılmasına yardım etmiş kişilerden birisiydi…
Benim babam hiçbir siyasi partiye yakın değildi…
1974 öncesi, 1972'den itibaren EOKA-B, iç cephede ana oyunculardan birisi olarak kendini ortaya çıkarmaya başlamıştı.
Bizler "Ortodoks Dini Kahvesi"ne giderdik – kardeşim ve bazı arkadaşlarla oturur kağıt oynardık kahvede. EOKA-B'ciler de bu kahveye takılır ancak kendi masalarında otururlardı.
Ben bu kahvede EOKA-B'cilerle tartışmaya girerdim, yaptıkları hakkında.
"Be! Nedir yapacağınız?" derdim kendilerine.
Bazı EOKA-B'ciler yoktu ortada çünkü aranmaktaydılar. Köyden kaçmışlar, Maşera'da dağda polisten saklanmaktaydılar. Aileleri de onların nerede olduğunu bilmiyordu falan… Birkaç hafta sonra polis gidip bunları yakalamıştı çünkü birileri ihbar etmişti kendilerini. Gazetelerde elleri havada fotoğrafları çıkmıştı. Yani büyük bir olaydı bu…
Ben kahvede bunlara "Nedir başarmak istediğiniz sizin?" diye sorardım.
"Biz ENOSİS yapmak istiyoruz" derlerdi.
"Bunu nasıl başaracaksınız? Anlatın bana!" derdim kendilerine.
Bana "Bizimle ENOSİS arasında şu anda tek engel Makarios'tur" derlerdi… "Bizi reddeden odur" derlerdi.
Ben onlara eğer ENOSİS'i gerçekten gerçekleştirmeye çalışırlarsa, Türkiye'nin kesinlikle buna tepki göstereceğini anlatırdım.
Bana bunun uydurma bir hikaye olduğunu söylerlerdi!
"Türkiye Kıbrıs'ı işgal etmeyecek çünkü en son işgal hareketi İkinci Dünya Savaşı esnasında olduydu ve işgale gittiğinizde binlerce askeriniz ölür… Bu hikayeyi mahsustan Makarios yayıyor ortalığa sırf kalplerimize korku salsın diye" derlerdi bana! "Makarios bunu bizim ENOSİS hedefimizi engellemek için yayar" derlerdi.
Ben de onlara "Yunanistan'da Cunta tüm bunları yapmanız için size para veriyor ama farkında mısınız ki hiçbir zaman Kıbrıs'ın ENOSİS yapmasını istemediler?" diyordum.
Aslında hiçbir zaman ENOSİS talep etmediler, "Bana bir şey gösterin, Yunan hükümetinin ENOSİS'i desteklediğini gösteren bir kanıt gösterin" derdim kendilerine.
Böylece açık tartışmalara girişirdik bu EOKA-B'cilerle kahvehanede. Bu EOKA-B'ciler kahvehanede ceplerinde tabancaları sarkar vaziyette otururlardı bu tartışmaları yaparken kendileriyle ama onlardan korkmuyorduk. Onlardan korkmayacaktınız, onlara ihtiyacınız olmayacaktı. Bizim onlara ihtiyacımız yoktu maddi olarak ve silahlarından da korkmuyorduk. Bizim silahımız yoktu… Silahımız yoktu ama bundan sonra tuhaf şeyler olmuştu.
Madem ki ceplerinden sallanan silahlardan korkmuyorduk, demek ki bizde büyük silahlar olmalı diye düşünüyordu bu EOKA-B'ciler! Hem da otomatik silahlar! Çünkü kendilerinde tabanca vardı, demek ki bizde otomatik silahlar olmalıydı!
Onlara incitirdim ve "Be! Cebinizden silahlarınızı alıyorum ha!" derdim, benilerlerdi oturdukları yerde! "Teksas'ta kavboyculuk mu oynarsınız!" derdim. "Aptallık yapmaktan vazgeçin!" derdim. Bazıları arkadaşımdı, onları okuldan tanırdım.
Bir gece kahvehaneye bir bildiri astılar ve "Aşağıdaki isimler bu kahvede istenmeyen kişilerdir – buraya giremezler" diye yazdılar. Benim ismim, kardeşimin ismi falan vardı bu listede.
Onlara giderek "Bu şeyi kim astı buraya?" dedik.
Bildirinin altında "Komite" yazıyordu.
Bir tanesi bize "Görmez misiniz? Komite yazar" dedi.
"Komite da kim oluyor?" dedik.
"Komite'nin kim olup olmadığı önemsizdir, artık bu kahvede istenmiyorsunuz" dediler.
"Bilirsiniz?" dedik kendilerine, "hiç da kaçmayız buraştan! Kimin cesareti varsa, gelip bizi dışarı atsın bakalım!" dedik.
Bunlar, EOKA-B'nin merkezinde meydana geliyor, kahvehanede, ceplerinde de tabancaları var!
Sonuçta hükümeti devirmeyi başarmışlardı 15 Temmuz'da. Ben 17 Temmuz'da ABD'ye gidecektim, o nedenle 15 Temmuz'da Lefkoşa'daydım, son gün alışverişleri için ve ilk patlamaları duymuştuk. Köye geri döndüm. Ancak köye dönerken Cumhurbaşkanlığı sarayının yanından geçmek durumundaydım – oradan geçemedik, İngiliz Okulu'nun arkasından geçtik köye gitmek için. Cumhurbaşkanlığı sarayının havaya uçurulduğunu görebiliyordunuz, büyük bir ateş topu vardı! Bir bombanın patlamasını izler gibiydi! 08.20'de başlamışlardı – biz Lefkoşa'nın merkezinden otobüsle hareket edinceye kadar trafikte İngiliz Okulu'nun arkasına gelinceye kadar herhalde aradan bir saat falan geçmişti. O saatte artık Cumhurbaşkanlığı sarayındaki savunma çökmüştü. Makarios oradan ayrılıncaya kadar sarayı savunmuşlardı. Sonra da saldırganlar, sarayı havaya uçurmuştu…
Otobüste benimle birlikte olan birisi bunu kutlamaktaydı!
Bu adama "Eğer bugün bunu gerçekten başarırsanız, haftasonuna kadar ya öleceksin, ya da başında bir fes olacak!" dedim.
"Palavra!" demişti bu adam.
"Bekle da gör" demiştim kendisine.
Köye döndüğümde bazılarının etrafta kalaşnikoflarla dolaşmakta olduğunu gördüm. "Devriye" geziyorlardı! Bunlardan birine baktım, gidip onu tutup kulaklarını çekmek geldi içimden!
Kahveleri geçtim, bir terzi vardı, erkeklere takım elbise dikerdi.
Ona "Sence ne yapmalıyım?" demiştim.
"Dikkatli olmalısın" demişti bana.
"Neden?" demiştim.
"Çünkü senden korkuyorlar ve eğer onlara sorun çıkarırsan seni vuracaklar" demişti. "Kötü bir şey yapmış olduğun için vurmayacaklar seni, senin onları vurmandan korktukları için vuracaklar seni!" demişti.
"Ama deliliktir bu!" demiştim terziye… "Şunlara baksana! Bunlar bildiğimiz insanlar değil mi?" demiştim. "Köyümüzde insanları tutuklasınlar, şunu yapsınlar, bunu yapsınlar!"
Eve dönerek kardeşime "Köyden ayrılmalıyız" demiştim.
"Neden ki?" demişti bana.
"Çünkü bunlar gelip bizi tutuklayacaklar… Köyün ortasında neler olup bittiğini gördüm çünkü" demiştim.
Kardeşim, "Hiçbir yere da gitmem çünkü biz kimseye yanlış bir şey yapmadık ki" demişti.
"Tamam" demiştim, "ama olacak olanlara hazırlıklı ol çünkü gelip tutuklayacaklar bizi…"
"Hiç umurumda değil" demişti kardeşim, "ne isterlerse yapsınlar… Biz yanlış hiçbir şey yapmadık…"
Kardeşime, "Bu insanlar mantıklı ya da adil değildir" demiştim… "Bu insanlar önyargılarıyla hareket ederler…"
O da bana "Hiçbir yere da gitmiyorum" demişti. "Ailemiz vardır" demişti.
Evli değildi kardeşim ama annemiz vardı, babamız vardı, kızkardeşimiz vardı… Kızkardeşimizin kocası ki evi bizim evin yanındaydı, o da aynı şeyi söylemişti.
"Karım var, iki çocuğum var, hiçbir yere da gitmeyeceğim" demişti.
Darbeden iki gün sonra, 17 Temmuz'da EOKA-B'cilerle dolu iki landrover gelmişti. Bunları köye çağırmışlardı çünkü köydeki EOKA-B'cilerin gelip bizi tutuklamaya cesaretleri yoktu! Destek çağırmışlardı dışarıdan! İki landrover gelmişti dışarıdan, yaklaşık 30 tane EOKA-B'ci! Köy meydanına gelmişler ve papazı almışlardı… Önce insanları köy meydanında toplamışlar, onları sorguya çekmeye başlamışlar, sonra da köydeki EOKA-B'cilerin kendilerine verdiği bir isim listesini çıkarmışlar ve papaza "Filanın ve falanın evi nerededir?" diye sormaya başlamışlardı…
Papaz da "Buraştan yukarı doğru gitmeniz lazım" demişti…
Papaz solcu falan değildi… Ancak papaza dönüp "Sen yolun tam ortasından gidecen, biz da seni takip edeceyik" demişlerdi.
Sonra da kalaşnikoflarla tam kulaklarının yanından ateş etmişlerdi…
Böylece papaz sağır oldu…
Papaz öldüğü zaman ileriki yıllarda, sağır olarak ölmüştü…
Çünkü ateş ettiklerinde kulak zarlarını patlatmışlardı adamın…
Böylece papazın evimize doğru gelmekte olduğunu görmüştük…
Kardeşime dönerek "Bizim için geliyorlar" demiştim.
Babam, "Gidip hem ön kapıyı, hem da arka kapıyı açın" demişti.
Böylece kapıları açıp evin oturma odasına oturmuştuk… Böylece evin ortasında oturmakta olduğumuzu görebilecekler ve ateş etmeyeceklerdi…
Ancak köyümüzden olan EOKA-B'ciler evimizin diğer tarafına gitmişler ve komşular onları görmüştü…
Komşularımız kendilerine "Burada ne işiniz var?" diye sormuşlardı.
Bunlar da "Konstantinos'un oğlularının kaçmasını beklerik, vuracayık kendilerini… Kaçarken vuracayık kendilerini" demişlerdi. Çünkü evin arkasından kaçacağımızı sanmışlardı. Bu insanlar hala hayattadır, yani ölmüş bir takım insanlardan söz etmiyoruz, bugün hayattadırlar hala…
Böylece evimizi kuşatmışlar ve bağırmaya başlamışlardı!
"Elleriniz havada dışarı çıkın! Yoksa evinizi havaya uçuracağız!" diyorlardı…
Sokakta duranlardan birine bakmış ve ona "İçeri gel!" demiştim.
Derhal silahını bana doğru doğrultmuş ve "Sakın kıpırdama!" demişti.
Şimdi burada oturduğum gibi oturuyordum… Ona, "Be! Gel içeri!" demiştim. Üçümüz oturuyorduk orada – babam, kardeşim ve ben – annemle kızkardeşimi başka bir odaya koymuştuk. Annemle kızkardeşime, "Büyük olasılık içimizden birini vuracaklar… Ancak kalkıp da bir şey varmış gibi evde konuşmayın çünkü bilirsiniz ki evde silah falan yoktur… 'Aman vurmayın da söyleyecem' demeyin sakın çünkü ne söyleyeceksiniz sonra? Bizim silahımız yoktur ki… Yani korkup da böyle konuşmayın sakın ha!" demiştim… "Onlara verebilecek hiçbirşeyimiz yoktur, herhangi bir silahımız yoktur!" demiştim annemle kızkardeşime… Korkup da onları kuşkulandıracak bir şey söylemesinler diye çünkü gerçekten herhangi bir silahımız yoktu… Bunların silah aramaya geleceklerini biliyordum çünkü sürekli bizde silah olduğundan kuşkulandıklarını söylüyorlardı.
Her neyse, dışarıdaki şahıs "Sakın kıpırdamayın!" falan diye bağırmaya başlamıştı.
Ona tekrardan, "İçeri gel be!" demiştim.
O da bana "Hayır, sen dışarı çık bakayım!" demişti.
"Tamam, önden mi çıkalım yoksa arkadan mı?" demiştim.
O zamana kadar arka bahçeye gelmişlerdi… Ve küçük bahçe duvarının arkasında tam bir ekipleri mevcuttu! İki metrede bir kişi! Hepsi de avluya doluşmuştu!
Bağırmaya başlamışlardı, "Eller yukarı! Eller yukarı!" diye. "Ellerinizi başınıza koyunuz! Ellerinizi başınıza koyunuz!" diyorlardı.
Ellerimizi başımıza koyarak arka kapıdan çıkmıştık evin arka avlusuna… Derhal "Başka birisi var mı?" diye sormuşlar, biz de "Hayır, yoktur" demiştik.
"Emin misiniz, içeride başka birisi yok mudur?" diye sormuşlar, ben de "Yoktur, eminim" demiştim.
Buna inanamıyorlardı, bizim "organize" olduğumuzu sanıyorlardı!
Ayaklarımın içine birkaç el ateş etmişlerdi!
"Eğer başka biri varsa evde, seni kıyma yapacağız!" demişti bana oradaki bir EOKA-B'ci.
"Yoktur biri yahu!" demiştim. "Evde sadece annemle kızkardeşim vardır" demiştim.
"Eminsin kimse yoktur?" deyip duruyorlardı.
"Evet, eminim, kimsecikler yoktur" diyordum.
Sakallı birisi bana doğru gelmişti, benim de sakalım vardı…
Bana doğru gelerek "Hey! Başına neler gelecek biliyor musun?" demişti bana.
"Ne olacak bana?" demiştim.
Anneme dönerek, "Hanım, git üç tane tabut satın al!" demişti.
Annem neredeyse düşüp bayılıyordu, annemi görüyordum, anneme "Üzülme" diyordum ama işlerin çirkinleşmekte olduğunu da görüyordum… Önce ateş etmişlerdi bize, sonra da dövmeye başlamışlardı bizi…
Sürekli vuruyorlardı bize ve "Konuşun köpekler! Konuşun!" diye bağırıyorlardı.
Bizi dövenler, bizim köyden olanlar değildi, bunlar "takviye" olarak gelenlerdi… Bizim köyden olanların bunu yapmaya cesaretleri yoktu. Çünkü hayatta kalırsaydım, ondan sonra neler olacaktı köyde? O nedenle kendi pis işlerini yaptırmak için başkalarını bulmuşlardı… Sürekli dövüyorlardı, kanlar akıyordu gömleğime falan… Bir süre bizi dövdükten sonra onlara "İsterseniz arayın evi" dedik. "Hiçbirşey yoktur… Evde silah falan yoktur" dedik. "Nedir yani istediğiniz?"
"Bu kağıtta 60 tane saklı kalaşnikofunuz olduğu yazılıdır" dediler bize!
Onlara dönüp "Bakınız" dedim, "tek bir tane silah bulursanız eğer, bizi kurşuna dizin! Ama yoktur bizde silah!"
"Bizi enterese etmez! Çapuk bulup çıkarın silahları, yoksa öleceksiniz!" diyorlardı…
Epeyi bir işkenceden sonra bize "Hade, yürüyün bakalım!" dediler.
Böylece yürümeye başlamıştık… Evden sokağa çıkmıştık…
Sokağa çıkar çıkmaz az ötede köydeki AKEL Sekreteri'ni görmüştüm… Yüzü kapıya dönüktü, kapı kapalıydı… İki kişi onu orada tutuyordu… O da katıldı bize ve köy meydanına doğru yürümeye devam ettik… Papazın iki oğlu da tutuklanmıştı… Daha bir sürü insan vardı…
Orada bu EOKA-B'ciler arasında öyle insanlar vardı ki – mesela bir tanesinin dört çocuğunu vaftiz etmişti babam, vaftiz babalarıydı yani… Babama o kadar çok şey borçlu olan insanlar vardı – bu insanlar babam geçtiğinde yerlerinden kalkar ve şapkalarını çıkararak onu selamlarlardı geçmişte!
SORU: Şimdi de EOKA-B'ci olmuşlardı!
SPİRO KONSTANTİNU: Yalnızca EOKA-B'ci olmakla kalmamışlardı, köy dışından getirttikleri EOKA-B'cileri bizim kulakları büyüklüğünde küçük parçacıklara ayrılmamızı istediklerini söylemişlerdi! Tam olarak bu cümleyi kullanmışlardı! "Onları öyle küçük parçalara ayrılmış görmek isterim ki!" diyordu bir tanesi, "kulaklarından daha büyük olmayan parçacıklara" diyordu. Önümüzde söylüyordu bunları!
Babam tüm bunları duyuyordu…
Köy meydanında pek çok kişiyi dövdükten sonra bir Toyota Hilux aldılar – hava çok sıcaktı… Toyota kabininin çeliği neredeyse 150 derece ısınmıştı kavurucu sıcaktan ve kardeşimle beni buraya yatmaya zorladılar – her iki yanım da yanmıştı bu kızgın çelikten… Bizi yatırdılar ve gelip tepemize dikildiler. Başımızı tabana yapıştırıyorlardı ki yanalım… Babamı ve AKEL Sekreteri'ni iki yana oturttular… AKEL Sekreteri'nin adı Yorgo Makris idi, halen hayattadır kendisi… Papazın iki oğlunu da öne oturtmuşlardı. İkişer tane de EOKA-B'ci vardı. Bir landrover önde, bir landrover arkada, Deftera'ya doğru yola koyulmuştuk… Aslında Deftera'ya gittiğimizi bilmiyorduk ancak tepeye tırmanışımızdan falan bunu tahmin etmiştim. Yakınımdaydı kardeşim, ona dönüp "Takis, bizi kurşuna dizmeye götürüyorlar" demiştim.
"Ne yapacağız?" demişti.
"Silahlarını ellerinden almaya çalışmamız lazım" demiştim kardeşime…
"Birinin üstüne ben atlayım, diğerinin üstüne da sen atla" demiştim. "Öleceksek ölürüz ama zaten öleceğiz" demiştim.
Beş dakika kadar yol aldıktan sonra başka birşeylerle meşgul olmaya başlamışlardı…
Bacaklarından birini çekmek o kadar da zor bir şey değildi.
Bacaklarından çekip onları düşürürsek, diğerlerinin ateş edemeyeceğini çünkü ateş ederlerse kendi adamlarını da vurabileceklerini hesaplıyordum… Ne olursa olsun bunu denemeliydik!
Kardeşime çok kızgındım o anda çünkü beni dinlememişti…
Ona "Gel köyden ayrılalım" demiştim ama o "Hayır, köyde kalacağız" demişti.
"İşte sonucu budur" demiştim kardeşime…
Çok ama çok öfkeliydim çünkü tam da böyle bir şeyin olmasını istememiştim, onların eline düşmeyi yani! Ama işte ellerine düşmüştüm! Ve ben sanki de hiçbirşeymişim gibi şimdi işte hayatımla oynuyorlardı bu adamlar…
Her neyse, "Bizi burada vuracaklar" diye düşünmüştüm. Yola devam ediyorlardı, ta ki Deftera'ya varıncaya kadar…
Deftera polis karakolunun dışında durduğumuz zaman aşağı yukarı 50 kişiden oluşan bir başka tim bekliyordu! Bizi bekliyorlardı yani! Bizi o kadar feci dövdüler ki ayaklarım yere değmiyordu bile! Üstümüze öyle bir çullanmışlardı! Ne dişlerim, ne yüzüm, ne dudaklarım, ne vücudum kalmıştı – kollarımla yüzümü korumaya çalışıyordum ama kollarımı tutup iki yana çekiyorlardı suratıma vurabilmek için… Kardeşimi de dövüyorlardı ama beni daha çok dövüyorlardı. Niçin bilir misiniz? Çünkü beni kardeşim sanıyorlardı! Kardeşim politikayla biraz ilgiliydi da ondan! Ama ben politikayla ilgili değildim… En büyük erkek evlat… Kardeşim benden üç yaş büyüktür ancak benim en büyük erkek evlat olduğumu sanmışlardı…
Bizi dövdükten sonra polis karakoluna koydular.
Polis karakolunun arkasında depo gibi bir yer vardı ve yerde kırık çakıl taşları vardı… Temmuz'du ve hava çok sıcaktı… Bizi güneşte yere oturttular, su olmaksızın, hiçbirşey olmaksızın öylece güneşe oturttular. Sonra da sorgulamaya başladılar. Bizi tek tek alıp sorguya çekiyorlardı.
Küçük bir hücre vardı insanları koymak için. Bizi hücreye koymadılar.
Bize "Bir otobüs bekliyoruz, otobüs gelip sizi alacak ve Lefkoşa'ya Ayios Pavlos'taki hapishaneye götürecek" demişlerdi. "Hapse gireceksiniz" demişlerdi.
Ancak ben bizi hapishaneye götürmeyeceklerini, kurşuna dizeceklerini düşünüyordum, kesindi bu…
Dövülmemizin üstünden iki saat kadar geçmişti ki polis karakolu neredeyse boşalmıştı, sadece on kişi kadar kalmıştı… Hepsi EOKA-B'ciydi ve bir tanesi de önümüzde oturuyordu elinde silahla, bize nöbetçilik ediyordu…
Bize dönerek "Ben EOKA-B'ciyim, hapishanede de bulundum, beni öyle dövdülerdi ki ayaklarımı yere basamıyordum. Yani dayağın ne olduğunu çok iyi bilirim" demişti. "Sizi dövmeyeceğim ama bana konuşmanızı istiyorum" demişti.
Kimse konuşmuyordu…
"Ne istiyorsun?" demiştim bu adama.
"Sizce şimdi ne olacak?" demişti bana.
Kimse ağzını açmıyordu…
Üç defa aynı soruyu sormuştu ama kimse konuşmuyordu.
Sonunda ona dönerek "Sana bir şey söyleyeceğim" demiştim, "ama söyleyince vurmayasın beni!"
"Yok, söz veririm, vurmayacam seni" demişti.
"Tamam, dinle" demiştim kendisine… "Ben İngilizce bilirim ve Deutsche Welle'yi de, Tel Aviv'i de dinlerim, siz gelip beni tutuklamadan önce BBC'yi de dinledim…" demiştim. "Bu radyoların hepsi de haftasonuna bir Türk işgali olacağını söylediler" demiştim.
"Bütün o yabancı insanların söylediklerine inandın yani?" demişti bana.
"Tabii ki inanırım çünkü yalan söylemeleri için bir nedenleri yoktur" demiştim kendisine. "Türk da değiller, Yunan da değiller… Yani bir işgal olacak" demiştim.
"Peki ya o zaman ne olacak?" demişti bana.
"Ölenlerimiz ölecek" demiştim kendisine, "geriye kalanlarımız da hayatlarını kurtarmak için ya bir zamanlar Kıbrıslılar'ın olduğu gibi Müslüman olacak ya da esir olacaklar" demiştim. "Ya öleceğiz, ya Müslüman olacağız, ya da esir olacağız" demiştim…
"Buna gerçekten inanın?" demişti bana.
"Tabii ki inanırım. Sen söyle bana, işgalin sonucu ne olabilir?" demiştim.
"Ama işgal olacağını nereden bilin?" demişti.
"Sana söyledim ya, tüm radyo istasyonlarını dinledim" demiştim.
Gömleğim kanlı olduğu için sinekler falan geliyordu üstüme… Bana dönerek "Bak orada çeşme var, git elini yüzünü yıka ama sakın su içeyim deme… Su içecek olursan, seni kusturacam" demişti.
Böylece gidip yüzümü yıkamıştım… Çok yorgunduk, açtık, susuzduk…
EOKA-B'ciler geri gelerek başka tutuklular getirmişlerdi. Meğer gitmelerinin nedeni, başkalarını tutuklayıp buraya getirmekmiş… Beni nasıl dövmüşlerseydi, onları da öyle dövdüklerini görüyordum şimdi… Benim yaşlarımdaki gençleri böyle dövüyorlardı… Bu gençlerden birisinin kafası demir parmaklıklar arasına sıkışmıştı gancellide ve onu ölesiye dövüyorlardı. Bu gence baktığımda, onun öleceğini anlamıştım. Normal bir dayak değildi bu çünkü, tüm hınçlarıyla vuruyorlardı. Bu genci tanıyordum, son derece sakin, kimseye bulaşmayan birisiydi…
"Bunlar size ne yaptı ki? Bulabileceğiniz en sakin insanları bulup getirdiniz!" demiştim bizi bekleyen EOKA-B'ciye…
Daha sonra öğrendik tutuklanma nedenlerini…
Bu genç ve kardeşi Lefkoşa'dan dönerken yolda iki polis bulmuşlar ve onları arabalarına alarak gitmek istedikleri yere götürmüşler… Neden Makarios polisini arabalarına almışlardı! Onları tutuklayıp ölesiye dövmelerinin gerekçesi buydu…
Bu insanları dayaktan geçirdikten sonra bana, kardeşime ve babama gelmişlerdi. Babam o günlerde 63 yaşındaydı…
"İhtiyar" demişlerdi babama, "oğlularından birini kurşuna dizeceğiz… Hangisini alalım?" demişlerdi babama…
O anda Yunanistan'dan bir Yunan subayı gelmiş ve karakolun kapısında duruyordu. Bizim hakkımızda konuşuyordu bu subay EOKA-B'cilerle ve bizi işaret ediyorlardı. Bizim hakkımızda konuşmakta oldukları açıkça anlaşılıyordu. Bu Yunan subayı kendisiyle birlikte askeri bir takım da getirmişti. Bunlar normal askerlerdi, EOKA-B falan değillerdi yani. Yakındaki Lakadamya askeri kampından gelmişti bu Yunan subay. Böylece bir idam mangası kurmuşlardı! Deftera polis karakolunun önünde bir duvar, altı tane asker, bu bir idam mangasıydı…
"Oğlularından birini kurşuna dizeceğiz" demişlerdi babama.
"Nedir söylediğiniz!" demişti babam…
"Bir tanesini seç" demişlerdi babama…
"Size hangi kolumu keseceğinizi mi söyleyecem?" demişti babam… "Sağ kolumu mu, sol kolumumu mu keseceksiniz? Size hangisini kurşuna dizeceğinizi söylemeyeceğim" demişti.
Kolumdan beni yakalamışlar ve "Hade bakalım, sen git" demişlerdi.
Beni polis karakolunun önüne götürmüşler, duvara dayamışlardı.
50li yaşlarda bir subay gelmişti önce. Genç subay benim yanımda duruyordu, bu gelen idamı organize eden daha yaşlıca olan Yunan subayıydı.
Bana, "Birkaç dakika içinde kurşuna dizileceksin… Sana tavsiyem, silahların yerini söylemendir" demişti bu Yunan subayı.
Ona dönüp bakmış ve "İşte bu kadar" diye düşünmüştüm… Bu adam ciddiydi, genç bir EOKA-B'ci değildi. Beni gerçekten kurşuna dizeceklerdi…
Bu arada şunu da söyleyeyim: Diğer tutukluları getirirken yolda Kostas Mişaulis'i kurşuna dizmişlerdi! Bu, Derviş Ali Kavazoğlu'yla birlikte öldürülmüş olan Kostas Mişauli'nin yeğeniydi ve aynı ismi taşıyordu. İşte bu nedenle geldiklerinde üstleri başları kan içindeydi bu EOKA-B'cilerin… Yolda gelirken durmuşlar, Kostas Mişauli'yi öldürmüşlerdi – beş kişiydi bunlar, birisi itiraz etmişti –onu alıp tekrar kamyona koymuşlar ama kaldırırken, üstleri başları kan olmuştu. Mişauli'nin yanındaki genci benim yanıma oturtmuşlardı – henüz 15 yaşlarında bir gençti bu. Ona "Ne oldu?" diye sormuştum. Çünkü ağzında kan vardı bu gencin… "Mişauli'yi vurdular, bana da taşların üstündeki Mişauli'nin kanını yalattılar" demişti… Yoldaki taşlara bulanan kanını bu gence yalatmışlardı… Bu olay, beni kurşuna dizmek için götürmelerinden birkaç dakika önce olmuştu…
İdam mangasını ayarlayan adam bana "Silahların yerini söyle" dedikten sonra oradan ayrılmıştı.
Orada duran genç subay bana dönerek "Benim işim nedir bilir misin?" demişti.
"Nedir?" demiştim.
"Yere düştüğünde, alnının ortasına bir kurşun sıkmak benim işimdir" demişti. "Oyunu kaybettin" demişti. "O zaman neden silahları vermiyorsun?" demişti.
Ben de ona dönerek "Tek bir silahım olmuş olsaydı, bu durumda olmazdım" demiştim. "Sizin tarafınızdan kurşuna dizilmek yerine çarpışırdım ve son kurşunu da kendi kafama sıkardım" demiştim. "Üzgünüm ama bende silah yoktur" demiştim. Yüksek sesle konuşmuyordum, benden bir ayak kadar uzaklıkta duran bu subaya konuşuyordum sadece…
"Silahım yoktur ve silahım olmadığı için çok üzgünüm" demiştim kendisine. "Bu duruma bakılacak olursa, keşke olsaydı silahım" demiştim. "Ne yapmamı istiyorsunuz? Gidip çarşıdan silah mı satın alayım yani?" demiştim.
Bana, "Tamam" demişti, "yani silahları vermiyorsun…"
"Bende silah yoktur" demiştim.
"Tamam" demişti, "öyleyse arkanı dön…"
Ben de, "Neden arkamı döneyim ki?" demiştim.
"Arkanı dön dedim sana!" demişti, "Duvara doğru dön!"
Arkamda idam mangası olacaktı tabii ki!
Ben de kendisine "Ben sırtımdan vurulmak istemiyorum" demiştim.
"Neden sırtından vurulmak istemiyorsun?" demişti.
"Çünkü ben bir hain değilim" demiştim.
"Sen bir hainsin" demişti.
"Ben idam mangasına doğru durmak istiyorum" demiştim kendisine.
"Eğer idam mangasına doğru duracaksan, başına bir torba geçireyim" demişti.
"Neden kafama bir torba geçireceksin? Kurşunların bana doğru geldiğini görmek isterim" demiştim.
Üç gündür yeyip içmemiştim, çok yorgundum, vücudum çökmüştü… O nedenle üstüme etmedim çünkü üstüme edecek bir şey yoktu ki içimde!
O anda "İşte hayatın sonu bu" diye düşünmüştüm… "Ne yapabilirsin? Öleceksin" demiştim kendi kendime.
Bu yeryüzünde pek az insanın yaşadığı bir deneyimdir – ve bu sizi sonsuza dek değiştiren bir deneyimdir.
Bu deneyim beni değiştirdi, hayata bakışımı değiştirdi…
Kısacası arkamı dönmemi sağlamışlardı, ellerimi iki yana açtırmışlardı, duvara bakıyordum, duvar boyumdan pek az yüksek bir duvardı… Ellerimi duvara koydum, gözlerimi kapadım… Askerlere emir verdi bu subay ve askerler ateş açtılar… Gözlerimi kapamıştım, havada asılıydım sanki, bunun benim başıma geldiğine inanamıyordum… Bana anlatılan oydu ki bir kurşun göğsünüzü delip geçtiğinde hemen ölmezsiniz, aradan birkaç saniye geçtikten sonra yere yığılırsınız… Yere düştüğünüzde hala hayatta olduğunuz için, alnınızın ortasına bir kurşun sıkarlar… Yani idam mangasının sıktığı kurşundan ölmezsiniz, yere düştükten sonra kafanıza sıkılan kurşun öldürür sizi…
Gözlerimi açıp bakmıştım, akan kanları görmek için ama farklı bir yerdeydim…
Kafamın içinde vedalaşmıştım herşeyle… Hayattaki pişmanlıklarımı ve diğer şeyleri düşünmüştüm…
Orada duran subay gelip dizini sırtıma dayamış, koluyla boğazımdan kavramıştı beni ve üstüme abanmıştı güçlü biçimde… Beni yere yatırmıştı… Öteki subayın arkaya geçtiğini ve babama "Oğlularından biri gitti, şimdi sıra ikincisinde" dediğini duymuştum… "Şimdi artık kalaşnikofların nerede olduğunu bize söyleyecek misin?" demişti…
Babam öyle büyük bir çığlık atmıştı ki, onun öleceğini sanmıştım çünkü kalbinde bir rahatsızlık vardı babamın…
Her gün bir hap alırdı kalbi için ama son üç gündür hiç hap alamamıştı…
Dilinin altına koyduğu bir haptı bu, kalp rahatsızlığı için…
Babamın öleceğini düşünmüştüm – eğer kurşunlar işini bitirmezse, kalp krizi geçirip ölecekti adam…
"Beeeeee!" diye bağırmıştı babam, "Kendinizden utanın beeee! Ne yaptınız!"
Subay koluyla benim boğazımı sıkmayı bırakınca – çünkü nefes alamıyordum – ben de çok kuvvetli bir çığlık atmıştım! Babamla konuşmalarını duyabiliyordum – Deftera polis karakolu, küçük bir karakoldu… İngilizler tarafından yapılmış bir karakoldu, küçük taş bir binaydı…
Beni yerde tutarlarken, babamı sorguya çekiyorlardı…
Sonra beni hücreye götürmüşlerdi.
Hücrede pek çok insan vardı.
Hücre herhalde bu masanın dört kat büyüklüğünde bir yerdi… Hücre bir veya en fazla iki kişinin tutulması için yapılmış bir yerdi. Orada herhalde on kişi kadardık! Ve karanlıktı. Kapıyı kapattıklarında, içeriye ışık falan girmiyordu.
Beni hücreye attıklarında, ben şoktaydım… Titriyordum… Bu işin sonu olup olmadığını bilmiyordum, titriyordum… Beni vurmamış olmalarına inanamıyordum bile… Hala hayatta olduğuma inanamıyordum… O günün sonunu görebileceğime inanmıyordum. Mişauli'yi vurmuş olduklarını biliyordum. Bir idam mangası kurmuş olduklarını biliyordum.
Onları durduran tek şey bizi ne yapacakları hakkında net emirlerin olmamasıydı. Herhalde bir yerlerde birileri, başka bir yerde olup bitenlere konsantre olmuştu. Ve bunlar da herhalde "Bunları ne yapacağımıza karar verinceye kadar kendilerini tutalım" diye düşünmüşlerdi. "Nasılsa onların icabına bakacak vaktimiz ve araçlarımız vardır" diye düşünmüşlerdi…
Hücrede yaralı olarak bulunan bir genç bana yaklaşarak "Neden buradasın?" diye sormuştu.
Hücre karanlıktı diye yüzünü göremiyordum.
"Buradayım çünkü 60 tane kalaşnikof arıyorlar" demiştim.
"E, ne oldu?" demişti…
"Ne mi oldu? Kalaşnikof falan yok ki" demiştim.
"Kalaşnikofları nereden buldun?" demişti bu yaralı genç…
"Almadım ki!" demiştim.
"Öyleyse neden seni buraya getirdiler?" demişti.
"Çünkü bende 60 tane kalaşnikof olduğuna inanıyorlar!" demiştim.
"Eğer ellerinde bilgi olmasaydı, seni buraya getirmezlerdi" demişti.
Ben de ona, "Sen neden buradasın?" demiştim.
"Ben başkanlık muhafızındanım" demişti. "Başkanlık sarayında polistim, o nedenle beni tutukladılar" demişti.
Ancak bu genç dövülmemişti…
Bana "Sana tavsiyem" demişti, "istediklerini ver kendilerine… Çünkü herşey bitti… Kendini kurtarmaya bak" demişti.
Tekrar bu gence dönerek, "Be! Duyman ama ne derim sana?" demiştim. "Bende kalaşnikof falan yoktur!" demiştim.
Bilmiyorum ama bugüne kadar bu gencin bir muhbir olduğuna inanıyorum… Çünkü ben hücredeyken bu sohbet uzun süre devam etmişti – ta ki beni hücreden çıkarıncaya kadar… Beni tekrar yere yatırmışlardı… Ertesi güne kadar böyle devam etmişti.
Bizi 17'sinde tutuklamışlardı – 17sini ve 18ini böyle geçirmiştik… 17sinin gecesi, bizi serbest bırakacaklarını söylemişlerdi. Başkalarını serbest bırakmaya başlamışlar ancak babam, kardeşim ve ben serbest bırakılmamıştık. "Demek ki bizi serbest bırakmayacaklar" diye düşünmüştük. "Bu da, bizi kurşuna dizecekler demektir" diye düşünmüştük – eğer başkalarını serbest bırakıyorlar ve sizi tutuyorlarsa…
Benim köyümden EOKA-B'cilerden birisi gelerek "Dinleyin" demişti bize, "Benim gözetimimde sizin serbest bırakılmanızı sağlayacağım – ancak serbest bırakılmanızın tek nedeni, köylülerimize sizin sağ olduğunuzu söylemenizdir… Çünkü Kostas Mişaulis gibi çokluk etliye sütlüye karışmayan birisi öldürülünce köylüler dehşete kapıldılar ve "Kosta gibi birini bunlar öldürdüyse, geriye kalana neler yaparlar!" demeye başladılar… Demek ki hepsini öldürdüler" diyorlar…"
İşte bu nedenle köy karışmıştı…
Bu EOKA-B'ci bize, "Kahvelere gideceksiniz ki görsünler, ölü değilsiniz, sağsınız. Ondan sonra evinize gideceksiniz. Ev hapsinde tutulacaksınız. Evden dışarı hiç çıkmayacaksınız – ben size söyleyinceye kadar hiçbir yere gitmeyeceksiniz" demişti.
Deftera'ya doğru yürümüştük. Orada bir olay daha olmuştu… Uzun lafın kısası bu adamı alt edebilir, silahını alıp onu orada öldürebilirdik… Kardeşimle ben onun arabasındaydık, o arabayı sürüyordu… Silahı vardı. Ben arkasında oturuyordum – tek yapmam gereken boğazından tutup onu çekmekti – ancak böyle yapmadık. O anda başka olay istemediğimize karar verdik. Böylece köye döndük… Babamla kardeşim hemen eve gitmişlerdi, annemle kızkardeşimi görmeye. Bense kahvehanede kalmıştım.
Kahvehanede bir masaya oturmuştum, bir EOKA-B'ci gelerek başka bir masaya oturmuştu. Kalaşnikofunu da sandalyenin dalına asmıştı! Bir de tabancası vardı…
Kahveciye, "Bir orta kahve bana, bir kahve de ona" demiştim.
Dönüp dik dik bakmıştı bana bu EOKA-B'ci ve "Senin kahveni istemem" demişti.
Kahveciye dönüp "O zaman ona kahve getirme" demiştim.
Başkalarının gözünde itibarını kaybetmiş olduğunu o anda anlamıştım…
Çünkü kahvehanede pek çok insan vardı, aralarında AKEL'ciler de vardı… Başka kahvehanelerden insanlar da bizi görüp bakmaya gelmişlerdi… "Kim geldi? Kim hayattadır? Kim hayatta değildir?" diye bakmaya gelmişti insanlar. Yani insanlar kahvede toplanmıştı.
Ancak benim oturduğum masada kimsecikler yoktu! Herkes mesafesini koruyordu!
Bir yeğenimi gördüm kahvehanede, bana bakıyor ama yanıma gelmiyordu! Çünkü EOKA-B'ci adam oradaydı!
Böylece yeğenime dönerek, "Be yeğen, gel be buraya! Yanaş da bulaşıcı değildir ya!" demiştim… Böylece yeğenim benim oturduğum masaya gelmişti! Üstümde hala kanlı gömleğim vardı…
Yeğenim bana, "Neler oldu?" diye sormuştu.
"Ah! Suratımın üstüne düşüp burnumu kırdım!" demiştim… "Ayağım takıldı da düştüm!" demiştim…
Herkes bize bakıyordu…
EOKA-B'ci adam, "Kendini akıllı sanıyorsun!" demişti…
Ona dönerek, "Bir dakika!" demiştim. "Onlara ne anlatmamı istiyorsun? Beni öldüresiye dövdüğünüzü mü anlatayım? Eğer beni dövdüğünüzü söylersem canın sıkılacak, suratımın üstüne düştüğümü söyleyinca da kendini akıllı sanıyorsun ha diyorsun… Onlara neyi anlatayım?" demiştim.
"Ağzın çok büyüktür senin" demişti bana…
"Evet" demiştim… "Ağzım büyüktür biraz… Ne yapmamı istersin?" demiştim.
Sonra da yeğenime dönerek, "Yeğen, biz birkaç şanslı insandan biriyiz" demiştim. "Bizim kadar şanslı olmayan pek çok insan vardır… Geri döndük ama bundan sonra ne olur, bilemem…"
Kahvehanede bir radyo vardı…
"Eğer o radyoyu yabancı bir istasyona çevirirsek, inanırım ki bu haftasonuna kadar bir işgalin olduğunu söyleyecektir bize" demiştim.
EOKA-B'ci adam "Husolasın!" diye bağırmıştı bana!
"Tamam" demiştim.
Orada sohbet etmiş, birkaç kişiye neler olup bittiğini anlatmıştım. Çok fazla detaya girmeden anlatmıştım…
Sonra bize "Şimdi hastaneye gidip kan vermemiz lazım" demişlerdi. Çünkü pek çok yaralı vardı.
Bu size anlattıklarım işgalden önceydi.
Böylece kan vermek üzere hastaneye gitmiştik… Hastane tepeden tırnağa doluydu! Yaralılarla dolup taşıyordu!
Hastaneye girdiğim zaman, benim bulunmuş olduğum askeri kamptan tanıdığım bir kişi beni görmüştü. EOKA-B'ciydi bu adam – gelip beni kucaklamıştı! Çok heyecanlanmıştı beni görünce! Beni de kendilerinden birisi sanmıştı! Beni görmekten o kadar mutlu olmuştu ki! Derhal anlamıştım, bu adamın beni EOKA-B'ci sandığını… Bana hükümetin devrilmesinden ne kadar mutlu olmuş olduğunu anlatmaya başlamıştı! Ben kan vermeyi henüz tamamlamıştım.
Bana dönüp "Biliyor musun kim var burada?" demişti.
"Kim var?" demiştim.
"Komutan Ermis var!" demişti.
Ermis, Girne'dendi. Askerliğimi yapmış olduğum kampta komutandı… Ermis Hristodulu…
SORU: EOKA-B'ci miydi?
SPİRO KONSTANTİNU: Hayır, değildi… Makarios taraftarıydı. EOKA-B tarafından tutuklanmış ve bacaklarından vurulmuştu… Sonra bir askere onu öldürmesi için emir vermişler fakat bugüne kadar bilinmeyen bir nedenden ötürü o asker, bu komutanı öldürmemişti. Pek çok kereler bu hikayeyi televizyonlarda anlattı Komutan Ermis…
Ancak askerdeyken komutanımız olduğu için ben bu EOKA-B'ciye, "Sana inanmıyorum!" demiştim.
"Dur seni götüreyim da göresin kendini!" demişti bana… "Dur da gösterecem sana" demişti.
Böylece hastanenin içinden geçmiştik… Ve Grivasçıları ve Makariosçuları nasıl ayırmış olduklarını görmüştüm…
Makariosçulara bakan yoktu…
Yalnızca Grivasçılar yani EOKA-B'ciler tedavi ediliyordu…
Diğerlerine dokanılmıyordu, ölüyorlardı…
Ve tepeleme doluydu hastane…
Koridorlarda bile insanlar vardı…
Böylece Ermis'i görmeye gitmiştik.
Ermis'in yatağını bulduk, "Komutanım nasılsın?" demiştim ona…
Ermis bana bakmış, yanımdaki EOKA-B'ciyi görünce beni de onlardan biri sanmıştı!
Şimdi ona onlardan biri olmadığımı nasıl söyleyecektim?!...
Bugüne kadar hakkımda neler düşündü, bilmiyorum!
Ona dokandım ve "Umarım herşey yolunda gider, inşallah buradan sağ çıkarsınız" dedim kendisine…
Çok duygulanmıştım ama herhangi bir şey yapabilecek durumda değildim!
Sadece sabırlı olması için ona cesaret vermeye çalışıyordum!
Ermis de bana bakarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu!
İri yarı bir Yunan vardı, hastane sorumlusuydu, adı Danos'tu…
Beni bu EOKA-B'cinin yanında görmüştü, hastanede Makariosçuların bulunduğu bölümde, kasaplığın olduğu bölümde yani…
Danos yanımdaki EOKA-B'ciye "Bu da kimdir?" diye kızmıştı…
EOKA-B'ci adam da kendisine "Filanın kardeşidir bu" demiş ve bir EOKA-B'cinin adını vermişti…
Bugün hala o EOKA-B'cinin beni başka biriyle karıştırıp karıştırmadığını bilmiyorum…
"Goççino'nun kardeşidir bu" demişti…
Goççino'nun kim olduğunu bile bilmiyordum ben!
Ancak beni kurtarmıştı!
1974'ten sonra bu adama ne oldu bilmiyorum, ondan sonra bir daha görmedim kendini…
Ancak onu askerden tanıyordum, aynı birlikteydik Girne'de…
Zamanımın çoğunu Girne'de geçirirdim işgal oluncaya kadar…
Böylece hastaneden ayrıldım ve köye geri döndük.
Eve gitmek yerine – çünkü ev hapsindeydim – kahvehanenin yanındaki bir eve gitmiştim. Bir akrabamıza aitti bir ev ve damı düzdü… Genç bir çocukları vardı… Annesiyle babası hemşire olduğu için hastaneye gitmişlerdi… Çocuk yalnızdı yani evde… Oraya gidip dama çıkmıştım. Sırtüstü yatmıştım dama… Aşağıdaki EOKA-B'cileri görebiliyordum ama onlar beni göremiyordu…
Onları görebiliyordum, onlar beni göremiyordu, damdaydım çünkü ama onların konuşmalarını duyabiliyordum çünkü çok yakındık…
"Falana ne oldu? Filan yere gitti mi?" diyorlardı.
Bir tanesi "Spiro'yu kaybettim… Spiro nerdedir, bilmem" diyordu bir tanesi.
Çünkü "Şimdi gidip silahları çıkaracaklar ve bizi vuracaklar" diye düşünüyorlardı hakkımızda… Korkuları buydu. O nedenle tam olarak nerede olduğumuzu bilmek zorundaydılar ama ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Ben damdan onları dinliyordum. "Sabaha kadar burada kalmayacağım" diye düşünüyordum. Sabah olmadan evime dönmüştüm… Ve uyudum çünkü kaç gündür uyumuyordum. Ama uykuya dalmadan önce radyoyu açmıştım. İngilizce konuşulan bir istasyon buluncaya kadar kanalları gezdim… Birkaç haber bültenini dinledim. Ve "Haftasonundan önce işgal bekleniyor" diyorlardı… "Cumartesi'nden önce" diyorlardı.
Radyoyu kapatmış ve uykuya dalmıştım.
20 Temmuz 1974'te sabah uyandığımızda radyo önce sanki hiçbirşey olmamış gibi sabah duası yapıyordu… Halbuki işgal ve öldürmeler başlamıştı…
Bundan biraz sonra sabah saat 06.00'da radyo işgalin başladığını ve insanların askere çağrıldığını duyuruyordu! 18-40 yaş arası erkeklerin bağlı oldukları birliklere gitmesi yönünde çağrı yapıyordu radyo…
Kalktık, kardeşime "Askeri kıyafetlerimizi giyinip gidelim" demiştim. Askerliğimi henüz birkaç hafta, birkaç ay önce tamamlamıştım… Giyindim ve köyün merkezine doğru yürüdüm… Ben, kardeşim ve kızkardeşimin eşi, bizi Lefkoşa'ya götürecek otobüsleri bulmak için köy merkezine gidiyorduk.
Senin de bildiğin o Bay K. gelişimizi görmüştü… Bize dönerek, "Be! Gidip o kalaşnikofları getirin hade! Onlara ihtiyacımız vardır!" demişti! "Türkler geldi! Şimdi o silahlara ihtiyacımız vardır!" demişti… Hala bizde silah olduğunu zannediyorlardı! EOKA B, bizde hala silah olduğuna inanıyordu! Bizde silah falan yoktu oysa…
"Bizde kalaşnikof falan yoktur!" dedik kendisine… "Kaç defa söyleyeceyik size, bizde silah yoktur!" dedik.
Bay K. gene "Orada boşu boşuna paslanacaklar, o silahları şimdi kullanmazsanız, ne zaman kullanacaksınız?" diyordu!
Sonra bizi ayırdılar – ben başka bir yöne, kardeşim ve köyümden insanlar bir başka yöne gönderilmiştik.
Kaotik bir ortam vardı – EOKA B'ciler hala işbaşındaydı ancak ne yaptıklarını kesinlikle bilmiyorlardı.
Normal askeri personel ortalarda görünmüyordu…
Binlerce insan Cikko Okulları'nda toplanmışlardı ancak hiç kimse bundan sonra ne yapılacağını bilmiyordu…
Türk hava kuvvetlerine ait savaş uçakları uçuyor ve Lefkoşa'nın her tarafını bombalıyordu, biz de kolay bir hedeftik… Havaalanının üstünden uçuyorlardı, bu da bizden yaklaşık 10 kilometre kadar uzaktaydı… Canları çekerse bizi birkaç dakika içinde bombalayabilirlerdi…
Birkaç saat sonra yakınlardaki bir depodan yüklenmiş bazı silahların bulunduğu bir kamyon gelmişti. Silahlar yağ içindeydi ve bizim onları temizleyecek herhangi bir durumumuz yoktu. Bir Bren aldım ve bunu temizlemeye çalıştım, bu hiç de kolay bir iş değildi…
Bundan bir saat kadar sonra bir Kıbrıs ordu subayı gelmişti – çok büyük stres altında olduğu görülüyordu… Bu adamın adını biliyordum çünkü tanınmış birisiydi ancak onunla hiç tanışmamıştık.
Gönüllülerin bazı kamyonlara binerek Ayvasıl köyüne gitmelerini, Lefkoşa'nın kuzeybatısındaki Ayvasıl'da şiddetli çarpışmalar olduğunu söyledi…
Ben henüz tanıştığım bir şahısla birlikte kamyona atladım – bu şahsın adını bilmiyordum ancak Bren'i kullanmak için iki kişiye ihtiyaç olduğu için biz de bir takım oluşturmuştuk.
Bu oluncaya kadar vakit öğleden sonra olmuştu, biz hiçbirşey yeyip içmemiştik…
Köyden bir arkadaşım bana yaklaşarak, "Bu kamyonlara binen herhangi bir EOKA-B'ci gördün mü?" demişti. O anda birşeylerin tahminimden daha da ötü olduğunu kavradım… Bu kaos bir tesadüf değildi, o insanlar ya haindiler ya da tam olarak neler olup bittiğini biliyorlardı…
Cehennemde geçireceğimiz üç gün sonra bize başçılık eden Kıbrıslı yüzbaşı Yunan cuntasının bizi Türkler'e sattığını açıkça söylemişti. Aslında bu Kıbrıslı yüzbaşı Yunan subayının karşısına dikilmişti – bu Yunan subayı sürekli olarak bizi bazı tepeleri ele geçirmeye göndermekteydi…
Kıbrıslı yüzbaşı bu Yunan subayına "Eğer beni öldürmek istersen öldür ama bu masum genç insanları öldürmekten vazgeç" demişti. Sonra da tabancasını bu Yunan subayına vermişti.
Bunun nedeni önümüzde bulunan tepeleri her alışımızda, bu Yunan subayının bizi geri çağırması ve sonra da aynı şeyi tekrarlamamızı istemesiydi! Ancak her defasında on kadar askerimizi kaybediyorduk, hiç nedensiz!
Buna tanık olduktan sonra Türk işgalinin, EOKA-B'nin başlatmış olduğu şeyin devamı olduğu hakkında kafamda herhangi bir kuşkuya yer kalmamıştı…
Hükümeti devirmelerinin nedeni hiçbir şekilde ENOSİS değildi. Yunan cuntası, Türk hükümetiyle aynı plan hakkında ANLAŞAMAYA varmıştı… Yunanistan ve Türkiye adayı bölerek, her biri bir parçasını alacaktı!
Lefkoşa'ya geri geldikten sonra yanımdaki genç insanın tam bir sinir krizi geçirdiğini görmüştüm. Hayatımda bir insanın tam bir sinir krizi geçirmesine hiç tanık olmamıştım daha önce…
Köyüme dönmeye çalışırken, zeytin ağaçlarının altında kaygı içinde, çok korkmuş insanlar görmüştüm…
Onlara yaklaşarak nereden geldiklerini sormuştum, hepsi de ağır çarpışmaların olduğu köylerden kaçarak buraya gelmişlerdi. Anneler evlatlarını ve kocalarını kaybetmişti. Açtılar, susuzdular ama en önemlisi çok korkmuşlardı ve ağlıyorlardı…
Her bir zeytin ağacının altında çocuklu aileler vardı, ağlıyorlardı ve korkularını gözlerinden okuyabiliyordunuz…
Evimize gittim ve annemden birkaç tavuk kesmesini, bulabileceği en büyük kazanda bunları pişirmesini ve suyuna mümkün olduğu kadar çok makarna salmasını istedim… Üstümdeki azıcık parayla bakkala giderek alabileceğim kadar çok makarna aldım. Hepsini pişirdik, küçük kamyonetimize yükledik bunu ve yedirebileceğimiz kadar çok insanı yedirmeye çalıştık.
Kaybedilen bir savaştı bu – getirdiğimiz yiyecekler asla yetmezdi bu insanlara…
Tekrar askere dönmem gerekiyordu, bu yüzden köyden ayrılarak yeniden Lefkoşa'ya gitmiştim.
Nereye gideceğimi bilmiyordum, böylece stadyum yakınlarında bir ordu merkezinin bulunduğunu bildiğim bir yere gittim.
Askerliğimi yaptığım kamptan tanıdığım üç kişiyi görmüştüm orada. O sabah Girne'den gelmişlerdi. Bizim kampımız Glitotissa denen yerdeydi – bu da işgalin başlamış olduğu noktaydı…
Bundan sonra olanlarla ilgili bir kitap yazabilirdim ancak sözünü etmek istediğim şey, bulunduğumuz yerden yarım kilometre uzaklıkta Genel Hastane vardı. Kan vermeye gitmiştik çünkü radyodan sürekli çağrı yapılmaktaydı… Hastane, vücut parçaları kopmuş yaralılarla doluydu, koridorlarda ölüler vardı ve morg da doluydu… Bizden ölüleri bir kamyona yüklememiz için yardım istenmişti. Böylesi bir deneyim kadar insanı insanlıktan soğutacak başka bir deneyim yoktur sanırım… Bunun detaylarını bugüne kadar tekrar edemiyorum, anlatamıyorum – sadece bunu düşünmek bile beni hasta ediyor…
Bundan bir gün sonra ailemizden birisini teşhis etmemiz istendi ancak vücudu yoktu, sadece yüzüğü ve saati vardı…
Hastanedeki o ölü bedenlerden kurtulmak istemelerinin nedeni, gelmekte olanlar için yer açmaktı…
Ağustos'taki ikinci işgalden dönünceye kadar evimiz göçmenlerle dolmuştu, otuzdan fazla insan evimizde yerde yatıp kalkmaktaydı…
EOKA-B'ciler bizim savaştan dönmekte olduğumuzu, üstelik bu kez elimizde silah olduğunu görünce paniğe kapılmışlardı.
Derhal askeri polisi göndererek silahlarımızı teslim etmemizi sağladılar, sonra da bizi tekrardan orduya aldılar!
EOKA-B'cilerden intikam alma fikrinin birkaç gün kafamızda dolaşıp durduğunu itiraf etmeliyim ancak o kadar çok ölüm görmüştük ki, bunun ötesi bizi rahat ettirmeyecekti.
Ağustos 1974'ten sonra olaylar beni uzun süre etkisine almıştı ama hala hayattaydım ve şanslı olanlardan birisiydim…
Benimle birlikte Girne'de askerliğini yapmış olan arkadaşlarımın çoğu öldürülmüş, bazıları ise yakalanarak Türkiye'deki hapishanelere götürülmüşlerdi. Onların da anlatacak öyküleri vardır. Birkaç tanesini Avustralya'da buldum ve temasımızı sürdürüyoruz…
Bu satırları okuyan herhangi birisine sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: EOKA-B ile Yunan cuntasının Kıbrıs'ta yaptıkları, yalnızca planlanmış olan oyunun "birinci sahnesi"ydi ki bu Türk işgaliyle "ikinci sahnede" devam ettirilecekti.
İngilizler bizleri 50'li yıllarda bölmüşlerdi, 1963-64'te herşeyi yüzümüze gözümüze bulaştırmıştık…
1974'ün mimarları Amerikalılar'dı, bunu uygulayanlar da Yunanlılar ve Türkler'di… Bizlerse her nasılsa bu plana uymuştuk.
Düşman veya kurbanlar da bizlerdik, biz Kıbrıs halkı – birbirmize saygı göstererek ve anavatanlarımızla barış içinde yaşamak isteyen biz Kıbrıs halkı…
EOKA B veya TMT veya başka ülkelrin gizli servislerine katılmış olanlar gerçek Kıbrıslılar değildir. Kendilerine "vatanseverler" diyorlar ancak çektiğimiz acılardan, HEPİMİZİN çektiği acılardan onlar sorumludur.
Ben intikam peşinde değilim, intikam aramıyorum ancak tarih kitaplarında gerçeğin yazılmasını görme umudu taşıyorum…
1963 veya 1974 ve hatta 50'li yılların olaylarını yaşamış olanlara, düşmanın komşu köyde olduğuna inanmaktan vazgeçmelerini söylüyorum… Böyle düşünmek fazla naifçe olur…
Düşmanımız, bizim AYNI halk olduğumuzu, tarihsel nedenlerden ötürü Hristiyan veya Müslüman olduğumuzu anlamayı başaramamaktır. Hem kültürümüz, hem de genetik yapımız aynıdır. HERHANGİ bir bölünmenin barışa ve refaha yol açmayacağını anlamamızın vakti gelmiştir. Ancak tek bir halk olarak gerçekten birleştiğimiz zaman iyi birer yaşam sürebileceğiz…
SORU: Avustralya'ya ne zaman gittiniz?
SPİRO KONSTANTİNU: 1978'de gittim. Amerika'ya gidecektim ancak geç kalmıştım savaştan ötürü – İngiltere'ye gittim ve bazı sınavları geçerek orada yol ulaşım mühendisliğine girdim.
İngiltere'deyken kalbimde bir sorun olduğundan emindim… Böyle oturup konuşurken aniden kalbim hızlanıyor ve duruyordu! Bir süre sonra yeniden kalbim atmaya başlıyordu.
Semmeris Hastanesi'ne gittim Londra'da ve doktora "Kalbim rahatsızdır" dedim.
Doktor bana baktı – henüz 21 yaşındaydım…
"Neden kalbinin rahatsız olduğunu düşünüyorsun?" dedi bana.
"Çünkü semptomlar bunu gösteriyor" dedim.
"Kalbini muayene edeceğim" dedi bana.
"Bu bir eğitim hastanesidir, birkaç öğrenci de çağırabilir miyim?" demişti.
"Tabii" demiştim, "umurumda değil, yeter ki kalbimi muayene edin çünkü kalp hastasıyım ben…"
Bir makineyle kalbimi muayene etti ve "Senin kalbin normaldir" dedi bana.
"Ama normal değil ki! Şimdi siz buradasınız diye böyle" demiştim.
"Nerelisin sen?" demişti bana.
"Kıbrıs'tanım" demiştim.
"İngiltere'ye ne zaman geldin?" demişti.
"Birkaç hafta önce" demiştim.
O zaman doktor bana "Oğlum" demişti, "burada savaş yoktur! Sakin ol! Rahatla…"
Doktora kızmıştım çünkü söylediklerimi dikkate almadığına inanmıştım!
"Ama doktor bey!" demiştim, "bu her gün oluyor!"
"Rahatla oğlum" demişti bana doktor, "bu altı aya kadar böyle devam edebilir… Hatta bazılarında iki sene da sürebilir… Ama sen bunu altı ayda atlatırsın!"
Oradan çok büyük bir düşkırıklığı içinde ayrılmıştım… Çünkü kalp hastası olduğumdan emindim!
"Belki de bir kalp krizi geçirip öleceğim ve doktor da haksız çıkacak" diye düşünüyordum.
O günlerde her gün Kıbrıs için gösteriler yapılmaktaydı…
O kadar öfkeliydim ki gösterilere her katıldığımda polisle mutlaka bir kavgaya karışıyordum! Ve tutuklanıyordum!
Bir kere tutuklanmıştım, iki kere, üç kere… Bizi suçluyorlar sonra da serbest bırakıyorlardı.
Ben gösterilere katılıyordum, bulunduğum kolejdeki Kıbrıslılar örgütünün başkanlığına seçilmiştim. Ondan sonra da gösterilere ben öncülük etmekteydim… Ancak tüm bu gösterileri Londra'daki Amerikan Büyükelçiliği'ne karşı yapıyorduk çünkü herşeyin olup bittiği yerdi orası.
SORU: Mastermind…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet… Türkiye Büyükelçiliği'ne gitmiyorduk, Amerikan Büyükelçiliği'ne gidiyorduk gösteri yapmak için kendilerine karşı…
Bir gün böylesi bir gösteride, Hyde Park'ta konuşma yapmıştım – birisi benden birkaç söz söylememi istemişti, ben de konuşmuştum.
O günlerde amcamın evinde kalmıyordum artık, başka bazı arkadaşlarla bir apartman dairesi kiralamıştık… Günün birinde kapı çalmıştı… Kapıyı açınca karşımda iki tane sivil giyimli polisi bulmuştum… İngilizdiler…
"Sen Spiro Konstantinu musun?" demişlerdi.
"Evet" demiştim.
"Tutuklusun" demişlerdi, "bizi takip et…"
Aman Tanrım! Kıbrıs'ta yaşadıklarımı gene yaşıyordum işte burada!
"Ne yaptım ki?" diye sormuştum kendilerine.
Rover marka bir araba bizi bekliyordu, bir şöför vardı, arkaya iki polisin arasına oturtmuşlardı beni, bir polis de öne oturmuştu. Dört polis vardı arabada benimle birlikte! Holborn'daki polis karakoluna götürmüşlerdi beni.
Beni sorguya aldıklarında bunun herhalde Kıbrıs'la ilgili olduğunu düşünüyordum.
Bana "Londra'daki bağlantıların kimlerdir?" demişlerdi.
Ben de "Ne bağlantısından söz ediyorsunuz?" demiştim.
"Nereden bahsettiğimizi biliyorsun" demişlerdi.
Çavuşa baktım, "Nereden bahsettiğinizi bilmem" dedim.
Bu arada beni soymuşlar, sadece iç çamaşırımla bırakmışlardı… Giysilerimi bir sepete koymuşlar, beni bir hücreye tıkmışlardı iç çamaşırlarımla…
"IRA'yla bağlantın var mı?" dediler.
"Kim?" dedim, "IRA mı???"
"Evet" dediler.
"Hayır!" dedim, "ama fena bir fikir değil bu!"
"Komik değil bu" dediler.
"Ben de komik olmaya çalışmıyorum" dedim. "Neden IRA'yla bağlantım olsun ki?" dedim.
O günlerde IRA'nın Londra yer altı trenlerini bombalayacağı yönünde tehditler vardı… Ve bunlar da bizim onlarla bağlantılı olduğumuzu sanmışlardı…
"Çavuş" dedim oradaki çavuşa, "benim IRA'yla bağlantım yoktur çünkü uzun süredir burada değilim ben… Ve ben her zaman IRA'nın İrlanda'da olduğunu sanırdım… Londra'ya gelmiş olduklarını bilmiyordum" dedim. "Bizim herhangi bir toplantımıza da katılmadılar…"
Ben solcuların, Troçkistlerin, Marksistlerin falan toplantılarına katılıyordum… Bizi tek destekleyenler onlardı o zamanlar ve açıkçası aralarında bunların casusları olmalıydı… Böylece nerede oturduğumu öğrenmişlerdi.
Bana "Sınırdışı edileceksin" dediler.
"Ne yaptım ki ben?" demiştim.
"Çünkü sen bu ülke için tehlike arzediyorsun" dediler.
"Çavuş, dinle beni… Bugünlerde siz 100 mil kare toprağa sahipsiniz Kıbrıs'ta, bunlar İngiliz üsleridir. Sizin orada olmaya neden hakkınız var ve neden benim burada olma hakkım yok?" dedim. "Siz izah edin bana, bizimkisi gibi küçük bir adada neden sizin için yer açmak zorunda kaldık? Ve siz benim için alan açamıyorsunuz... Ben size ne yaptım?"
"Kararları ben vermiyorum" dedi bana. "Ama eğer IRA'yla bağlantın varsa…"
Böylece beni tehdit etmeye başlamıştı…
"Sana söylediklerimi duymadın mı?" demiştim. "IRA'yla hiçbir bağlantım yoktur. Herhangi bir şeyle bir alakam yoktur…"
Sorgu böylece devam edip durdu.
Sonra bana "Londra'da başka birisini tanıyor musun?" demişti.
"Evet, yeğenim var" demiştim.
"Yeğenini sormadık sana" demişti.
"Ama yeğenim kimdir, bilir misiniz? Sue Konstantinidis'tir" demiştim.
SORU: Aman! Sue'nun yeğenisiniz demek!
SPİRO KONSTANTİNU: Evet! Babalarımız kardeştir…
SORU: Vay be! Çok uzun yıllardır tanırım Sue Konstantindis'i, annemin de iyi arkadaşıydı… Benim çok iyi bir arkadaşımdır…
SPİRO KONSTANTİNU: Evet, birinci yeğenimdir.
"Numarasını biliyor musun?" demişti bana.
"Evet" demiştim.
Böylece polis, Sue'ya telefon etmişti.
Suzy olmasaydı, sınırdışı edilecektim!
Polis karakoluna gelmişti Sue ve beni oradan çıkarmıştı.
Sue'nun babasıyla babam kardeşti – Sue'nun babası İkinci Dünya Savaşı'na katılıp savaşmıştı… Çok saygı gören birisiydi Sue – hatta Saray'dan bile takdir almıştı… Bunu biliyor musun bilmem ama Prens Charles ona bir takdirname vermişti…
O günlerde İçişleri Bakanlığı'nda irtibat memuruydu – İçişleri Bakanlığı'nda bir ofiste pasaportlara bakarak kimin göçmen olduğuna, kimin olmadığına karar vermekteydiler, Sue da işte orada irtibat memuruydu. Yönetimin güvendiği bir şahıstı Sue. Beni oradan çıkardı ve bana "Dinle" dedi, "biraz sakin ol… Aksi halde bilirsin ne olacak… Bu insanların sorunları vardır, başlarında IRA sorunu var, sen varsın, başkaları var… Şimdi yaptıklarını aynı şekilde yapmaya devam edemezsin" demişti…
"Tamam" demiştim. Ondan sonra da öyle davranmıştım çünkü düşünmüştüm ki eğer beni sınırdışı ederlerse nereye gidecektim, ne yapacaktım? Üniversite eğitimimin ortalarındaydım, bir kez sınırdışı edilirsem yarım kalacaktı eğitimim, geri dönemeyecektim… Ailem o günlerde Avustralya'ya göç etmişti – ben de Avustralya'ya gitmek için başvuru yapayım bari diye düşünmüştüm…
Böylece başvuru yapmaya başlamıştım.
Sonuçta 1978'de Avustralya'ya gitmeyi başarmıştım… İşte bu da benim Britanya polisiyle yaşadığım deneyimdi… Çok tuhaf bir deneyimdi bu çünkü neredeyse sınırdışı ediliyordum. Ama hayat bu, ne yapabilirsin ki?
Avustralya'da yıllar sonra Avustralya Kıbrıs İçin Adalet Komitesi Başkanlığı'na seçilmiştim. Başkan olunca, birkaç toplantılarına gitmiştim, neler söylediklerini dinlemiştim… Birinci yıl, pek çok milliyetçi şey söylüyorlardı. Ancak komitenin adı "Kıbrıs İçin Adalet Komitesi"ydi… İkinci yılda "Bazı şeyleri tartışmamız lazım, bu laflar yerine" demiştim. "Anlamlı tartışmalar yapmamız lazım" demiştim.
"Ne yapmak istiyorsun?" demişlerdi.
"Eğer Kıbrıs İçin Adalet'ten söz ediyorsak, burada neden Kıbrıslıtürkler yoktur?" demiştim.
Gülmeye başlamışlardı! Bana gülüyorlardı, beni naif buluyorlardı!
"Bir dakika, neden gülüyorsunuz?" demiştim.
"Çünkü hiçbir Kıbrıslıtürk gelmez buraya" demişlerdi. "Kıbrıslıtürkler gelip de bize mi destek verecekler?" demiştiler.
Ben de "Tamam da hiç davet ettik mi herhangi bir Kıbrıslıtürk'ü?" demiştim.
"Eh, tanıdığın biri varsa buraya gelecek, davet et kendini bakalım" dediler.
Her Ağustos ayında Kıbrıs'ta, yurtdışında yaşayan göçmen Kıbrıslılar'ın toplantısı yapılır, Kıbrıs'a gelmiştim o yaz. RİK'te bir röportaja katılmıştım, bir arkadaşımla birlikteydim. Oradayken bir kadın kendini tanıtmıştı bana, bir Kıbrıslıtürk'tü bu. Ben de onu Avustralya'ya davet etmiştim… Ona kim olduğumu söylemiş, kartımı vermiştim. "Tamam," demişti, "geleceğim Avustralya'ya…"
Ben bunu çok ciddiye almamıştım… Ertesi sene Brisbane'de yıllık toplantımızı yapıyorduk ki bu yaşadığım yerden binlerce kilometre uzaktadır, bu Kıbrıslıtürk kadın Brisbane'e gelmişti! Adı, Aydın Mehmedali idi…
Bu arada Kıbrıs'tan atanan Yüksek Komiser değişmişti… Yeni bir Yüksek Komiser (elçi) vardı. Yüksek Komiser her zaman bu toplantılara katılırdı ancak bir konuk olarak katılırdı. Çünkü bunlar Avustralyalı örgütlenmelerdi.
Ben toplantıyı, Aydın Mehmedali'ye "Hoşgeldiniz" diyerek açmıştım…
Yüksek Komiser de orada oturuyordu. Bana bakarak "Bu da kimdir yahu?" demişti.
"Dur da daha sonra öğrenecen kimdir" demiştim.
"Hayır, hiç da sonra öğrenmeyecem" demişti bana.
"Neden? Sorunun nedir ki?" demiştim kendisine.
"O, odadan çıkmazsa ben çıkacam buradan" demişti.
"O buradan çıkmayacak çünkü benim konuğumdur" demiştim.
Sonra da Aydın'a seslenerek konuşması için söz vermiştim.
Aydın da Türkçe konuşmaya başlamıştı. Birkaç dakika Türkçe konuştuktan sonra, "Neden mi Türkçe konuştum? Esas sorunumuzu ortaya koymak için" demişti… "Ki o da iletişim sorunudur" demişti. "Dil engeli" demişti. Ve güzel bir sunuş yapmıştı İngilizce olarak.
Benimle Yüksek Komiser arasında oturan şahıs, Avustralya'daki tüm toplumların komitelerinin oluşturduğu federasyonun başkanıydı ve bir avukattı, Avustralya doğumlu bir avukat. Bu avukat baha doğru eğilip "Bir ara vermelisin bu oturuma" demişti… "Konuşmamız lazım…"
Böylece oturuma on dakika ara vermiştik.
Dışarıya çıkınca Yüksek Komiser bana "Şimdi içeriye döndüğümüzde sana karşı bir güvensizlik önergesi verilecek" demişti. "Ve sen artık Kıbrıs İçin Adalet Komitesi Başkanı olmayacaksın çünkü bu göreve uygun değilsin" demişti.
"Yüksek Komiser, senin güvensizlik önergesi vermeye hakkın yoktur" demiştim. "Sen burada sadece bir konuksun… Olanları beğenmediysen, kapı oradadır, evine dön" demiştim.
Yüksek Komiser de bana "Sen neler olup bittiğinin farkında değilsin" demişti. "Seni devirecek oylar bendedir" demişti. "Sana güvensizlik önergesi verecek insanlar elimin altındadır" demişti. "Ve sen devrileceksin… Bu toplantıya başkanlık edemeyeceksin…"
Komitelerin başkanı bana "Spiro" dedi, "içeriye girene kadar istifanı ver" demişti. "Bittin artık…"
Ona, "Bak oğlum, sen Avustralyalısın, Avustralya yasalarının ne olduğunu bilirsin… Sana şimdiden söyleyeyim, burada olup biten herşey, Avustralya Dışişleri Bakanlığı'na bildirilecektir. Çünkü Yüksek Komiser burada yabancıdır, sadece konuk olarak bulunabilir. Sen de onun tarafını tutarak yasayı çiğnemiş oldun. Seni de rapor edeceğim, sana neler olacak, onu da göreceğiz çünkü beni tehdit ettin" demiştim. "Çünkü bu konudaki Avustralya yasasının ne dediğini biliyorsun" demiştim. "Onun yaptığının da yasadışı olduğunu biliyorsun ve onu destekliyorsun. Eğer içeri girdiğimiz zaman bana karşı güvensizlik önergesi verilirse, derhal polisi arayacağım" demiştim. "Ve Avustralya Dışişleri Bakanlığı'nı da arayacağım… İçimizden biri hapse girecek" demiştim…
Komiteler başkanı hemen Yüksek Komiseri bir kenara çekmiş ve beş dakika süreyle kendi aralarında konuşmuşlardı. Ve toplantının devam etmesine karar vermişlerdi!
Toplantıya dönmüş ve normal biçimde devam etmiştik.
Yüksek Komiser'le bu kavgadan sonra Avustralya Dışişleri Bakanlığı'yla bir görüşme istemiştim. O günlerde Avustralya Dışişleri Bakanı da Aleksandr Downer idi!
Bu arada inanmayacaksın ama bu Yüksek Komiser, Kıbrıs Dışişleri Bakanlığı'na benim hakkımda mektuplar gönderiyordu ve bu mektuplarda benim "tehlikeli bir komünist" olduğumu ileri sürüyordu! Bir kez daha! Ben bu mektuplardan haberdar değildim, ta ki birileri bana bu mektupların kopyalarını verinceye kadar! Bu mektuplar Yüksek Komiserlik'te yazılıyor ve çeşitli komitelerde bulunan şahıslara imzalattırılıyordu! Bu mektupları kendisi imzalamak yerine, çeşitli komitelerde bulunan başka Kıbrıslılar'a imzalattırıyordu. Elimdeydi şimdi bu mektuplar! Bunları okuduğum zaman gözlerim başımdan fırlayacaktı sanki de! Bunları bana veren şahıs bazı yerlerini karartmıştı, "Bunları kullanamazsın ama bilmeni istedim ki hakkında böyle bir kampanya var" demişti. Bu mektupları aldım ve Avustralya Dışişleri Bakanlığı'na gittim. Randevu istemiştim Downer'den. Onunla daha önce başka toplantılarım olmuştu Kıbrıs sorunu konusunda ama bu kez durum farklıydı.
"Sayın Bakan" demiştim Downer'e – yalnız gitmiştim oraya… "Bu kez Kıbrıs için bir şey yapmanı istemeye gelmedim. Senden Avustralya'da olan bir sorunu çözmeni istemeye geldim…"
"Nedir?" demişti ve ona bütün hikayeyi anlatmıştım. "Ve işte bunlar da belgeleridir" demiştim… Bu belgelerin çoğu da Rumca'ydı… "Bunlar Yüksek Komiserlik'ten Kıbrıs'a gönderiliyor… Bunları tercüme ettiriniz…"
Avustralya Başbakanlığı'nda personel şefi Yunan bir kişiydi. Şimdi bir senatördür bu adam. Adı Arthur Sinodinos'tur, hala senatördür. O zaman personel şefiydi ve Avustralya hükümetiyle bağlantımdı benim… Herhangi birisiyle görüşmek istediğimde, ona telefon etmem yeterdi, hemen ayarlardı görüşmeyi…
Dışişleri Bakanı'na "Filanın, falanın da haberi var bu işten" dedim. "Sizden bu duruma müdahale ederek onu sınırdışı etmenizi istiyorum" dedim.
"Durumu inceleyelim ve sana bilgi veririz" demişti Downer. Ofisinde iki kişi daha vardı o anda, yanımızda. Birkaç hafta sonra bir toplantı daha yapmıştık.
Beni aramış ve "Çok ciddi konular vardır" demişti.
Ona "Hayır, Sayın Bakan" demiştim, "bu konu basına gidecek" demiştim. "Ve basında ne manşet olacak bilir misiniz? "Eğer Kıbrıs Yüksek Komiserliği, Avustralya'daki Kıbrıslılar'ı idare ediyorsa, İtalyan Yüksek Komiserliği, İtalyanlar'ı idare ediyorsa, Maltalılar da Maltalılar'ı, eski Yugoslavya da Yugoslavyalılar'ı, o zaman sizin işiniz nedir?" diye soracaklar size" demiştim. "Avustralya'da onlarca etnik toplum var, hepimiz etnik toplumlardan geliyoruz – ya siz yöneteceksiniz bu ülkeyi ya da etnik toplumlar" demiştim. "Sizden eylem talep ediyorum. Sizden rica etmeye gelmedim bunu, talep etmeye geldim… Bir şey yapmanızı talep etmeye geldim" demiştim. "Aksi halde yarın basına ve televizyonlara gidecem" demiştim.
O zaman Downer, "Bir dakika" demişti, "eğer şimdi Kıbrıs Yüksek Komiserliği'ne karşı bir hareket yaparsam, bunun sonuçları ne olur biliyor musun? Çok ciddi sonuçları olur bunun" demişti. "Diplomatik bir olay olur bu… Ve büyük bir düşmanlık yaratır" demişti.
"Ne yapacaksınız?" demiştim.
"Onu buraya çağırarak kendisine fırça çekeceğiz" demişti.
"Size işinizi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyemeyeceğim" demiştim, "ama bu konuda bir şey yapılmazsa, ben de medyaya gideceğim…"
"Kaygılanma, bu işi bana bırak" demişti Downer.
SORU: Bunlar ne zaman oluyordu?
SPİRO KONSTANTİNU: Sanırım 1999-2000 yıllarıydı…
Her neyse, aradan birkaç hafta geçmişti, Canberra'ya gitmiştim, orada Yunan toplumunun bir toplantısı vardı ve Yüksek Komiser de orada konuşma yapacaktı. Ben de davetliydim bu toplantıya. Ben Yunan değildim ancak nazik biçimde bizi de davet etmişlerdi. Böylece Canberra'ya gitmiştim. Ve Yüksek Komiser gördü beni. Birisini göndererek dışarıda benimle konuşmak istediğini iletti.
Ben onunla konuşmak için dışarı çıkarken, iki de başka Kıbrıslı benimle birlikte dışarı çıkmıştı. Beni dışarı çıkarken görmüş, ne olduğunu bilmeden kalkıp benimle birlikte dışarı çıkmışlardı!
Gidip toplantıdan uzakta bir yere oturmuştuk.
Yüksek Komiseri Avustralya Dışişleri Bakanlığı çağırıp fırçalamıştı… Ve son derece öfkelenmişti buna!
"Neler çevirdiğinin farkında değil miyim sandın?" demişti bana.
Bu adamın adı A… idi. Ona saygı göstermediğimi göstermek için ona küçük ismiyle hitap etmiştim:
"Be A…." demiştim, "yaptıklarımı inkar edeceğimi mi zannettin? Sana taa Brisbane'deyken görüşeceğimizi söylemiştim" demiştim.
"Hatırlarsan odada konuşmuştuk ve sana Kıbrıs'ın mı yoksa Kıbrıslırumlar'ın mı Yüksek Komiseri olduğunu sormuştum. Sen de "Tüm Kıbrıs'ın" demiştin. Aydın da senin temsil ettiğin insanlardan biridir, sana yardım için başvurabilir yani çünkü bir Kıbrıslıdır o" demiştim. "Ve sen onun odada bulunmasını kabul etmiyor musun? Kim oluyorsun da böyle davranıyorsun?" demiştim sana… Kendi işini yapmayı bile beceremiyorsun, yetersizsin bunun için…"
O gün orada, Canberra'da tartışmamız o kadar çirkinleşmişti ki "Sana şimdiden söyleyeyim, Avustralya'daki görev süreni tamamlayamayacaksın" demiştim. "Kıbrıs'taki tüm bağlantılarını da biliyorum senin" demiştim.
O da bana "Beni tanımıyorsun" demişti. "Benim çocuklarımı kim vaftiz etti bilir min? Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü vaftiz etti çocuklarımı" demişti. Kardeşini de tanıyordum. Kardeşi de bir dönem Kayıplar Komitesi'ndeydi…
O yıl tekrar Kıbrıs'a gelmiş ve konuşmak için ayağa kalkmıştım yurtdışında yaşayan Kıbrıslılar toplantısında. Avustralya'daki faaliyetlerimizi anlatmak yerine, Yüksek Komiser'in yaptıklarını anlatmaya başlamıştım toplantıda! Cumhurbaşkanı da oradaydı. "Yurtdışında Kıbrıs'ı temsil eden bazıları çoban bile olamaz" demiştim, "bırakın diplomat olmayı!"
Kardeşi gelerek beni öğle yemeğine davet etmişti. Beni Hilton'a götürmüştü… O gün tesadüf eseri orada bulunan Özker Özgür'le de orada tanışmıştım.
Yüksek Komiser'in kardeşi benden geri adım atmamı istemişti. "Bazı psikolojik sorunları vardır kardeşimin" demişti. Ben de ona, "Psikolojik sorunu varsa, zaten Yüksek Komiser olmamalıdır" demiştim. "Bir kahvehanede açıkça EOKA-B'nin kendisini onlara katılmaya davet ettiğini, bunu reddettiğini çünkü kendisine önerdikleri rütbenin çok düşük bir rütbe olduğunu anlattı kardeşin" demiştim. "Küçük kardeşin işte budur… Sen ona söyle geri adım atsın, bana söyleyeceğine" demiştim. "Böyle birisini Yüksek Komiser yaptınız. Bunu Kıbrıs'ta yapabilirsiniz ama Avustralya'da yapamazsınız" demiştim. "Onunla mücadele etmeye devam edeceğim" demiştim.
Sonuçta Kıbrıs hükümeti ortalığı yatıştırması için gelecek toplantımıza bir bakan göndermişti, Manolis Hristofidis'i göndermişti… Kıbrıs hükümeti beni dışlamak için harekete geçmişti, aleyhime oyları toparlamışlardı, bunu biliyordum. Pek çok kanıt toplamıştım, bunları Avustralya basınına verirseydim, epeyi bir soruşturma olacaktı… Toplantıdan bir gece önce Hristofidis beni görmeye gelmişti… "Bu, başınıza çok dert açacak" demiştim. "Yüksek Komiseri yarın buradan çıkaramam" demişti. "Açıktır ki ikiniz birlikte olamıyorsunuz" demişti.
"Yani benden istifa etmemi istiyorsunuz" demiştim.
"Pozisyonunu düşün ama öncelikle Kıbrıs'ı düşün" demişti.
"Benim derdim sizin gibi insanlarla" demiştim. "Yarın toplantıya hitap edeceğim, söylemem gerekenleri söyleyeceğim ve ayrılacağım" demiştim.
Ertesi günü toplantıya hitap etmiştim. Benimle aynı masada oturuyorlardı bunlar.
"İşte bunlar Kıbrıs sorunundan bir kariyer yapan şahıslardır" diyerek onları işaret etmiştim elimle. "Eğer Kıbrıs sorununu ortadan kaldırırsanız, bunların yapacak işi kalmayacaktır" demiştim. "Yılda 300 bin dolar kazanmayacaklar, şöförlü Mersedesler süremeyecekler ve bugünkü gibi toplantılara katılmak üzere kendilerine ödenek verilmeyecektir" demiştim. Ve orada bulunanlara sormuştum, "Aranızdan herhangi birisi buraya gelip bu toplantıya katılmak için ödenek aldı mı?"
"Hayır" demişti insanlar.
"Ama bunlar ödeniyor" demiştim. "Biletleri ödeniyor, evden uzakta oldukları için çifte ödeniyorlar, büyük olasılık bu toplantı nedeniyle ceplerine 5 bin dolar girecektir" demiştim. "Sizin cebinize ne girdi?" demiştim. "Şimdi söyleyin bakalım, kim çalışıyor Kıbrıs için? Karar verin, kim çalışıyor Kıbrıs için… Sizin ve benim gibi insanlar. Ya onlar ne yaptılar? Sizi bana karşı çevirdiler… Size şans dilerim… Bunu yapmanız gerekmez, sizi bu dertten kurtaracağım, istedikleri kuklayı oturtabilirler o pozisyona ve birkaç yıl içerisinde Kıbrıs İçin Adalet Komitesi de geçmişte hangi noktadaysa, o noktaya gerileyecektir" demiştim. "Törensel bir pozisyondur bu" demiştim. Ve bunları söyleyip bu işi kapatmıştım. Adaylığımı koymamıştım.
Sonra da Tümer Mimi ve Aydın Mehmedali aracılığıyla tanıştığım onun gibi birkaç kişiyle birlikte çalışmaya başlamıştım, Kıbrıslıtürkler'i davet etmiştik, dört Kıbrıslıtürk davet etmiştik, Kıbrıslı toplumlardan insanlar öykülerini anlatmışlardı, inanılmazdı bu… "Kıbrıs İçin Adalet Komitesi"ne ihtiyacım yoktu, doğrudan insanlar arasında temaslar başlatmıştık… Orada anlatılan hikayeleri anlatsam, ağlarsınız… Ve Kıbrıslırumlar da ilk kez Kıbrıslıtürkler'in hikayelerini dinliyordu.
Benim üzüldüğüm bir nokta vardır: Bu tür etkinliklere olanak sağlamıyor hükümet çünkü o zaman kendi yetersizlikleri ortaya çıkacaktır…
(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler - Sevgül Uludağ – 26 Haziran-10 Temmuz 2017)
No comments:
Post a Comment