Thursday, October 5, 2017

ARŞİVDEN: Toplu mezarı bulan çocuğun öyküsü...

ARŞİVDEN: Toplu mezarı bulan çocuğun öyküsü...


YENİDÜZEN – 9-16 OCAK 2007
Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler...
Sevgül Uludağ

Caramel_cy@yahoo.com

ARŞİVDEN: 9-16 Ocak 2007 – YENİDÜZEN – "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" – Sevgül Uludağ

*** Muratağa İlkokulu'nda çekilmiş bu eski fotoğrafta bulunan çocuklardan hayatta kalan tek kişi olan Şafak Nihat, yaşadıklarını anlattı...

Toplu mezarı bulan çocuğun öyküsü...

*** 1974'te Şafak Nihat, 14 yaşındaydı... Muratağa katliamına kurban gitmesine ramak kalmıştı... Havettaların içine gömülmüş, onu arayanlar bulamamıştı... O an yalvarmıştı: "Tanrım, ne olur, kalp atışlarımı duymasınlar!..."

*** Saklandıkları yerden çıktıklarında köy bomboştu... Tüm aramalara rağmen, Muratağa'nın kadın ve çocuklarının nereye gittiği bulunamamıştı... Bir gün, Muratağa yakınındaki çöplüğe giden Şafak Nihat, çöplüğün tepesinde pijamasının ucu görünen bir el gördü ve köylülerinin bu çöplükte gömülü olduğunu anladı... Koşup amcasına, babasına haber verdi... Muratağa'daki toplu mezar böyle bulundu...

Sevgül Uludağ

Muratağa'da bir ilkokul vardı, bu okulda tek bir sınıf vardı, bu sınıf tek bir odanın içindeydi... Bu okulda tek bir öğretmen vardı... Müdür, müdür muavini falan yoktu...
Bu tek sınıfta, bütün köyün çocukları okurdu... Evet, evet... Aynı sınıfın içinde... Tek bir odanın çeşitli alanlarına birler, ikiler, üçler, dörtler, beşler, altılar oturur, öğretmen hepsine birden ders verirdi...
Bu sayfada görülen bu fotoğrafta bulunan çocuklar 1974'te EOKA-B'ciler tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar (Maratha-Aloa-Sandallaris) katliamında öldürüldüler... Ben, tümünün öldürülmüş olduğunu sanıyordum... Uzunca bir süre böyle sanıyordum...
Katliamı gerçekleştiren katillerden en az dördünün geldiği köy, Piperisterona (Alaniçi) idi... Geçtiğimiz aylarda Kıbrıs'ın güneyindeki mecliste bir komitenin toplantısına gittiğimde, aynı köyden olan milletvekili Kutsu'ya bu fotoğrafı vermiş ve "Yardım edin, Muratağa-Atlılar-Sandallar'da neler oldu, ortaya çıkaralım" demiştim...
Bu fotoğraf böylece ilk kez güneydeki Meclis'te gündeme gelmişti... Bunu haberlerde gören sevgili arkadaşım Faize Özdemirciler beni aramış, "Sevgül, bu fotoğraftaki çocuklardan bir tanesi hayattadır!" demişti... "Adı Şafak..."
O zaman, Şafak adlı bu çocuğu bulmaya çalışmıştım... Hüseyin Rüstem Akansoy'u aramıştım... O da, Şafak Nihat adlı bu çocuğun yaşadığını, öğretmen olduğunu söylemişti... O zaman, KTÖS Genel Sekreteri Şener Elcil'i aramış ve Şafak Nihat'ın telefonunu ondan bulmuştum...
Bu fotoğraftan sağ kalan tek çocuk Şafak Nihat'tı... Büyümüş, öğretmen olmuş, Minareliköy'de öğretmenlik yapıyordu...
Onunla geçtiğimiz Pazar gecesi buluşup konuştuk... Bana yaşadıklarını anlattı...
1974'te Şafak Nihat, 14 yaşındaydı... Muratağa katliamına kurban gitmesine ramak kalmıştı... Sabahleyin kurşun sesleriyle uyanmışlar, babası Hasan Nihat, "Çabuk saklanın" demişti... Aileden her biri bir yere saklanmıştı... Küçük Şafak da havettaların içine gömülmüştü... Saklandıkları yere EOKA-B'ciler gelmiş, onları aramışlardı... Ama bulamamışlardı... Onu arayanlar, yakınında dolaşırken, küçük Şafak yalvarmıştı: "Tanrım, ne olur, kalp atışlarımı duymasınlar!..."
Aradan saatler geçmiş, onlar saklandıkları yerde ecel terleri dökmüşlerdi...
Akşam üzeri saklandıkları yerden çıktıklarında köy bomboştu... Tüm aramalara rağmen, Muratağa'nın kadın ve çocuklarının nereye gittiği bulunamamıştı...
Bir gün, Muratağa yakınındaki çöplüğe giden Şafak Nihat, çöplüğün tepesinde pijamasının ucu görünen bir el görmüş ve köylülerinin bu çöplükte gömülü olduğunu anlamıştı... Koşup amcasına, babasına haber vermiş, Muratağa'daki toplu mezar böyle bulunmuştu...
Şafak Nihat'la konuşmamız kolay olmadı... Bu fotoğraftakilerin isimlerini hatırlamaya çalıştı, büyük çoğunluğunu hatırladı da... Bugün bu fotoğrafı ve bu isimleri yayımlıyoruz... Eksik kalan isimleri, eminim okurlarımız tamamlayacak..


SORU: Şafak Nihat, şu anda kaç yaşındasınız?
ŞAFAK NİHAT: 1960 yılının Eylül ayında doğdum...

SORU: Muratağa doğumlusunuz...
ŞAFAK NİHAT: Evet...

SORU: Babanız Hasan Nihat öğretmendi... Ama emekli öğretmendi galiba o...
ŞAFAK NİHAT: Yok, babam 1972'de emekli oldu... Boltaşlı köyündeydik, emekli olunca gelip Muratağa'ya yerleştik... Babamın köyü Muratağa'ydı... Annem de Cihangirli'dir, adı Nezihe...

SORU: Babanız öğretmen olduğu için, yer yer gezerdiniz herhalde...
ŞAFAK NİHAT: Karpaz'da, Tremeşe, Afanya, Kaleburnu'nda öğretmenlik yaptı mesela... Babam Kaleburnu'ndayken ben 3 yaşındaydım... Kuruova'ya geçtik sonra, Boltaşlı'ya geçtik. Oradan emekli oldu... Bir sene, iki sene kalırdı kaldığı yerde, Boltaşlı'dan emekli olup 72'de Muratağa'ya yerleştik- ben galiba üçüncü sınıftaydım, Muratağa İlkokulu'nun üçüncü sınıfına girdim...

SORU: Muratağa İlkokulu nasıl bir yerdi? Tek bir sınıftı dediydiniz bana...
ŞAFAK NİHAT: Tek bir sınıftı... Güzel bir bahçesi vardı, ağaçları vardı...

SORU: Bütün sınıflar vardı, tek bir sınıfın içinde dediydiniz bana...
ŞAFAK NİHAT: Evet, karmaydı... Burada Ahmet Yorgancıoğlu'ylu hocamız vardı, üçüncü sınıftan itibaren hep o okuttu beni...

SORU: Nasıl biriydi?
ŞAFAK NİHAT: Çok mükemmel, bakımlı – zamana göre – gayet modern, efendi, örnek bir öğretmendi... Üç sene evvel falan gördüm kendisini, konuştuk... Elini öptüm...

SORU: Yani müdür falan yoktu...
ŞAFAK NİHAT: Yok, yok... Tek öğretmenli bir okuldu...

SORU: O zaman Sandallar, Atlılar, başka okuldaydı...
ŞAFAK NİHAT: Evet... Sandallar'la Atlılar arasında, köyün dışındaki okuldaydılar. Şu anda müze yapıldı okul...

SORU: Peki 74'ten ne hatırlarsınız? O zaman siz 14 yaşlarındaydınız...
ŞAFAK NİHAT: Orta 1'i bitirdiydim...

SORU: Ortaokula nereye gittiydiniz?
ŞAFAK NİHAT: Namık Kemal Lisesi'ne...

SORU: Gider gelir miydiniz her gün?
ŞAFAK NİHAT: Yurtta kalırdım... Haftasonları gelirdim...

SORU: Başka biri var mıydı köyden sizinle birlikte gidip gelen?
ŞAFAK NİHAT: Hatırladığım, vardı... Aynı sınıfta yoktu... Daha büyükler vardı... Türker vardı, bir büyük benden... Hatırladığım o...

SORU: Haftasonları gider gelirdiniz...
ŞAFAK NİHAT: Evet... Köyün otobüsü vardı...

SORU: Kim çalıştırırdı otobüsü?
ŞAFAK NİHAT: Şöförün adı, Cemal Karahasan... Rahmetlik oldu şimdi... Cemal Dayı derdik kendine...

SORU: Bedford muydu?
ŞAFAK NİHAT: Yani öyle bir şeydi... Minibüsçüktü... Şimdiki bu Isuzu minibüsçükler ayarında ama daha ilkel bir minibüsçüktü. Küçük küçük koltucukları vardı, sıkışırdık, dolardı... Bazan ayakta kalırdık! Sandalyecikleri vardı, onları çıkarır, oturturdu bizi... Haftasonları köye gelirdik... Cuma öğleden sonra gelirdik, bohçacığımızı alır gelirdik, kirlilerimizle!...

SORU: Yurt nasıl bir yerdi? Yurt nerdeydi?
ŞAFAK NİHAT: Yurt, Namık Kemal Lisesi'nin üçüncü katının kuzey tarafıydı... Gene aynı okulun içindeydi...

SORU: Tuhaf geldi miydi yurtta yaşamak size, o zaman?
ŞAFAK NİHAT: E, tabii... Köyden şehire geçmeyi yaşadık... Gayet değişik, gayet konforlu... Daha sosyal bir yaşama geçtik. Çünkü köyde yalındı ortalık, herşey basitti. Görüştüğün insanlar aynıydı... Orada Karpaz ağırlıklı çocuklar kalırdı yurtta... Gayet güzel, hoş zaman geçirirdik... Değişik bölgenin insanları, değişik ağızları görürdük – bir harmoni içinde bir gençlik geçiriyorduk...

SORU: Dersler zor geldi miydi size Namık Kemal'e gittiğinizde?
ŞAFAK NİHAT: Namık Kemal'e gittiğimde, eğitimimiz iyiydi, öğretmenimiz gayet iyi eğittiydi bizi... Birinci sınıftaki karne ortalamam 8.4 idi... Pek iyi'yi yakalıyordum... Sadece hadiselerden sonra, bu ortalama 8.4'ten 6 küsürlara düştü... Demek ki psikolojik olarak bir sarsıntı geçirdim mi diyeyim, bu olaylardan sonra...

SORU: 74'ü nasıl hatırlarsınız? Temmuz'dan başlarsak... Yazda ne yapardınız mesela köyde? Hayvancıklarınız var mıydı?
ŞAFAK NİHAT: Keçilerimiz vardı, artı 3-4 tane de koyunumuz vardı... Benim görevim, bunları gütmekti! Yaz tatiline çıktığımızda, çobanbaşı bendim evde!

SORU: Kaç kardeştiniz?
ŞAFAK NİHAT: Beş kardeştik... En büyüğümüz İlker, Tuncer, Güneş... Kızkardeşim Solmaz, en küçüğü de ben... Ben mi istiyordum, ben mi seviyordum? O dönem benim görevimdi bu hayvancıkları gütmek... Sonra en büyük iki kardeşim o dönem Türkiye'ye gidiyordu... En büyükle aramız 8 yaştı... Zincirleme, arka arkaya gelen, iki-üç yaş arayla beş kardeştik... Annem ev hanımıydı... Velhasıl işte, yazlarda görevim keçileri gütmekti, evin çobanı bendim...

SORU: Nereye götürürdünüz keçileri?
ŞAFAK NİHAT: Köyün en fazla bir kilometre kadar dışına çıktığımız, köy etrafındaki bize ayrılan tarlalarda otlatırdım... Babam havetta ekmeye meraklıydı. Nadas bırakmazdı. Diyelim arpa ekildiyse, arkasına havetta veya burçak ekerdi. Bunlar toplandıktan sonra, keçicikleri havettaların bulunduğu yere götürürdüm...

SORU: Bir de Muratağa-Sandallar yöresinde pek çok mağaracıklar olduğu söylenir...
ŞAFAK NİHAT: Var, hala daha... Mezarlıktır buraları... Bir dönemin mezarlıklarıdır... Basamaklarla inilen, mağaralar... Bulunduğumuz bölge itibarıyla bayağı zengindir... 20 Temmuz günü de, uzağa gitmiştim ben keçilerle... Sandallar altlarında bir yere gitmiştim, 1.5-2 kilometre bir mesafeydi... Sabahtan erkenden kalkıp götürüyordum... Yanıma suyumu, biraz da yiyecek alırdım. Öğlen gelirdim ama eve... Sabah güneş doğarken hareket ederdim, 10 civarlarında eve gelmek şartıyla çıkıyordum. O gün sadece, çıktıktan hemen sonra, kardeşim bisikletle gelip beni geriye getirdi... En büyük kardeşim Mustafa İlker'di bu... Ne dediğini hatırlamam, eve gelince öğrendim olayı esas... Asker çıkarma yaptı falan filan, evde oturduk konuşurduk, ne yapacayık, ne edeceyik falan filan... Nolacak gibisinden... Babam da evdeydi. Bir kardeşim, Tuncer Türkiye'deydi, İzmir'de okurdu, gelmediydi daha... Bu arada bir toplanma olayı oldu. Bütün köylü otobüslere bindirildi, sakin sakin şimdiki Alaniçi yani Piperisterona İlkokulu'na güle oynaya otobüslerle gittik. Tabii biz farketmedik manzarayı – ne oldu, ne etti... Öyle kötülük yok işin içinde...

SORU: Sizi toplamayı gelenleri tanır mıydınız?
ŞAFAK NİHAT: Rahmetlik babam da, biz da, Rumlar'la pek karışmazdık.

SORU: Babanızın ifadesinde var çünkü... İşte kapı çalındı, Pantelis diye biri geldi falan der...
ŞAFAK NİHAT: Babam biraz tanıyabilir da ben neredeysa sıfır- Rumları tanımazdım... Köyde bir tane ekip biçen Rum vardı, onu tanırdık, o kadar...

SORU: Alaniçi (Piperisterona) İlkokulu'nda ne hissettiydiniz? Gene normal miydi ortam?
ŞAFAK NİHAT: Normal değil, gayet gergin bir bekleyiş oldu orada. Aç susuz bir bekleyiş oldu. Bir patırtı kütürtü oldu akşama doğru. Akşama doğru ne olduysa yani, bizim farkedemeyeceğimiz şeyler bunlar. Birilerinin arkasından koşturmuşlar, kurşun atmışlar, bunları görmedik, duymadık biz yani... Sadece Yunan subayları geldiydi ciple gördüğümüz, sonradan öğrendik ki Yunan subaylarıymış. Orada bizi toplayan Rumlar'la tartışmış bunlar, gergin bir tartışma olmuş. Ve onlar gittikten sonra, bizi tekrar köye gönderdiler... Yaşları büyük olanları orada tuttular – ben sınırdım herhalde yaş olarak, onun üstündekileri orada tuttular. Ondan sonra onları Gülseren'e götürdüler, oradan da Leymosun'a.... Biz akşama eve gittik yani...

SORU: Bütün aile döndünüz yani...
ŞAFAK NİHAT: Bütün aile dönmedik. Sadece ben, kızkardeşim ve annem döndük... Güneş, iki erkek kardeşim ve babam kaldılar. Ve köyün bütün erkekleri kaldı... Bir buruklukla geriye gittik, napacayık, ne edeceyik diye... Bütün kadınlar ve çocuklar döndüydü geriye. Bir iki hafta kadar sonra, tam da iyi hatırlamam... "İşe yaramayan" esirler geri geldi. Yaşlılar ve çocuklar yani... Bu arada babam da geri geldi, o gelince biraz güven geldi bizim çekirdek ailemize diyeyim... O bırakmalarda gelen genç çocuklar vardı, Sandallar'dan olsun, bizden olsun... Onların bir şanssızlığı oldu orada – onlar katliamda katledilmiş oldu. Bırakmayaydılar, esir olanlar hayatta kaldı... Neyse, 14 Ağustos'a kadar gergin bir süre var, korku içinde bir yaşam...
Bizim evimiz, köy girişinin asfaltının altında... Köy içinden geçen bir yol var, yaklaşık 200 metre aşağısındadır. Köyün altında sayılır ev. Dolayısıyla ilkin biz görmüyorduk, Rumlar gelip geçiyormuş, silah atıyorlarmış, birilerine sataşıyorlarmış... Oturup birilerine yemek yiyor, içiyorlarmış, birşeyler söylenildi ama biz tanık olmadık, uzaktaydı çünkü evimiz. Duyumlar aldık. Rumlar gelir otururmuş, zorla yer içermiş evlerin bazılarında. 14 Ağustos'a kadar öyle gergin bir süre geçti. Esas kafamda iz bırakanlar 14 Ağustos ve ondan sonrası...
14 Ağustos'a geldiğimizde, sabahleyin erkenden uyandık – olayın etkisiyle uyandık herhalde. Bir heyecan, bir konuşamama... Evde babam işte, "Ne yapacayık? Ne edeceyik?" Savaş devam ediyor, Türk askeri yürüdü... Biz tedirgin bir şekilde bekliyoruz, aman gelip bizi alacaklar? Gelip bizi öldürecekler? Napalım ne edelim diye bir tedirginlik...
Hatta annem altınlarını evin yanını kazıp gömdü! Dedim, "Bir şey de olursa yani kim bulacak bunları?" "Olsun" dedi babam, bunları hatırlarım. Dedim "Yani biz ölürsak, kim bulacak, nasıl bulacak?"... "Rumlar almasın da bir şey değil" gibisinden bir şey söyledi rahmetli babam.
Bu arada sabah altı, altıyı çeyrek veya on geçe, neyse, güneş ya doğdu ya doğmadı – aniden iki silah sesi duyduk evin içinde... Sabah serinliğinde silah sesi, sanki da kulağımızın dibinde atılmış gibi geldi... Dang... Bir silah sesi daha, dang... Bir panik içinde, evde dağıldık... "Allah! Geliyorlar bizi öldürsünler!" dedik. "Hemen saklanın" dedi rahmetlik babam... Hemen baktık, nere gidebilirik diye... Eski bir evdi babamın oturduğu, daha önce nenem yani babamın annesi de yaşlılığında bu evde oturduydu. Bazı eşyaları da getirmişti oraya – o anda kullanılmıyordu bunlar... Ev, eski Kıbrıs köy evleri gibi, güzel bir havlısı olan, yardımcı odaları, samanlığı, ortasında kuyu evi, kuyu olan bir ev, bir köy evi... Evin hemen yanındaki eski model Karpaz şöminesi olan bir de odası vardı. İki tane pilim vardı ve koyunlarımızın yünlerini de oraya atmıştık...

SORU: İki tane ne vardı?
ŞAFAK NİHAT: "Pilin" dediğimiz, varel gibi bir şey... Şimdi "pilin" diyoruz, insanlar anlamıyor... Topraktan yapılmış, yaklaşık bir metreküp hcminde bir yapı... Altında da kapağı var, topraktan yapılmış. Saman-toprak karışımı, gayet sağlam... Onun içine eskiden mesela buğday koyuyorlarmış ve açıp kapağını birkaç kilo alır, gene kapatıyorlarmış. Bir depo olarak kullanılıyormuş o... Biz de onun içine havetta doldurmuştuk – yarısı havetta dolu dururdu yani... Br tanesi boş... Ben o panikte, atılıp onun içine girdim. Onun üstü de tahta, blagaj tahtalarla kapalı. Uzun uzun tahtalar. Ve onun üstünde de nenemin bakır tencereleri var...
Ben araladım, girdim havettanın içine... Üste de tahtaları kapattım... Kızkardeşim de boş "pilin"in içine girdi... Arkada da baca, gene topraktan yapılı, böyle evin tam köşesine yapılmış, ilkel bir bacaydı... Bu bacanın kullanıldığını görmedim ben... Annem de onun içine atlamış, koyun yünleri vardı, koyun yünlerinin arkasına, karton-marton, birşeylerin arasına girmiş...

SORU: Babanız nereye saklandıydı?
ŞAFAK NİHAT: Babamızın nerede olduğunu bilmezdik... Babamızın nerede olduğunu 4-5 gün sonra öğrendik... Anlatırım onu da...Yaklaşık on metre daha uzaklıktaki, samanlık olarak kullandığımız odanın içine girdi. Oda yarısına kadar saman dolu vaziyetteydi. Ve o dönem ne almıştık biz? Televizyon mu, buzluk mu ne almıştık... Onun kartonlarını sakladıydık, civciv beslemek için!... Girmiş, samanın içine gömülmüş, o televizyon kartonlarından birini de kafasına giymiş, nefes almak için...

SORU: Abiniz Mustafa İlker?
ŞAFAK NİHAT: O esir idi... Onu bırakmadıydılar... En son bırakıldı onlar...

SORU: Kardeşiniz Güneş?
ŞAFAK NİHAT: Güneş da esir idi...

SORU: Demek ki babanız, siz, kızkardeşiniz ve anneniz – dört kişiydiniz... Ne kadar kaldınız orada? Ne hissederdiniz o "pilin"in içinde?
ŞAFAK NİHAT: Bir korkuyla kaldık orada... Altı sularında olduydu bu... Bir yarım saat sonra bir gürültü, bir patırtı – kapıyı kırmışlar meğer... Güm, güm, güm sesler duyuyorduk... Kapıyı kırmışlar – sonradan çıktığımızda öğrendik, akşam üzerine doğru çıktık oradan. Çıktığımızda öğrendik ki kapı kırılmış, kapılar açık...

SORU: Yani sabah 6'da falan kırdılar kapıyı...
ŞAFAK NİHAT: 6'da değil, bir saat içinde, yani biz saklandık, bir saat içinde oldu... Zamanı tam kestiremen o heyecandan – hatta şimdi bile heyecanlandım bunu anlatırken... Benim "pilin"im karanlıktı – kapının yaklaşık birbuçuk metre yanındaydı. Küçük, iğne ucu kadar bir delicik vardı. O delicikten ışık geliyordu, gözüm orada, hiçbirşey görünmezdi ama... Bir ışık geliyordu sadece. O kapının kırıldığı gürültüden sonra, çatçutçutçut, ansızdan aydınlandı bizim bulunduğumuz oda... Kapıyı açmışlar... Patkütkütküt – ışık kapanır, biri geçti gitti önümden, onu görürüm... Ve hatırladığım şu: İz kaldı demek ki beynimde... "Tanrım" dedim, "Allahım! Kalbimin sesini gelen duymasın!" Tanrı'ya bu şekilde yakardım... Ne kadar korktuğumun bir şeyidir bu da herhalde – farkındaydık herhalde, öldürecekler korkusu vardı herhalde ki öyle bir şey hissettim ve söyledim... Kalbim o kadar patırdıyordu herhalde ve hissettim ben... Bir patırtı gürültü, tekrar kaçtılar... Bir sessizlik... Sessizlik... Bir süre geçti gene, bir saat, iki saat... Bir keçi, oğlak bağırtısı... Kaldığımız yerin üstünde hanay vardı, hanaya basamak çıkardı. İki metrelik bir duvar vardı... Avludan keçileri, oğlakları alıp, bağıra bağıra, damımızın üstünden geçirip kaçırdılar. Bir patırtı ve oğlak sesi duyduk, saat 10 sıralarında, o da bitti...

SORU: Kesip yeyceklerdi herhalde...
ŞAFAK NİHAT: Herhalde... Birkaç tane alındı, hepsi alınmadı... Sessizlik var gene... Öğlen sıralarında korkunç bir sessizlik... Öğlen sıralarında ben açmışım tahtaları, çıkmışım dışarıya, tişörtümü çıkarıp sıkmışım arkaya, böyle faşş diye sular çıkmış, akmış yere diye annem söyler bana... Ben hatırlamam bunu... Bunu yapmışım ve tekrar girmişim içeriye. Hafızamda yok bu... Akşamüzerine doğru, acıktık mı, susadık mı ne, ben çıktım dışarıya... Anneme da seslenerek, yavaş yavaş süzülerek, etrafa bakmaya çalıştım. Önce baktım, kapı açık, kapı kırık... Buzluktan birşeyler alıp yedim herhalde... Geldim, anneme söyledim, böyle böyle, kapı kırık... Onların çıktığını hatırlamam... Su içtim herhalde, çıktım, ihtiyaçlarımı karşıladım... Akşam, güneş batımına doğru, bir cıyırtı, bir ses geldi... Değişik bir ses, irkildik gene... Cıy cıy, cıy cıy diye bir gıcırtı...

SORU: Şiroydu?
ŞAFAK NİHAT: Yok... Gizlenerek baktık buna, devam eder, devam eder, nedir bu gıcırtı? Amcam – o da rahmetli oldu şimdi – o da saklanıp kurtulmuş mesela... Adı Kemal Mustafa Can... Ali Osman Can'ın babası yani, amcamdı... Koyunlarına su çekiyor! Kuyudan su çekiyor koyunlarına! Yaşasın dedik, gidelim amcama!... Konuştuk, geldim annemle konuştuk, "Tamam" dedi annem, "git bak bakalım napar da, napacağımıza karar verelim, bu şekilde deliğin içinde duramayık" gibisinden... Neysa ben gizlene gizlene gittim evine – ben 14 yaşında delikanlı... Kapıları açık, her taraf kırık dökük... Ben yavaş yavaş, sürünerek, duvara atıla atıla gidiyordum. Avluya gittik yok, evinde yok, odalarında yok... Samanlıklara bakarık yok, koyun yerlerinde yok!... Ansızdan bir kapı açtım, bir bakarım rahmetlik amcam, elinde bir balta, bekler! Alnından şıpşıpşıp terler akar! Beni görünca, "Aman oğlum! Ne seslenmedin, sen olduğunu! Öldürecektim seni!" dedi... Böyle bir rahatladı, boşaldı ansızdan... Hiç unutmam o halini... Boncuk boncuk terler... Amcam da rahmetlik, kapı gibi bir adamdı yani. Eliyle bir çarpsa bana, herhalde damlara kadar uçardım! O kadar güçlü bir adamdı...
Onlar da evin arka tarafındaki mağaranın içine girmiş, yengem, amcam ve tatile gelen torunu Gökçer Mengü... Saklandılar ve onlar, köyün da altına inen yolun yanında, olan bitenden haberdar... Olayı anlattı bize, ne olduğunu... "Topladılar gene" dedi, "bütün köylüyü, otobüse gidecek diye, hep yoldan geçirdiler ve filanın sesini tanıdım, şuyudu, buyudu" dedi, sesten çıkardı kim olduklarını da o zaman...
Onu görünce biz bu şekilde böyle, güven geldi bize da diyeyim artık... Gelip anneme söyledim... Annem ve kızkardeşim, toplanıp amcamların bulunduğu yere gidiyoruk biz. Onlar daha geniş bir yerde, biz daha sıkışık bir yerde kaldık gibisinden. Onların ağıllarına gittik... Böyle ağıl-ambar türü, eski yapılardı bunlar. Hala durur o yapılar... Oraya gittik...

SORU: Babanız yok ortada...
ŞAFAK NİHAT: Babamız ortada yok, babamızdan haberimiz yok. Biz oraya gidince, Gökçer'le ben – bir yaş fark var aramızda, yeğen işte – biz oraya buraya bakarık... Olayın farkında değilik artık... İşte gizleneceğiz... Fazla ciddiye almamaya başladık, korku geçti... Ne olur, ne eder? Onların bir de radyocuğu var – radyodan da askerin Mağusa'ya gittiğini duyduk... Ertesi gün olur, asker Mağusa'ya gitti, bizde asker yok, nasıl olur bu iş? Neysa, bu arada ertesi günün akşamı babam çıkmış, köyü dolaşıyormuş... "Be Şafak! Solmaz! Hanım! Nerdesiniz? Falanca! Filanca! Nerdesiniz?" diye çağırıyormuş... Kimse yok köyde! Annem duymuş bunu! Annem çıkmış önüne, "Gel" demiş, "saklanırık, biz burdayık!" "Oh!" demiş, rahatlamış o da... Ve tekrar gitti babam yerine, öğreninca biz hayattayık... Girmiş, samanın içine gömülmüş... Bu şekilde yaklaşık altı gün kaldık biz... Altı gün sonra, köye asker geliyor... Caminin yanında... Bakar, köyde kimse yok... Nere gitti bu köylü? Asker havaya ateş açıyor, bol bol ateş açıyor havaya... Nasıl oldu? Babam mı söyledi bana? "Barış Gücü geldi galiba" dedi... Çünkü babamın radyosu da yok... "Bak" dedi, "anten gördüm falanca yerde... Bak, Barış Gücü'ysa, söyle da biz burdayık, bildir bizi" dedi.
Baktık, cip geldi, bulunduğumuz yolun yanından aşağıya geldi... Bizim bulunduğumuz bölgede herkesin avlusunda mandırası vardı, asker hayvanları açıyordu, sağ kalan hayvanlar koştura koştura kaçıyordu... Ben izliyordum olayı, aten... Üzerinde Türk bayrağı... Alnında Türk bayrağı... Koşturdum gittim babama, "Baba!" dedim, "bunlar Türk askeri! Türk bayrağı var!" "Koştursana, gitsene yanlarına!" dedi! Rahmetli babam koşturarak çıktı! "Siz bizim askerimizsiniz!" dedi, capcup öpmeye başladı! Yani... Böylelikle işte kurtulduğumuza inandık, bu olayı atlattığımıza inandık... Babam askerin komutanına "Biz kalamayık burada" dedi, "biz korku içindeyik..." Askeri birliğe götürdü bizi, bir gece kaldık orada...

SORU: Neredeydi o?
ŞAFAK NİHAT: Akova'daydı askeri birlik, Vuda'da... Topçu birlik... Ondan sonra, bir gece kaldıktan sonra, biraz yıkandık ettik çünkü bir hafta yaz günü kan-ter içinde kaldıydık... Müthiş bir kokular içindeydik!
Neysa, tekrar yerimize geldik. Nere gitti bu insanlar?
Ondan sonraki süreçte – ben kendi dünyamda olanları anlatıyorum, belki gerçek küçük nüanslarla farklıdır ama ben yaşadıklarımı anlatıyorum...
Amcam çoban olduğu için, ben çoban yamağı olarak, bütün köyün davarını – amcamın kendi davarı da vardı, bizimkini da kattık içine – topladık, suvarırık, eşekler de salma etrafta... Biz eşeklerin üstünde kovboyculuk oynayarak, amcamın yaveri... Suvarma işi da, eski model dolap kuyuları vardı – hayvanı koşuyorsun, tıktıktıktık döner, su çıkarırdı... Benim görevim buydu... Amcam "Hade" deyinca bana, ben koştururdum dolap kuyusuna, bütün köyün koyunları gelip su içerdi...
Bu süreçte esirdir mesirdir lafı geçiyordu, babam komutanlarla konuşuyor... Güneye bildirilmiş, haber gelmiş, böyle kadın çoluk çocuk esir yok, kayıtlı yok! Nerde bu insanlar?
Amcam – rahmetlik oldu o da şimdi – bulunduğu delikten "Bu taraftan tarama sesi geldi" dedi... "Tarr-tarr-tarr taranırdı" dedi, "acaba vuruldu, öldürüldü?"
Reolarla asker geldi bütün ovaya...

SORU: Reo dediğiniz?
ŞAFAK NİHAT: Reo.. Askeri araçlar var ya... Kamyonlar... Sıralandı böyle beş metre on metre aralıklı... Bütün Dörtyol-Korkuteli-Prasko dediğimiz eski adı, Muttayaga yani Mutluyaka – o bölge üçgenindeki bütün ova arandı askerlerle... Müthiş sayıda asker – ben deyim 500, siz deyin 1000... Kalabalık bir ekip, sıralı, gezildi, arandı... Öyle bir şey yok... Babamın teşhisine göre, kuyunun içinde amcam sesin nereden geldiğini anlamadı... "Bu yannı" dedi, o bölge arandı, yok... Yani köylü bulunamıyor...
Neysa, ikinci harekattan 18 gün sonrayı anlatayım... Köyün ters tarafında, Mandirga dediğimiz bölgede yani Yıldırım dediğimiz yerde...

SORU: Yani Milya...
ŞAFAK NİHAT: Milya... O bölgede otlatıyorken gene hayvanları, gene ben eşeğin üzerinde... Rumların çöp döktükleri bir alan vardı... O çöplüğe biz ara sıra gidiyorduk, Barış Gücü askerlerinin eski pilleri vardı, sıra sıra... Taş atmak için hücreleri vardı... Onlardan aramak amacıyla gittim ben çöplüğe... Çöplüğe gittim, çöplüğün şekli değişik... Piramit... Piramit... Üç-dört tane piramit çöplükte... Çöplükte müthiş bir koku... Bir çürümüşlük kokusu, korkunç bir koku! Yavaş yavaş giderken, ansızdan, bir pijamalı el piramitin dışında... Pijamalı bir el gördüm... İşte bu çocuğun eliydi, Ersoy'un eliydi... Görünce onu, jeton düştü... Dedim "Hah! Bizim köyün insanları burada..." Bir etrafı kolaçan ettim, eşeciği koşturtarak gittim... Amcam gitti, "Amman bizim köylüler burada" dedi, "koş babana haber ver!"
Gittim babama haber verdim, gitti Dörtyol'daki komutanlara... Komutanlar geldi gördü, nöbetçi koydu... Bir gün haber verdiler basına ve ertesi gün açılmaya başlandı, ben haber verdikten sonra...

SORU: Toplu mezar açılırken ordaydınız?
ŞAFAK NİHAT: Açılırken bir süre orada bulundum... Herkes tanınıyordu yani... Ben, çıkarılan köylüleri tek tek tanıyordum, herkes tanınıyordu... Çoğunun başlarında kurşun deliği vardı... Nasıl anlıyorsunuz bunu? Kafatasında saçlarının yarısı düşmüş, yarısı bir tarafa açılmış... Kafatası kalem çapı genişliğinde delik... Artı oralarda epeyi kurşun vardı. Gene gördüğümüz, genç delikanlılar, telle, deste şeklinde bağlanmıştı...

SORU: Nasıl yani?
ŞAFAK NİHAT: Yani arka arkaya... Sırt sırta verilip 6-7 kişi, deste halinde, telle bağlanmış halde çıkarıldı. Yakıldı bunlar... Nereden anladık? Saçları kıvırcık kıvırcık oldu, düz saçlılar, yanık yanık...

SORU: Bazılarının başı kesikti...
ŞAFAK NİHAT: Başı kesik olayı pek anlaşılamazdı çünkü çıkarırken, çürümüşlükten el kopardı, kafa kopardı, ayak kopardı... O, olabilirdi... Bazılarının, yaşlı kadınların özellikle, yüzleri tülbentle kapatılmıştı... Demek ki olayı anladılar – babamın yorumu ve benim da desteklediğim – ve istemediler... Anladılar olayı ve gözlerini kapattılar, kendi başörtüleriyle...
Evet... Artı, gene yalan gerçek bir söylenti dolaşıyordu, kafatası üzerinden saymışlar, bir kafatası fazla çıkmış...

SORU: Bir veya iki...
ŞAFAK NİHAT: Rahmetlik babam bir dediydi...

SORU: Bir Kıbrıslırum...
ŞAFAK NİHAT: Sonradan şeyettik bunu, digger-loader'i olan bir Rum, vermek istememiş digger-loader'ini bu iş için... Onu da almış bu EOKA'cılar, buraya getirmişler, işletmişler, işlettikten sonra vurmuşlar kendini, atmışlar bu şeyin arasına... Yalan-gerçek, bunu da duyduk...

SORU: Ben Dionisis Malas'la röportaj yaptıydım – ona göre önce Piyi'den (Alaniçi) bir digger-loader, yani şiro getirdiler fakat şiro çalışmamış. Gitmişler, Yıldırım (Milya) köyüne, oradaki bir adama "Görevdir gelecen" demişler. Adam bilmeden gitmiş ne olduğunu. Sonra görünce yapması gerektiğini, bırakmış şiroyu ve kaçmış. Şu anda bu adam hayattadır – Malas'ın komşusudur Baf'ta... Makarios'un kurduğu bir tim vardı, EOKA B'cileri izlesin ve yok etsin... O timdeydi Malas, Makarios'un kardeşinin kızıyla evliydi. Ve Aysergi'de çiftliği vardı bu adamın. Malas'ın anlatması, bu olay olmadan bir gece önce, Aysergi'de bir evden iki ceset çıkardılar ve bir yere götürdüler. Bunlardan bir tanesi Makrides diye Lefkonuklu bir adamın oğlu – solcu değillermiş ama EOKA-B'ye karşı olan insanlarmış. Bunun oğlu Andreas, yaralı hastanede yatırmış Maraş'ta ve bu EOKA-B'ciler gidip almışlar onu hastaneden, bu yaralı adamı getirdiler, işkence yaptılar, öldürdüler ve büyük olasılık diyor Malas, Muratağa'ya gömdüler... Bir başka hikaye çıktı – Boğaz'da Kemal'in Yeri var ya? Bu olaydan bir süre sonra bir Türk subay gitmiş oraya elinde fotoğraflarla. Ve demiş ki "Artı iki ceset çıktı – bir tanesi Rum, bir tanesi de yabancı kameramandı..."
Kameraman kim olabilirdi? Onu araştırdım... Bir kısım İngiliz istihbaratçısı, Kanada istihbaratçısı vs. olabilir olasılığı belki... Bunlar keşfettiysa kendini, öldürüp atmış olabilir. Bir kesin, iki da olabilir diye duydum ben...
ŞAFAK NİHAT: Rahmetli babama göre bir kafa fazla çıktı...

SORU: Belki şirocu da olabilir... Belki da gidip başka bir şirocu almışlardır başka bir köyden...Belli değil orası...
ŞAFAK NİHAT: Olabilir...

SORU: Ondan sonra nasıl başedebildiniz bu travmayla?
ŞAFAK NİHAT: İşte diyorum size... Önceki ortalamam 8.4 idi... Ve ben farkında değilim yani, mutlaka bir deperesyon olayı vardır... Bir sonraki yıl notum 6.7'lere düştü... Benim farkettiğim bu.... Bu olayları mezarları başında izlerken, o kadar etkilendim ki, gözümden yaş damlamadı hiç... Yani ogün bugündür pek ağlayamam... Yani, ne bileyim, acıma hissim çok değişiktir. Ne bileyim... Bir insanı mesela en basiti bıçakla parçalayabilirim, hiç gözümden yaş gelmez ve soğukkanlılıkla yapabilirim bunu. Öyle bir acımasız... İkrah etme olayım yoktur... Bu kadar kokuyu duydum... Yabancı basın mensupları maskeyle gezerdi, ben çıplak burunla kokular arasında gezebilirdim yani... Herhangi bir kokudan aman tiksindim falan yok yani... Kokuyu alırım, çok güzel koku alırım fakat ikrahlığım yoktur... Mesela okulda afeden çocuklar kusar, başka öğretmenler aman midem bulanır der, bende hiç öyle bir şey yok. Ben rahatlıkla temizleyebilirim...

SORU: Ölümün kokusunu aldın...
ŞAFAK NİHAT: Yani ha... Çok kötü bir koku ve görüntüydü...

SORU: Bir da hep arkadaşlarınızdı, aynı sınıftaydınız...
ŞAFAK NİHAT: Yani... Arkadaşlarımı tanıdım, komşularımı tanıdım, insanları tanıdım... Şöyle bir olaya da şahit oldum: Eşinin yüzünü almak isteyen bir adam, elinde bir çubukla eşinin yüzüğünü almak isterken, ben da ona şahit oldum. Çıkarmaya çalıştı yüzüğünü çürümüş bedenden – parmak koptu, kemik koptu... Başka bir çubukla, o kemiği bastırdı, yüzüğü yine aldı. Bir kağıda sarıp, mendile sarıp cebine koydu. Yani bunu da gördüm ve başka biçim oldum... Anlatılmaz duygular... Yani... Aslında iyi bile ayakta durduk, etkileri olmuştur mutlaka... Tony Angostiniotis gösterim yapatı Atatürk Kültür Merkezi'nde, bizi da çekti, konuşturdu... Sonrası bir İstanbullu bayan, nerden bulunduysa geldi, birşeyler konuştu... "Bayağı etilenmiş olmanız lazım, herhalde" dedi, "psikolojik bir tedavi aldınız" dedi "bu olaydan sonra..."
Dedik "Maalesef alamadık, öyle bir imkan bulamadık..."
Demek ki böyle bir travma yaşadık, farkında değilik yani... Etkileri olmuştur mutlaka...

SORU: Sonra nereden öğretmen olmaya karar verdiniz? Hep öyle hayalinizde bir şeydi yoksa? Bu olaylardan sonra mı? Yoksa, tesadüf müdür?
ŞAFAK NİHAT: Tesadüf değil... Herhalde öğretmenimiz etkilediydi bizi... Ahmet öğretmenimizden dolayı...

SORU: Ve bir da gidersiniz siz Muratağa'ya...
ŞAFAK NİHAT: Alıştık birlikte...

SORU: Yani terketmediniz orayı...
ŞAFAK NİHAT: Yooo.... Kesinlikle... Kesinlikle... Birçoğu terketti... Köyümüze sahip çıktık. Hala daha oradayık. Orada yaşamasak bile haftada birkaç defa giderim... Belki de onun için bu travma olayını atlatabildik. Terkedeydik daha korkularla yaşamış olacaktık. Ama terketmedik... Olayın içinde yaşadığımız için, ne geçtiğini neredeyse birebir yaşadığımız için, belki ondan dolayı korkular, şüpheler konusunda aşırı bir psikolojik sarsıntı olmadı. Herhalde diyorum ben çünkü mutlaka olmuştur, olması da lazım... Sonradan olaya baktığımda, bu not düşüşüyle demek ki bir etkilenme, bir sarsıntı yaşadım, yaşamam lazım...
Atılgan bir çocuktum ben, bu olaydan önce. Ondan sonra bir suskunluk dönemi geçirdim ve neredeysa röportajın başında çekingen tavrım, belki da bundan kaynaklanır...

SORU: Ama haklısınız, çünkü kolay değil... Aynı şeyleri tekrar yaşarsınız...
ŞAFAK NİHAT: Etkilenirim... Demek ki hala daha etkilenirim...

SORU: Ben bu toplu ilkokul resmini güneydeki Meclis'e götürdüm, Kutsu diye bir milletvekili var Piyi köyünden (Alaniçi) – "Senin köyündendir katiller, buyur al, yardım et bize bulalım, ne oldu tam" dedim...
ŞAFAK NİHAT: Okudum o yazıyı...

SORU: Onun üzerine işte Faize Özdemirciler, bu çocuklardan biri yaşar, adı da Şafak'tır diye aradı beni... Hiç bilmiyordum...
ŞAFAK NİHAT: Sizin bu konu üzerindeki çalışmanız Tony'ninkine benzer mi? Onun düşüncesi şöyleydi: İki toplumun anlaşabilmesi için, bu yapılanların itiraf edilmesi gerekir... Çünkü bunu "Türk toplumu yaptı" veya "Bunu Rumlar yaptı" diye bilirik biz... O diyor "Rumlar bunu bilmez... Biz yapmadık, haberimiz yok bunlardan, söyleyince bize şoke olduk" diyor... "Topluma maledilmesin, yapanlar kimdir, çıksın meydana, hesap versin" diyor... "Ondan hesap sorulsun..." diyor. O toplumdan da, bu toplumdan da kimsa, çıksın hesap versin diyor, ondan sonra başlasın barışma süreci iki toplum arasında diyor...

SORU: Bu yapılmazsa mümkün değildir ama iki toplumun sivil toplum örgütlerinin, liderliklerinin anlaşması lazım, ne yapacağız bunları biz? Bu tartışılmıyor. Şu anda böyle bir süreç yok! Güney Afrika'da mesela benzer şeyler yaşandı. Güney Afrika'da dendi ki "Ey katiller! Gelin, itiraf edin, ne yaptınız! Eğer gelip da yazılı, toplumun önünde, kendi kendinizi deşifre edersanız ve yazılı itiraf edersanız, affedeceyik sizi. Ortaya çıkmazsanız eğer ve hakkınızda birileri tanıklık edersa, hapse gideceksiniz!" Böyle bir süreç... Bu, Güney Afrika için uygundu. Burda ne yapacaklar? Burada ben ya da sen karar veremeyik – toplumların tartışması lazım ama tartışılmıyor. Ne tartışılıyor şu anda? Ne için dava açılıyor? Mal için! Mal davaları açılıyor, insanları tartışan yok... Bunlar yalnızca birer rakam...
ŞAFAK NİHAT: Sünger çekiliyor...

SORU: Kayıplar birer rakamcıktır? Nedir yani bunlar?
ŞAFAK NİHAT: Sünger çekiliyor bunların üzerine, tamam, kapansın deniyor... "Kinimiz yok, biz yaşarık, mal şeyine düşelim" tartışması yapılıyor. Örnek verdiğiniz gibi, bunun da bir şekilde kapanması lazım... Yani, o mantıklı bir şey. Daha iyisi bulunursa, tartışarak, daha iyisini bulalım...

SORU: Ama konuşsun insanlar ve önersinler...Ancak Muratağa ve Palekitre'nin (Balıkesir) özelliği var diğerlerinden ayrılan. Kadınlar ve çocuklardır kurban... İşte Çatoz'da Rumlar'ı esir aldıydılar ve komutan dediydi öldürün bunları falan... O başka bir şey. O da kabul edilemez çünkü savaş esiridir. Ama bu başka bir şey...
ŞAFAK NİHAT: Soykırım olayına girer bu...

SORU: Bu, direk katliam yani...
ŞAFAK NİHAT: Balıkesir'deki da (Palekitre) benzer mesela. Çünkü savaşla ilgisi olmayan masum insanlar onlar. Ellerini kaldırır, durur... Kadın, hiç savaşma şeyi yok, çocuğun hiçbirşeyi yok...

SORU: Orada da birkaç aylık çocukları öldürdüler Palekitre'de... Ve bizim insanımız yaptı yani! Türk askeri falan değil yani! Kıbrıslıtürkler yaptı! Ve üç kişi!...
ŞAFAK NİHAT: Ben da bilmezdim onu! Okuyunca öğrendim, deştim biraz... Görmüşler bazıları da öyle birşeyler olduğunu, öyle resimler olduğunu ortada görmüşler, ondan sonra kaybolmuşlar... Öyle birşeyler...

SORU: Bir da ailelerin de söylemesi lazım, ne isterler, ne yapılması lazım. Ama bu tartışmayı, iki toplumun da yapması lazım... Rumca gazetelerde yazdığımda şok geçirdiydi insanlar... Etkilendi çok insanlar çünkü gizleniyor kendilerinden...
ŞAFAK NİHAT: Bilmezlermiş... Tony'yle da konuştuk, "Bilmeyik biz bunları" diyor... "Yaptım diye afaroz ettiler beni!" diyor. Attılar kendini neredeysa Aysergi'ye (Yeni Boğaziçi)! Orada kalırdı...

SORU: Benim sormadığım, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
ŞAFAK NİHAT: Herşeye rağmen, bir Kıbrıslıtürk olarak diyorum ki, kinci değilik... Onlar bunları katletti, biz da onları katledelim, onlar canavardır, çağdışı insanlardır... Bunu diyemiyoruk... Bugün oldu, diyemiyoruk... Demek ki savaşın getirdiği bir olgu olarak görüyorum bunu... Soykırım kadar hükmedecek bir şey, affedilecek bir şey değil – 18 aylık çocukların katledilmesi... Buna rağmen, gene de katil gözüyle bakmıyorum ben karşı topluma... Münferit kişiler... Aşırı uçların yaptığı olaylar... EOKA'cılar diye lanse edildi bize mesela, aşırı milliyetçiler... Akritas Planı'nı uygulamak isteyen kesim... Azınlıktır ama işte fırsatını bulunca, iki toplum arasındaki gerginlikte fırsatını bulunca, emellerini gerçekleştirmeye çalışır ve o topluma malederik biz da bunu, o toplumun içinden çıktığı için... Dediğiniz gibi, yargılanma da olmayınca bir konsensusa ulaşılıp, bu konuların kapatılması için veya suçluysa suçluların yargılanması için da bir şey da olmayınca...

(Bu röportaj YENİDÜZEN gazetesinde, "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" yazı dizisinde 9-16 Ocak 2007 tarihlerinde yayımlanmıştır – Sevgül Uludağ.)

No comments: