Monday, April 10, 2017

Yalçın Okut: “Fanatizm değil de sağduyu hakim olsaydı, bunlar hiç yaşanmayacaktı…”

*** Babası Akaçalı Veysi Hüseyin "kayıp" olan ve hem Lefkoşa Genel Hastanesi, hem de Tatar'ın Dağseven'e verdiği listede bulunan Yalçın Okut anlatıyor...

Yalçın Okut: "Fanatizm değil de sağduyu hakim olsaydı, bunlar hiç yaşanmayacaktı…"

Geçen hafta kaybettiğimiz değerli arkadaşımız Yalçın Okut'un babası 1963'ten "kayıp"tı… Babacığından geride kalanların bulunup kendisine teslim edildiğini göremeden göçüp gitti…
Onunla 25 Ekim 2007'de yani bundan tam on yıl önce, "kayıp" babasını konuşmuştum…
Röportajımızı YENİDÜZEN gazetesinde "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" başlıklı yazı dizimde yayımlamıştım…
Nurlar içinde yatsın… Onun anısına on yıl önce yaptığımız bu röportajı yeniden yayımlıyorum:
"Yalçın Okut'u tam bir "istiridye"ye benzetiyorum – bunun nedeni bunca yıldır sürekli yazıp çizmesine karşın, babasının "kayıp" olduğu hakkında herhangi bir ipucu vermemiş olması. O, "incisi kayıp bir istiridye" gibi bu konuda tamamen kendi üstüne kapanmış, derin yaralarını kendine saklamış, bunları ifade etmemiş...
Nitekim Aralık 1963 sonunda Lefkoşa Genel Hastanesi morgunda bulunan 21 Kıbrıslıtürk'le ilgili listeyi ve Rüstem Tatar'ın Dt. Hüsrev Dağseven'e vermiş olduğu Ayvasıl'daki toplu mezarlardan çıkarılanların olduğu öne sürülen 21 kişilik listeyi yayımladığım zaman, Yalçın Okut'un yakın bir arkadaşı beni arayıp, "Veysi Hüseyin'in Yalçın Okut'un babası olduğunu biliyor muydun?" diye soruyor. Her iki listede adı geçen Akaçalı Veysi Hüseyin'in böylece Yalçın Okut'un babası olduğunu öğreniyorum.
Onu arıyorum ve düzenli olarak yazılar yazdığı Afrika gazetesinde buluşup konuşuyoruz. Bu oldukça zor bir röportaj oluyor çünkü bugüne dek bu konuda hiç konuşmamış... Zaman zaman röportaj bandını durdurup birkaç dakika ara veriyoruz. Sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz...
Yalçın Okut, "kayıp" babası Veysi Hüseyin'i, Akaça'daki yaşamı, sonrasındaki yaşamını anlatıyor... Babasının tek bir fotoğrafı var, onu da bir albümde buluyorum... Başka tek bir fotoğrafı bile yok... Hem o günlerde insanların fazla fotoğraf çektirmeyişi, hem de babası gidip de geri dönmeyince Akaça'dan göç etmeleri, belki bulunabilecek birkaç hatırayı da yok etmiş... O nedenle babasından geriye kalan tek bir flu fotoğraftan başka bir fotoğraf yok elimizde... Bu flu suretten ve Yalçın Okut'un anlattıklarından, Veysi Hüseyin'in nasıl birisi olduğunu canlandırmaya çalışıyoruz...
Akaça'dan Lefkoşa'ya otobüsle gelirken, Baf Kapısı'ndaki barikatta otobüs durudurulmuş. Rum şöföre "Otobüste Türk var mı?" demiş otobüsü durduran Rumlar. Otobüs şöförü "Yoktur" demiş – Veysi Hüseyin'in varlığını gizlemiş. Ancak arka sıralarda oturan bir Kıbrıslırum, otobüsü durduranlara sessizce bir işaret çakmış ve Veysi Hüseyin'i göstermiş. Onu otobüsten indirip sokak ortasında vurmuşlar... Herhalde ondan sonra da Lefkoşa Genel Hastanesi morguna kaldırmışlar... Haftalardır yazmakta olduğumuz hikayeyi biliyorsunuz artık: Kıbrıs Rum tarafı, Türk tarafına morgta bulunan 21 Kıbrıslıtürk'ün listesini göndererek "Gelin, alın" diyor. Türk tarafı bu 21 kişiyi almıyor ya da alamıyor... O zaman bunlar Ayvasıl'daki (Türkeli) Türk mezarlığı çevresine kazılan çukurlara gömülüyor. Ardından Türk tarafı, İngiliz askerlerinin koruması altında ve Kızılhaç gözetimiyle yabancı basının gözü önünde bu toplu mezarlarda kazı yapıyor ve buradan 21 ceset çıkarılıyor. Bunlar Kızılay hastanesine otopsi için gönderiliyor. Ardından Tekke Bahçesi'ne gömülüyorlar. Veysi Hüseyin'in de Ayvasıl'daki (Türkeli) toplu mezarlardan çıkarılıp Tekke Bahçesi'ne gömülmüş olma olasılığı yüksek. Çünkü her iki listede de adı geçiyor... Tekke Bahçesi'nde "meçhul" mezarlara gömülen bu isimsiz "kayıp" Kıbrıslıtürkler için kazı yapılıp, bunlar DNA testine gönderilirse, o zaman belki diğer "kayıp" Kıbrıslıtürkler'in yanısıra, Yalçın Okut'un babası Veysi Hüseyin'in de kemikleri ailesine iade edilecek.
Yalçın Okut için, babası Veysi Hüseyin'in kemiklerine kavuşup kavuşmamak, çok fazla bir anlam ifade etmiyor... "Annem hayatta olsaydı..." diyor ve gözleri doluyor... Annesi hayatta olmuş olsaydı, eşi Veysi Hüseyin'e kavuşması onun için çok büyük anlam taşıyacaktı... Ama Yalçın Okut'un annesi gibi, pek çok Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kadın, ömürlerini 30 yıl, 40 yıl süreyle, evden çıkıp giden ve bir daha geri dönmeyen eşlerini bekleyerek, hastalar olarak, rüyalarında onları görerek, onların adını sayıklayarak ölüp gittiler... Bir kuşak kadın, iki tarafın da niyeti olmuş olsaydı, büyük kolaylıkla çözülebilecek böylesi insani bir konuda, "kayıp" insanların bulunup sevdiklerine iade edilmesi konusunda, yıllarca oyalanmışlar ve acı içinde, gözleri açık gitmişler...
Yalçın Okut'la tüm bunları konuşuyoruz... Onunla röportajımız şöyle:

SORU: Kaç yaşındasın?
YALÇIN OKUT: 59... 1947 Akaça doğumluyum...

SORU: Annen-baban da Akaçalı mıydı?
YALÇIN OKUT: Tabii tabii... Babamın adı Veysi Hüseyin, annemin Hidayet...

SORU: Akaça nasıl bir yerdi? Karma bir köy müydü?
YALÇIN OKUT: Karma bir köydü... Büyük bir yer – biz küçük bir azınlıktık, yani 160-170 kadar Türk vardı, Rumlar'ın nüfusu 2 binin üzerindeydi. Fakat şunu söyleyeyim en baştan: Köyde hiçbir çatışma olmamıştı, 58'lerde... Hatta başka köylerden fanatik Rumlar'ın gelip bir gece baskın yapmaya çalıştıklarını ve bizim Akaçalı Rumlar'ın onları durdurup geri gönderdiklerini de biliyoruz...

SORU: Siz hatırlarsınız...
YALÇIN OKUT: Ben çocuktum, büyükler daha iyi hatırlar, anlatılır bu...

SORU: Siz kaç kardeşsiniz?
YALÇIN OKUT: Beş kardeş, ben ikinciyim... En büyük Kaya...

SORU: Akaça tam nerededir?
YALÇIN OKUT: Peristerona'dan bir önce yani havaalanından sonraki ikinci köy... Lefkoşa-Omorfo anayolu üzerinde...

SORU: Rumlar galiba Akaki der oraya...
YALÇIN OKUT: Agaci derler, İngilizler de Akaki...

SORU: Yani senin çocukluğun hep köyde mi geçiyordu?
YALÇIN OKUT: Hayır, Lefkoşa'da okula gidiyorduk, yaz tatillerinde gidiyorduk. Yatılı okuyorduk çünkü... 63'te 16 yaşındaydım – lise son sınıftaydım. 16 nasıl lise son sınıf olur? Bir yıl önce gitmiştim ilkokula. Dedem Kaya'yla beni elimizden tuttu, "İkisini birlikte yazacaksınız" dedi...

SORU: Peki nasıldı hayatınız? Baban ne işle uğraşırdı?
YALÇIN OKUT: Babam çiftçiydi, verimli topraklarımız vardı. Hatta su parası ödemekten usandıydı babam. Osman Mısırlızade'nin üç tane su motoru vardı köyde. Mısırlızade ailesinin bizim köyde çok malları vardı – yağ değirmenleri, un değirmenleri, su motorları vardı... Çok zengin bir aileydi...
Babam su parası ödemekten bezmişti... Bostan, patates, çok su isteyen ürünler bunlar... Dedemin dönme-dolap kuyusu vardı. Tabii sular azaldıkça, dönme-dolap kuyular da çok derin olmuyordu, biliyorsun, su çekilmişti. Babam tutturdu illa "Madem ki dedenizin burada dönme-dolap kuyusu vardır, ben artezyen kazacağım ve suyu bulacağım" diye. İnatçı bir adamdı. Kazdı, buldu 62'de ve refah düzeyimiz belirgin bir şekilde yükselmişti o yıl çünkü su parası ödemiyordu, ihtiyacımızdan arta kalan suyu da satıyordu Rumlar'a!

SORU: Ürettiği sebzeleri kendisi mi götürüp pazarlardı?
YALÇIN OKUT: Tüccarlar gelip alıyorlardı...

SORU: Peki evler nasıldı? Türkler ayrı mahallede miydi?
YALÇIN OKUT: Hayır, karmaydı...

SORU: Mesela Rum komşunuz var mıydı?
YALÇIN OKUT: Vardı... Sadece Türk kahvesi ayrıydı ama Rum kahvelerine de giden çok Türk vardı tabii...

SORU: Komşularınızı hatırlar mısınız?
YALÇIN OKUT: Çok iyi hatırlarım...

SORU: Mesela?
YALÇIN OKUT: Mihaili vardı, Mihaili tüccarlardan, biraz da tefecilik yapan varlıklı bir aileydi. Zaman zaman, bütün diğer köylüler gibi, Türk veya Rum, babamın da ondan faizle borç aldığını hatırlıyorum. Üç kızı vardı Mihaili'nin – bir tanesi dilsizdi, iki de oğlu vardı. Oğullarından biri şimdi Avustralya'da...

SORU: Sen hangisiyle oynardın?
YALÇIN OKUT: En küçükle ben oynuyordum... Bir tanesi Eleni'ydi, bir tanesi de Maria. İlk gözağrım da diyebilirim yani! Maria...

SORU: Sade Tremeşeli'nin olmayacak ya Maria'sı!
YALÇIN OKUT: Tabii, tabii!... Ne yazık ki o suyu bulmamız ve hayat seviyemizin yükselmeye başlaması çok kısa sürdü – 62'de bulmuştuk suyu, 63'te olaylar başladı...

SORU: Babanız hangi tarihte "kayıp" olduydu?
YALÇIN OKUT: İkinci gün sanıyorum... Tahtakale'de Cemaliye'yle Zeki öldürülünce, ertesi günü de lisede talebelerin üzerine ateş açılmıştı ya, köylere abartılı haberler gidiyordu.

SORU: "Kan gövdeyi götürdü" falan filan...
YALÇIN OKUT: "Rumlar Türkler'i kesiyor" falan diye... E adamın üç tane evladı yani biz üç kardeş Lefkoşa'da okulda idik – ben lise son'daydım Kaya'yla, Fikret ortaokuldaydı, o abartılı haberlerden de etkilenerek babam gidip illa evlatlarını bulacak... Haksız da değildi...

SORU: Sizi aramaya geldiydi!
YALÇIN OKUT: O abartılı haberler içerisinde... Tahtakale'deki çatışmalar başladığında ben yurtta kalıyordum. O sarı taştan okul var ya, şimdi Turizm Bakanlığı oldu, Haydarpaşa'nın yurdu olmadığı için, oradaki yurtta kalıyordum. O gece ranzada üst kattaydım, Tahtakale'de Cemaliye ile Zeki Karabülük vurulduğunda – birkaç kurşun da gelip bizim yurdun camlarını delmişti... Ansızın böyle koca koca amcalar belirdi, belli ki TMT'den biz öğrencileri korumak için gelen TMT üyeleriydiler. "Şiltelerinizi alın" dediler, "burası tehlikeli... Aşağıya, sınıflara ineceksiniz..."
Aldık şiltelerimizi ve sınıflara yere serdik, sınıflarda yatmaya başladıktı...

SORU: Cemaliye ve Zeki Karabülük olayı hakkında ne anlatılırdı? O dönem neler duyduydunuz?
YALÇIN OKUT: Cemaliye'nin dul olduğu biliniyordu...

SORU: Çocuğu vardı...
YALÇIN OKUT: Boşanmıştı, bir kızı vardı... Görüştün mü onunla?

SORU: Soyadını bilmiyorum kızın...
YALÇIN OKUT: Tahtakale'de yaşıyordu Cemaliye... Bizim lise binasına çok yakın olur mahalle, nitekim kurşunlardan bir tanesi de bizim pencerelere ve duvara saplanmıştı.

SORU: Yani Tahtakale'de tam olarak ne olduğunu bilir misiniz?
YALÇIN OKUT: Kitaplardan okuduk... Gibbons'un "Genocide Files"ını okudun mu? Tabii çok taraflı bir kitaptır o ama orada anlatıyor, Cemaliye'nin ne kadar güzel bir kadın olduğunu... Ayrıntılar var orada. Gibbons da zaten casustu, Lübnan'dan kovulmuştu. İngiliz'di. Ünlü bir gazeteci. Sonra kitabı Ankara'da Türkçe'ye de çevrildi. Fakat adı değiştirilerek. İngilizce adı "Genocide Files"dır, Türkçe'ye "Kıbrıs'ta Soykırım" diye çevrildi. İngilizce kitabının birinci baskısında, iç kapakta, "iki taraflı casusluk yaptığını İngiliz resmi otoritelerinin resmen kabul ettiği tek ajan" diye belirtiliyor. Öyle ilginç bir adam. Ama Türkçe'de yok o... Ben birkaç kez görüştüm kendisiyle, Kıbrıs'a gelip gidiyor... Bu gelişinde haber vereyim, görüştüreyim sizi...

SORU: Evet... Babanız ikinci günü çıktı, nasıl gelmeye çalıştı Lefkoşa'ya? Arabası mı vardı?
YALÇIN OKUT: Arabası yoktu. Evimiz anayol üzerindeydi. Lefkoşa-Omorfo anayolu ve büyük bir otobüs şirketi vardı, "Galoyiro"... "Galoyiro", "İyi seferler" diye çevrilebilir. Büyük bir şirketti. Otobüslerden bir tanesinin şöförü de bizim köylü birisiydi. Rum...

SORU: Adını hatırlar mısın?
YALÇIN OKUT: Bulabilirim adını, gittim, görüştüm kendisiyle kapılar açıldıktan sonra. Anacığım da arkada fırına ekmek salıyormuş o gün... Gerek diğer köylüler, gerekse anacığım, engel olmaya çalışırlardı babama, gitmesin diye. Fakat o gün, tesadüfler bu kadar olabilir... Anam arkada fırına ekmek salarken, "Galoyiro" otobüsü geçer – saat başı seferleri vardı... Şöför de, bizim tanıdığımız şöför, bizim köylü şöför... Onu görünce, herhalde biraz ondan da cesaret alarak diye düşünüyorum, bizim peder atladı otobüse... Çok sonraları bana söylediğine göre, iki sene önce gidip bulmuştum bu şöförü, "Çok uğraştım, Veysi, deli olma, yollar tekin değil demeye çalıştım fakat dinlemedi beni" dedi.
Bir panel vardı iki yıl önce, o gün, Akaça'da... Neofitos ile eski İçişleri Bakanı Hristu konuşacaktı. O panele gitmiştik... Kahvede oturuyorduk, kahve içiyorduk, panel saatini beklerken... Beni görür görmez tanıdı...

SORU: Herhalde benzersiniz babanıza...
YALÇIN OKUT: Çok benziyorum, evet... Ağlamaya başladı... Tabii yaşlıydı, Alzheimer hastalığı vardı galiba, elleri titriyordu... "Ben suçsuzum" dedi.
"Elbette, ben seni yargılamak için gelmedim yani" dedim... "Senin suçsuz olduğunu, engellemeye çalıştığını, daha önceden duymuştum..." dedim.

SORU: Nasıl olmuş yani olay? Bindi otobüse Veysi Bey, sonra ne oldu?
YALÇIN OKUT: Baf Kapısı'nda, EOKA'cıların kurduğu barikat vardı. Durdurdular şöförü, "Arabada Türk var mı?" diye sordular. "Yoktur" dedi, korumak için. Silahı şakağına dayadılar, "Yalan söylüyorsan, senin işin bitiktir" dediler. Arkadan birileri... Tabii komşu köylüler, tanıyorlar birbirlerini köylüler, sesli de değil, parmağıyla işaret etmiş. Ola ki sesinden tanınır diye... Orada indirmişler, hemen infaz etmişler...

SORU: Orada öldürdüler yani...
YALÇIN OKUT: Evet, evet... Baf Kapısı'nda, parkın olduğu yerde... İndirince, "Sen git" demişler şöföre... "Ben sürdüm arabayı" diyor, "daha hareket eder etmez, tarama sesi duydum" diyor...

SORU: Gördü yani...
YALÇIN OKUT: Evet... Bu bölümü, yaklaşık 10 yıl önce, o zaman "Avrupa" gazetesiydi "Afrika", yazmıştım... Bir insan sırf Türk olduğu için nasıl öldürülür? Faşist eğitimden geçirilmişse, o köpekler yaparlar...

SORU: Sonra siz veya anneniz nasıl öğrendiniz babanızın "kayıp" olduğunu? Bu Rum şöför mü gidip söyledi aileye, yoksa?...
YALÇIN OKUT: Evet... Akşam köye gidince söylemiş. Muhtara söylemiş...

SORU: "Muhtar" dediğiniz Türk yoksa Rum?
YALÇIN OKUT: Türk muhtar... Turgut Veli... Ünlü eğitimci Oğuz Veli var ya, onun abisi... Ve Turgut Veli, İngilizler aracılığıyla bir mesaj göndermiş, Lefkoşa'daki komutana, "Biz korku içerisindeyiz..." Köydeki Rumlar ısrar ediyormuş, "Gitmeyin, biz sizi koruyacağız" diye... Buna rağmen toplandılar, tüm köy, terkettiler.

SORU: Babanızın ölümü üzerine göç ettiler...
YALÇIN OKUT: Bunun da büyük etkisi var tabii... Bir kısmı Lefkoşa'ya yerleşti, bir kısmı Ortaköy'e, bir kısmı Gaziveran'a gitmiştir...

SORU: Dağıldılar...
YALÇIN OKUT: Dağıldılar... Mağusa ve Galatya'ya yerleşenler oldu, akrabalarımız da vardı...

SORU: Sen nasıl duyduydun?
YALÇIN OKUT: Köylüler gelince Lefkoşa'ya...

SORU: O ana kadar haberin yoktu...
YALÇIN OKUT: Haberim yoktu evet... Okullar kapanmıştı, mücahitliğe başlamak üzereydik... Saray Otel'e toplanmıştı bütün insanlar, orada barındırılıyorlardı... Atatürk İlkokulu'nda barındırılıyordu bir sürü göçmen... Bir keşmekeştir gidiyordu...

SORU: Şahin Sineması'nda da vardı, Kaymaklılılar...
YALÇIN OKUT: Evet... Biz üç oğlan zaten Lefkoşa'daydık... Annem ve iki küçük kardeşimiz, Cemal ve Şenay – okula başlamamışlardı daha, küçüktüler ...

SORU: Baban 42 yaşındaydı "kayıp" olduğunda... Annen?
YALÇIN OKUT: Annem daha da gençti... Herhalde 37-38 yaşlarındaydı... Ortaköy'e yerleşmişti bizim aile ve akrabalar, Mehmet Ömer Ekinci-Emir Ekinci kardeşler vardır, Esengin Ekinci... Hiç tanımadığımız bir aileydi fakat o yıllarda herkes, herkese evini açıyordu. Bir oda vermişlerdi bizim akrabalara... Biz zaten dağa gönderilmiştik, mücahit olup dağa gitmiştik...

SORU: Annenden mi duyduydun sen babanın başına gelenleri?
YALÇIN OKUT: Hayır, diğer köylüler söylemişti bana... Annem duyunca hasta olduydu...

SORU: Ne hissettiydin?
YALÇIN OKUT: Büyük bir şok tabii... Büyük bir şok... Ve annem üzüntüsünden hasta oldu, hastanede yatıyordu...

SORU: Herhalde siz üç erkek çocuğa kaldıydı aileye bakmak...
YALÇIN OKUT: Biz zaten mücahit olduyduk... Fikret küçüktü, ortaokuldaydı. Kaya'yla ben mücahit olmuştuk. Annem hastaneden çıkınca, Mehmet Ömer'lerin verdiği odada, halam, halamın çocukları, annem, uzun yıllar orada kaldık... Biz dağdaydık veya Lefkoşa'da mevzilerdeydik. Biliyorsun, küçük bir maaş bağladılardı "kayıp" veya "şehit" ailelerine. Annem ve kardeşlerim onunla geçinmeye çalışıyorlardı...

SORU: Tabii, mallarınız da Akaça'da kaldıydı...
YALÇIN OKUT: Tabii, tabii...

SORU: Bir anda yoksulluk...
YALÇIN OKUT: Maalesef... Bu, belki yeri değil ama, o gece Işık Kitabevi'nin panelinde Niyazi Kızılyürek farklı birşeyler söylemişti... "Merhamet dilenmemeli" falan filan... O anlamda söylemiyorum fakat insan böyle bir olaydan sonra, bütün bir ömrü "eksik" hisseder...
Bütün bunlara daha sonra hırslandım... Siyasi bilinç kazandıktan sonra... Bütün bu provokasyonlar, zamanında önlenebilecek iken önlenmemesi ve tam tersine teşvik edilmesi TMT tarafından ve diğer istilacılar tarafından...

SORU: Ne kadar süre mücahit kaldıydınız?
YALÇIN OKUT: 1967 yılına kadar mücahittim. Dağ nöbeti vardı... Sonra 77. bölük... Erol Özçelik, hem lise müdürüydü, hem de komutanımız... 65'lerde artık siyasi bilincimiz gelişmeye başladı – Çetin Altan okuyorduk. O yılların AKŞAM gazetesinde yazıyordu... Erenköy'deki arkadaşlarımız, geri Türkiye'ye gönderildikten sonra, biz Lefkoşa'daki lise mezunları da "Artık bıktık, gitmek istiyoruz, üniversiteye gitmek istiyoruz" diye toplantılar yapmaya başladıydık. Sinemalarda iki-üç toplantı yaptığımızı hatırlıyorum, bayağı kitlesel toplantılardı... Ve nihayet "izin" çıktı "yüksek makamlar"dan...
Bu arada okullar kapanmıştı ya, bir süre sonra, son sömestri okumak üzere okulları açtılar, son sömestri okuduk, mezun olduk. Bir sınav yapıldıydı, üniversite seçme sınavı... 67'de izin çıktı, gittik... Biz üç arkadaş, İstanbul diye ısrar ettikti, isabet de etmişiz.

SORU: Neyi kazandıydınız?
YALÇIN OKUT: Ben, Ticaret Lisesi çıkışlı olduğum için, o yıllarda maalesef bizi fakültelere almıyorlardı, sistem öyleydi. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne gittim... Yoksa ben felsefe veya edebiyat okuyacaktım. Ekonomi okudum ve çok işime yaradı tabii...

SORU: Bitirdiğin zaman aklında herhalde Kıbrıs'a dönmek vardı...
YALÇIN OKUT: Vardı da... O yıllarda, 68 kuşağı biliyorsun... Bu arada anacığım da kansere yakalandı ve öldü...

SORU: Dayanamadı kadın...
YALÇIN OKUT: Göçmenevleri yapıldığında ikinci etapta bir ev verildiydi anneme. Bu, anayol üzerinde bir evcikti. Mezarlığa giden yolda... Küçük kardeşim Fikret anlattı, anacığım her cenaze geçtiğinde koşup o cenaze arabasına çiçek koyarmış, çiçek koymaya çalışırmış... Kendi eşinin cenazesini kaldıramadı diye... Ne kadar acı çektiğini gösteriyor...

SORU: Kaç yaşındaydı öldüğü zaman?
YALÇIN OKUT: 1972'de öldü...

SORU: Sen daha dönmediydin...
YALÇIN OKUT: Hayır, tatillerde gelip gidiyorduk... Vallahi Sevgül, çok büyük bir nedenim kalmamıştı Kıbrıs'a gelmek için... Zaten biliyorsun, çok uzun yıllar, tatillere geldiğimiz yıllarda, 68'den sonra "normalizasyon" başlamıştı... İki kez akrabalarımızla köyümüze gidip arpa ektiğimizi de hatırlıyorum.

SORU: Ne hissettiydin, yıllar sonra köyüne gittiğinde?
YALÇIN OKUT: Bir umut vardı tabii... "Yakında herşey düzelecek da köye döneceğiz" diye...

SORU: Evinizi bulmuş muydun?
YALÇIN OKUT: Tabii, tabii... Dururdu... Şimdi bizim ev meyhanedir! İlk gittiğim zaman, bir ekmek kadeyifi alıp gitmiştim. Dedim "Bakın, her akşam burada oturup içeceğim! 30-40 yılın hesabına yazın!" demiştim. Güldüler tabii, şaka olduğunu biliyorlardı. Onlar da göçmendir... Avlona'dan (Gayretköy) – çok yakın, bizim köyün kuzeyinde, topraklarımız da içiçeydi...

SORU: Ekip biçiyordunuz...
YALÇIN OKUT: Tabii, tabii... Biçme safhasında bulunmamıştım ben, ekme safhasında oradaydım – biçme zamanı tekrar Türkiye'ye dönmüştüm. Ama akrabalarımız gidip ekip biçiyorlardı. Hatta kapılar açıldıktan sonra, köyün kooperatif yetkilileri, 74 öncesinden ürün teslim edip parasını almayan akrabalarımız vardı, "Söyle, gelip alsınlar" demişlerdi bana. Söyledim...
Tabii, o yıllarda, babalar, amcalar vefat ettiler. Çocuklar vardı, çocukların da tereke sorunları vardı... Kaldı o para... Zengin bir köy, bizim köy, verimli toprakları var. Şu anda bizim köyün kooperatifi toplam 3 milyon Kıbrıs Lirası artıdadır! Lefkoşa'da diğer bankalarda olan tasarruflar ayrı... "Kaçmasaydınız, bu parada sizin de payınız olacaktı" dediler.
Şunu da belirteyim: O kısacık ikibuçuk-üç yıllık Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde, gerek Türk, gerek Rum, vatandaşlarının hayat standardında, büyük bir artış olmuştu, refah devletine doğru gidiyordu. Hasan Fehmi, akrabamızdı bizim, geçen sene vefat etti... Onun verdiği rakamlar vardır... 60 Cumhuriyeti'ne kadar dört adet su motoru vardı köyde, birisi Lefteri'nindi, diğer üçü de Osman Mısırlızade'nin... Cumhuriyet'in kurulmasından sonra o ikibuçuk-üç yıllık kısa dönemde, sadece Türkler'in 14 su motoru olduydu, bir tanesi de bizimdi. Bu, refahın nasıl artmaya başladığının ölçüsü... Bu konuda bir araştırma yapmaya başlamıştım, yarım kaldı. Kemal Aktunç dostumuzun da ifadesine göre, o yıllarda, onların yöre de verimli bir bölgeydi, Dali-Bodamya... "Aynı şeyi ben de hatırlıyorum" dedi. İlk süt sağma makinesini bir Türk aile ithal etmiş, satın almıştı... Bu iki örneği birleştirince, resmi Türk tezinin "kahpe Rum mezalimi" edebiyatının havada kaldığı ortaya çıkıyor.

SORU: Babanızın naaşını hiç alamadınız. Hatırlıyor musunuz o dönem bu yönde herhangi bir girişim yapıldığını?
YALÇIN OKUT: Yok... Biz dağdaydık... Ancak Dr. Küçük'e gidilebilirdi, sanırım görüşülmüştü onunla...

SORU: Şimdi tabii her ne kadar listesi tamam değilse da, Rüstem Tatar'ın Dt. Hüsrev Dağseven'e verdiği listede de, hem hastane morgundakileri gösteren listede de, her ikisinde de babanızın adı var...
YALÇIN OKUT: Ölü olduğu bilinmesine rağmen, "şehitler" listesine yazılmadı adı, "kayıp kişiler" listesinde geçti hep... Anneme verilen o ufacık maaş, "kayıp kişiler" listesinden...

SORU: Aradan 43 yıl geçti – eğer bu insanları gerçekten arıyorsaydın, Tekke Bahçesi'ndeki "meçhul" mezarları açardın, DNA testi yapardın ve bunların hangi "kayıp" Kıbrıslıtürkler olduğuna bakardın. Hala daha bu mümkündür. Şimdi aileler başvuru yapmaya başladılar tekrar resmi olarak, Ayvasıl (Türkeli) tekrar kazılsın, Tekke Bahçesi'ndeki en azından meçhul mezarlar açılıp bakılsın diye... Siz sınırlar açıldığında, güneydeki Kayıplar Komitesi'ne gitti miydiniz?
YALÇIN OKUT: Gittiydim. O günlerde Dr. Armağan Hanım da orada çalışıyordu.

SORU: Zaten Afrika'da yazıyordu...
YALÇIN OKUT: Evet, evet... Ama Armağan'la gitmedimdi, bir arkadaşıma haber salmıştım, o beni oraya götürmüştü. Armağan'la orada karşılaşmıştım.
Daha sonra Armağan geldi, kan aldı benden, halamdan... Çünkü kızkardeşlerin DNA'sı daha bariz, daha yakın olurmuş...

SORU: Peki size ne dediydiler Kayıplar Komitesi'nde?
YALÇIN OKUT: Bu listeyi vermişlerdi... Ve babamın adı da vardı... Ayvasıl'a gömüldüklerini, bizimkilere haber salındığını "Gelin alın" diye fakat bizimkilerin gidip almadığını, bunun üzerine Ayvasıl'a gömüldüklerini söylediler.
Ben onun üzerine bu taraftaki Kayıplar Komitesi Başkanı Rüstem Tatar'la temas kurmaya çalıştım fakat emekli oluyordu galiba, izinlerini mi kullanıyordu? Geçici bir süre Oğuz Veli geçmişti yerine – Oğuz Veli bizim akrabamız... Onunla konuştum... Bana farklı şeyler söyledi... Telefonla görüşmüştüm – o günlerde Oğuz Bey'in de sağlık sorunları vardı. "Hayır" dedi, "tam tersine biz onlara Kaymaklı çatışmalarında bir sürü Rum cesedin bulunduğunu bildirdik, onları bir kamyona doldurduğumuzu bildirdik, onlara gelin alın dedik" ve onların gelip almadığını söyledi.

SORU: İnkar ettiler yani...
YALÇIN OKUT: Evet...

SORU: Ama o dönemin Halkın Sesi ve Bozkurt gazetelerinde bulduk ki, o liste verildi...
YALÇIN OKUT: Evet, evet... Bir de bunu Arif Hoca'dan öğrenmiştim – o günlerde Ayvasıl'daki öğretmen Emirali Bey'di...

SORU: TMT'nin şefiydi orada...
YALÇIN OKUT: Hemen hemen her köyde öğretmenler öyleydi. Ve kazılınca, cesetler çıkarılmaya başlanınca, Emirali hocaya "Gel, teşhis et" demişler. Emirali hocayla görüşemedim ondan sonra.

SORU: Emirali hoca, Kızılay hastanesine teşhis için gitti. Gittiği zaman, cesetler çoktan gittiydi Tekke Bahçesi'ne. Hatta yanında Hasan Blaga da vardı. Bu adam Kıbrıs Ordusu'nda idi. İkisi gittiler teşhise. Fakat cesetler gittiği için orada sadece giysiler varmış, giysiler numaralıymış, giysilere bakarak teşhiste bulunmaya çalışmışlar. Mesela Emirali hoca demiş ki, "Be! Bizim İsmail Dayı değilidi bu kırmızı çizmeleri giyen? Buna, İsmail Dayı yazalım... Ayşaba kara çarşaf takmazdı? Buna Ayşe Hasan Buba yazalım..." Böyle "teşhis" yapıldıydı yani... Çünkü zaten Ayvasıl'dan 9 kişinin "kayıp" olduğunu biliyorlardı. Mesela Rüstem Tatar'ın listesinde Koççinodrimitya'dan dört Kıbrıslıtürk'ün ismi var, buradan kayıp – bunların ikisi Peristerona'dan alınmıştı. Oysa bu kişilerden üçünün başka yerde gömülü olduğunu biliyoruz. Ben sordum Emirali hocaya, "Nereden Koççinodrimitya'yı tanımladınız?" diye. "Neye göre? Bir şey mi bilirdiniz" Dedi ki bana "Yook, orada üç-dört çift polis botu görünca, aklımıza geldi ki dört polis kayıptır Koççinodrimitya'dan, dedik ki, herhalde bunlar da onlardır..." Öyle girdi listeye bunlar. Halbuki üçü Balyemedohi diye bir yerde gömülüdür, o mezar da tanımlanmıştır... Biri yoktur... Yani "teşhis" böyle oldu. Ellerinde bulunan 21 kişilik listeye bakarak, biraz giysilere bakarak, biraz ondan, biraz bundan... Otopsi raporunu açıklamıyorlar... Onu açıklasalar, belki otopside de teşhis edilmiştir bazıları... Toplu mezarları açan Doktor Hüsrev, Mehmet Veli'yi tanıdı, Öğüt Osman Nuri'yi tanıdı... Bana anlatıldığına göre, bazı insanlar çift çift gömülmüş mezarlara... Zaten mezar sayısıyla 21 tutmaz Tekke Bahçesi'nde...
YALÇIN OKUT: Evet, tam bir keşmekeş oldu o iş... O günlerde, İngilizler'in telkiniyle, ne kadar çok Türk kanı dökülürse, o kadar haklı duruma geçecekmişiz, izlenen politika oydu... Hırslanıyorum dedim ya... Ve benim kuşaktan Kaymaklı'da yaşamakta olan, o çatışmalardan sonra Mandrez'e göçen arkadaşlar anlatıyorlar, genel söylem "Terkedelim, göç edelim ki haklı duruma, mazlum duruma düşelim..." Genel politika buydu...

SORU: Çünkü belli kantonlarda toplamaya çalışıyorlardı, "kantonal taksim"di ilk hedef – Arpalık olaylarını da işledik – Ali Fegan da anlattı, bir "göçettirme" politikası vardı – tabii bu da Kıbrıs Rum tarafının o günlerdeki liderliğinin hareketlerini haklı çıkarmaz – elinden geleni yaptı kaçırmak için Kıbrıslıtürkler'i... Elinde kan var yani...
YALÇIN OKUT: Çünkü artık Cumhuriyet makamları değil, iki yeraltı teşkilatı insiyatifi ele geçirmişti...

SORU: Mesela öğrendiğim bir başka ilginç ayrıntı, Lefkoşa Genel Hastanesi Başhekimi'nin kızkardeşinin Sampson'la evli olması... O zaman Sampson'un adamları, istediği gibi girer çıkardı hastaneye!
YALÇIN OKUT: Kan istemişler, başhemşire de Türkan Hanım'dı... İngilizce kitabında yazıyor bunları Türkan Aziz... "Gecenin bir vaktinde uyandırdılar beni, gittim hastaneye, yaralılar gelir... Telefon açtım Türk tarafına" diyor. Hiç Türk yaralı gelmiyor, sadece Rum yaralı geliyor... Demişler ki "Buradaki polikliniklerde olanları tedavi etmeye çalışıyoruz, bize kan gönder..."
"Kan istedim" diyor ve "Sampson'un eniştesi olan başhekim kan vermeyi reddetti... Kavga ettik" diyor... Dr. Ayten Berkalp'le tekme tokat kavga etmiş başhekim... Bu arada Dr. Ayten Berkalp narkozcuydu ya, başka bir doktor ameliyat odasından çıktı, "Bıraksana" demiş başhekime, "işi var, yaralıyı kurtaracağız..." Böylece kavga sona erdi o an için diyor.
Türkan Hanım'ın yazdığı bir kitap var İngilizce... Ama o günlerde Gibbons'un kitabında Türkan Hanım'ın ifadelerine göre, durmadan Rum yaralılar da geliyordu hastaneye, taraflı bir kitaptır bu ama şöyle bir ifade var: "Rum saldırganlar sürekli ateş açıyorlardı, tam bir sürü gibiydiler, saldırgan sürüsü... Bir şeyi gözden kaçırmışlardı: Keskin Türk nişancılarının mermileri... Ve o keskin Türk nişancıların mermileriyle yaralanan bir sürü Rum, hastaneye taşınıyordu..." diyor. Adamın ifadesi bu... Tam bir keşmekeş...
Bu araştırma çerçevesinde, Denktaş-TMT, Türk bakanları görevlerinden çekince, o bakanlardan birisinin görevine dönmek istediğini, evine dinamit atıldığını, böyle bir şey tesbit edebildin mi?

SORU: Sanırım Fazıl Plümer'di o...
YALÇIN OKUT: Oydu... İnönü'nün mektubu da var, "Cumhuriyet'e dönün" diye... İnönü'ye rest çekiyorlar, "Hepimiz toptan istifa ederiz" diyorlar.
Hatta Tahtakale'deki olaydan sonra ve öğrencilere ateş açılmasından sonra, bunu ben farketmemiştim, Hilmi Refik söylemişti bana... Hilmi Refik, lisede hocalık yapmıştı bana. "O günlerde" diyor "Türk polisinin yaka numaralarını çıkardıklarını görünce, ben anladım ki bu iş uzayacak..." Tabii, yaka numaralarını sökmek ne demek? O otoriteye bağlı değilsin demek...

SORU: Babanın neyini hatırlan en çok? 16 yaşındaydın... Nasıl biriydi?
YALÇIN OKUT: Şunu hatırlıyorum: Akşamüstü bütün köylüler kahvede toplanırdı... Herkes işinden dönerdi... Biz gençlere "Gazetenin sadece spor sayfasını okuyorsunuz" diye birkaç defa fırça atmıştı! Sadece bana değil! Biz yeni yetme gençler de kahveye gitmeye başlamıştık... Kızıyordu bize niye gazeteyi doğru dürüst okumuyoruz diye... Sanırım yaşasaydı, şimdiki CTP'yi demiyorum ama eski CTP döneminde orada olurdu, köyden göç etmeseydik, muhtar olurdu herhalde... Çünkü böyle isyankar bir tavrı vardı. Hatırlıyorum o "Gençlik teşkilatı" dönemlerinde, zaman zaman köye gelirdi, Denktaş, Dr. Küçük falan... Durmadan sorular sorardı rahatsız edici – hatta birileri bir yerden "Sus be Veysi!" derdi!...

SORU: Nasıl bir insandı? Ciddi miydi, neşeli miydi?
YALÇIN OKUT: Ciddi diyebilirim çünkü örneğin düğünlerde erken ayrılır eve giderdi – sabahlara kadar yemelere içmelere kalmazdı. Tabii erken kalkıp işe gidecekti...

SORU: Sevdiği yemekleri hatırlar mın?
YALÇIN OKUT: Her yemeği yerdi, hiç mızır değildi.



SORU: Babanla ilgili başka neler hatırlıyorsun?
YALÇIN OKUT: Bir su kavgasından ötürü bir olay olduydu mesela köyde... Genç bir EOKA'cı – şımarık bir gençle ilgili... Köyün ortak suları vardı, yaz-kış akan ve o paylaştırılırdı, geldi bu genç, babamın saati dolmadan çevirdi kendi tarlasına... Gitti, itiraz etti bizim peder. Orada küfretmiş galiba! Küreği çevirip kafasına indirmiş! Öyle bir olay var!

SORU: Öyle da bir tarzı vardı adamın yani!
YALÇIN OKUT: Evet! Bir de benim babamla ilgili olmayan ama bizim akrabamız olan Turgut Veli'yle ilgili bir şey anlatmak istiyorum. Annesi Avlonalı'ydı (Gayretköylü) – annesinden kalan bir sürü toprağı vardı... Çok yakın zaten, eker biçerdi onları. Veya adam gönderirdi...
74'ten sonra Avlona (Gayretköy), Türk tarafında kalınca, zaten 64'ten beri 10 yıl göçmenlik yaşamış Turgut abimiz, gitti Avlona'ya (Gayretköy'e).
Avlona'ya (Gayretköy) da sadece Türkiyeli gazileri yerleştirdiydiler, Kıbrıslı yerleştirmediler. Giriş-çıkış kontrollüydü orada. Özel izinle girilir. Hala öyledir...

SORU: Askeri köy müdür?
YALÇIN OKUT: Askeri köydür. Biraz gevşetilmiş olabilir şimdi...

SORU: Yani asker mi vardır köyde?
YALÇIN OKUT: Hayır, gaziler... Ve sınıra da çok yakın olduğu için... Turgut abimiz "Bu tarlalar benim" demiş – bunu eşşek sudan gelinceye kadar dövmüşler, kendi tarlasını istedi diye... Sanırım hastanelik edinceye kadar dövdüler... Kısa bir süre sonra da öldü Turgut abimiz...

SORU: Son bu yayınlardan sonra, babanla ilgili neler düşündün? Tekke Bahçesi'ndeki mezarların açılıp bulunması gibi bir şey geçti mi aklından yoksa çok farketmez mi senin için?
YALÇIN OKUT: Şüphesiz ki annem hayatta olsaydı, bunu çok isteyecekti... O gün bana güneydeki Kayıp Şahıslar Komitesi'ne gittiğim zaman, çeşitli sorular sordular. İşte "Altın dişi var mıydı?" Hatırladığım kadarıyla vardı... "Saat takıyor muydu?" Zaman zaman takardı. Veya çakmak, sigara? Zaman zaman içerdi, keserdi, gene başlardı. Ama o gün, öldürüldüğü gün? Bilmiyorum... Yalnız altın dişi olduğunu hatırlıyorum. Bunun teşhiste önemli rol oynadığını falan söylediler. Yani şüphesiz ki insan kemiklerin bulunmasını ve ölüsünün bir mezarının olmasını ister...

SORU: Ama onun da ötesinde, bu kadar sene ne olduğunu da bilmek ister...
YALÇIN OKUT: Tabii... Bu konudaki çabalarını takdirle karşılıyorum ve katkıda bulunmaya hazırım, bu meçhul mezarların açılması konusunda...

SORU: Benim sormadığım, senin söylemek istediğin bir şey var mıdır? Tüm bunlara dönüp baktığında...
YALÇIN OKUT: Söylemek istediğim şudur: Az önce İnönü örneğini de verdik ya, fanatizm değil de sağduyu hakim olsaydı, bunlar hiç yaşanmayacaktı...

SORU: Karşılıklı tırmandırıldı...
YALÇIN OKUT: Evet... Özellikle o yıllarda Kissinger yoktu daha – daha sonra Kissinger döneminde, 74'te, o bölgenin en büyük başbelası Makarios'tu – görüşü buydu Kissinger'in ve Kissinger'in yargılanması kitabında Yunanistan cuntasının darbe yapmasını teşvik ettiği yazılıyor. Ve Yunanistan cuntasının darbe yapmasının ardından, Türkiye'nin de müdahale edeceği açıktı.

SORU: Teşvik etti...
YALÇIN OKUT: Tabii, tabii... Keza senin Kıbrıs'a davet ettiğin Brendan O'Malley ile Ian Craig'in kitabında çok açıktı: Kargo uçağına koyup göndermeleri adamı... Ali Fegan'la konuşmuştun – Arpalık'ta (Aysozomeno) Türkler başlattı ilk – o kısmını anlattı mı Ali bilmiyorum, "Detail from Cyprus" filmi var ya, Panikos Hrisantu'nun, Berlin'de ödül kazanmış – o filmde bir dökümanter bölümler vardır – herhalde İngiliz arşivlerinden mi buldu? Bilmiyorum. Köyün muhtarı Lefkaridi, Ali'nin babasıydı... Köyün fanatiklerinin "Rumlar'ı asalım-keselim" falan dediği ve Lefkaridi'nin bunlara engel olduğu, İngiliz dökümanterlerinden filmde vardır...

SORU: Ondan sonra tutup Lefkaridi'yi döverler...
YALÇIN OKUT: Evet... Aysozomeno (Arpalık) olaylarındaki başsorumlunun şimdi pişman olduğunu duydum...

SORU: K. mıdır adı?
YALÇIN OKUT: Evet...

SORU: Buldum onu ama sormadım kendine...
YALÇIN OKUT: Konuşmuyormuş – yalnız şunu söylüyormuş: "Ne büyük suçlar işlettiler bize, ne büyük hatalar yaptık" diyormuş. Bunun gibi çok örnek vardır. Bizim Erol Refikoğlu'nun yakında çıkacak bir kitabı vardır – öykü kitabı... Öykülerin bir tanesinde, yine bizim köyde olan ama çok uzun zaman önce gelip Lefkoşa'ya yerleşen S. diye bilinen bir tetikçi vardı. O tetikçi "Biz hiç iyi ölümlerde ölmeyeceğiz" diyormuş... Nitekim uzun yıllar yatalak, tek başına kaldı...

SORU: Nedensa hep öyle oldu...
YALÇIN OKUT: Evet... Erol bir öyküsünde, uzun uzun anlatıyor bu tetikçiyi...

(YENİDÜZEN – Sevgül Uludağ – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler - 25.10.2007)

No comments: