Saturday, January 14, 2023

Bir annenin hatıra defteri…

***  Türkan Uludağ'ın 14 Ocak 1944'te dünyaya gelen ilk kızı İlkay Adalı'yla ilgili tuttuğu notlar…

Bir annenin hatıra defteri…

Bugün ablam İlkay Adalı'nın doğumgünü… 14 Ocak 1944'te dünyaya gelmiş, bugün tam 79 yaşında olmuş…
Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ, 14 Ocak 1944'te dünyaya gelen ilk kızı İlkay Adalı'yla ilgili bir hatıra defterinde notlar tutmuş, gündelik olarak…
Mavi kaplı bu defter aslında 1941 senesine ait "Rough Diary and Calendar" denen sarı renkli çizgili kağıtlara basılmış bir defter… Defterin üstünde "Government of Cyprus" yani "Kıbrıs Hükümeti" yazıyor. İngiliz sömürge yönetimi tarafından çıkarılmış bir tür bir ajanda imiş bu fakat anneciğim 1941 tarihinin üstünü çizerek 1944 yapmış ve sevgili ablam için bir hatıra defterine dönüştürmüş bunu… Siyah mürekkeple yazmış hatıralarını, günlük olarak…
Hatıra defterine tuttuğu notlar 21 Nisan 1943 tarihinde başlıyor ve 29 Eylül 1944 tarihinde sona eriyor…
Annem Mağusa'da öğretmendi, babam da Mağusa'da polisti… Burada evlendiler ve yuva kurdular. Ablam İlkay Adalı da (o zamanlar İlkay Niyazi ya da İlkay Uludağ idi adı) Mağusa'da dünyaya geldi… Bu yüzden bu hatıra defteri de Mağusa'da tutulmuş…
Hatıra defterinin tutulduğu dönem henüz Lefkoşa ile Mağusa arasında trenlerin çalışmakta olduğu bir dönem… Nitekim ablam henüz bir bebekken bu trenlerle Lefkoşa'ya gelip gitmiş…
Annem, bu ilk evladını o kadar çok severdi ki, bir yaşına kadar yüzünü sadece gülsuyuyla yıkardı…
Hatıra defterini annemin el yazısıyla tuttuğu notlardan bilgisayara geçirdim, sevgili ablama bir doğumgünü hediyesi olsun istedim… Ancak bunun da ötesinde, bu hatıra defteri bir annenin bir evladı yetiştirebilmek için ne tür şeylerle uğraşıp ne çok fedakarlıklar yapması gerektiğini de yansıtıyor… Annem notlarını hamilelik döneminden başlayarak tutuyor ve ablamın dünyaya gelişi, ilk günlerde ve ilk aylarda yaşadığı zorlukları aktarıyor. Çocuğun kaç defa uyandığını, kakasının normal olup olmadığını, gay edip etmediğini, sancısı olup olmadığını not tutmuş. Ama aynı zamanda ilk gülümsemesini, ilk ahhusunu, gezmeye gidince ne kadar mutlu olduğunu da anlatmış… Bazıları için bu sıradan ve tekdüze bir metin gibi gelebilir ancak benim için çok değerli notlar bunlar çünkü bir insan evladının nasıl yetiştiği, nasıl yetiştirildiği, bundan 80 sene önce kaleme alınmış notlarda ortaya konuyor… Neredeyse bir belgesel niteliğinde notcuklar bunlar, sevgiyle tutulmuş notlar… Bir annenin minik kızına duyduğu olağanüstü sevgiyle tutulmuş notlar…
Rahmetlik anneciğimle ablam çok yakındı – her gün görüşürlerdi… Ablam her gün bize gelirdi… Birlikte çay içerlerdi, kahve içerlerdi, fallarına bakarlardı… Her ikindin gelirdi ablam, bazan da biz ablama giderdik… Bu notları okudğumda, anne ile evladı arasındaki o olağanüstü bağın nasıl bir bağ olduğunu daha da iyi hissedebiliyorum…

Rahmetli anneciğim Türkan Uludağ'ın ablam İlkay Adalı'nın dünyaya gelmesi ve büyümesiyle ilgili tuttuğu hatıra defteri şöyle:


Anneliğe ilk adım! (Mağusa'dan...)

21 Nisan, 1943 Çarşamba günü saat 6... 18 Mayıs, yani aybaşı günüm mide bulantısı ile geçti ve günden güne bulantı fazlalaştı. Uyku ihtiyacım son derece çoğaldı. 10 Haziran'da gay gelmeye başladı. Her gün sabah uyandığımda köpük halinde gay geliyordu, sonra saat 10-11'de de koyu gay gelmeye başladı. Üçüncü ay tekmil oluncaya kadar, yani 21 Temmuz 1943'e kadar gay devam etti. Sonra midem düzeldi, iştahım çoğaldı ve gay çok seyrekleşti. Dördüncü aya basınca yani 21 Ağustos'ta gay tamamıyla durdu. Fakat dahili uzuvlarımda bir sızı ve acışma görüldü ve tam bir hafta devam etti. Ara sıra da sütüm gelmeye başladı. 27 Ağustos'ta gece saat 10'da ilk hareket hissedildi. Fakat gayet hafif bir kımıldayış idi. Sonra ara sıra hafifçe kımıldamalar hissettim. 30 Ağustos günü ilk elbiseleri biçildi. 1 Eylül Çarşamba akşamı saat 8.30'da kuvvvetlice hareketler hissettim ve sık sık tekmelemeye başladı ve ilk defa olarak anne olacağıma tamamıyla inandım.
Altıncı ayda ayaklarıma çivit düştü. Parmaklarım ve araları, ayaklarımın altları sivilcelerle doldu ve günden güne fenalaştı. Yedinci aya basınca potin giyemez oldum. Evvela bir ayağımı ve sonra her ikisini de potinlerin üzerine bağlamaya mecbur oldum. Sonra doktordan ilaç aldım fakat fayda etmedi. Lefkoşa'da Ebe Elpiniki'nin tavsiyesi üzerine tatlı limon suyu ile kil ve bazan da kına kullanmaya başladım.
Bunlar sayesinde ayaklarım sekizinci ayın sonlarına doğru iyileşti. Fakat her dakika tuvalete çıkma ihtiyacı başgösterdi ve sızılar geldi... Aynı zamanda karnımda ağırlık ve sızılar, bazan da sancılar hissedildi. 24 Aralık 1943 Cuma günü sabah saat 4.15'te halamın kızı Emine Hanım ebedi uykusuna daldı...
Sonra her gün az az sancı devam etti. 12 Ocak 1944'te sancılar daha fazla çoğaldı. 13 Ocak 1944'te tamamıyla arttı. Gece her on dakikada sancı gelmeye başladı. Tam saat 9'da çocuğun suyu çatladı. Saat 9.30'da otomobille beni Mğusa Hastanesi'ne götürdüler. Bütün gece acı sancılar devam etti ve saat 7'de kan gelmeye başladı. Fakat çocuk bir türlü aşağıya doğru hareket etmedi. Saat 7.30'da doğum odasına alındım. Orada da 7.50'ye kadar sancılar bütün şiddetiyle devam etti fakat çocuk akmadı. 7.50'de beni makasla kestiklerini hissettim. Sonra da bacağıma sancı iğnesi yaptılar. Bütün bunların tesiri ile son derece artan sancı ve ıstıraplarla artık tahammülüm azaldı ve doğuramayacağıma hükmettim. Çünkü ardık nerede olduğumu bilmiyor, odadakileri farketmiyor ve gözlerim odayı allı yeşilli görüyordu. Ellerim, kollarım, boğazım ve bütün vücudum ezilmiş gibi düştü, nefesim bitti. Tam bu sırada "Deep breath! Deep breath!" diye kulağıma bir ses geldi. Birkaç defa derin derin nefes aldım, sonra kendimden geçtim. Yüzüme serpilen soğuk su neticesi gözlerimi açtığım zaman ebe üzerinde birşeyler yapıyordu, etrafta dört tane nörs ona yardım ediyorlardı. Çocuk doğmuştu. Fakat onu hissetmediğim için ellerim sancı demirlerinde, gelecek olan acı sancıları bekliyordum. Ebe gülümseyerek bana baktı ve elleri arasında kanlar içindeki minicik yavrumu bana gösterdi. Ben hala gözlerime inanamıyordum. Çünkü karnımda hala ağırlık ve sızılar vardı. Saat tam 8.15 idi. Nörslerden biri çocuğu aldı. Banyosunu yapıp hazırladıktan sonra masa üzerinde duran teraziye yatırdı. Tamam 5 libra geldi. Sonra giydirip yandaki odada duran minicik yataklardan birine koydu. O bu işle meşgul iken, diğer bir nörs makas, iğne vs. Hazırladı. Sonra ebe beni bir dikiş ykarıdan, bir dikiş de aşağıdan dikti. Çünkü yırtılmıştım. Tam bu sırada doktor da geldi. Beni tekrar sancı tutmaya bağladı ve saat 8.45'te de e' de düştü. Sonra beni temizlediler, elbiselerimi değiştirdiler ve ben dört battaniye ile örttükleri halde tir tir titriyordum. Saat onda sıcak bir süt verdiler. Fakat benim bu titremem saat 12'ye kadar devam etti. Sonra vücudum ısındı ve rahatlaştı. Minicik kızımı daha görememiştim... Nörse söyledim. Yanıma getirilen sevimli yavrumun yüzünü görünce çektiğim bütün ıstırapları unuttum. Anne olduğuma tamamıyla inanarak sıcak ama şefkat ile yavrumu seyrettim ve onu bana bahşeden ve beni bu ıstıraplardan kurtaran Ulu Tanrı'ya şükrettim...

İlkay Niyazi...
Minicik kızım İlkay'ın Hayat Tarihi...
14 Ocak Cuma, 1944.
Birinci günü uyku ve ara sıra hafif ağlama ile geçti. Akşam üzeri saat 6'da bir defa aksırdı. Gece sakin geçti. Fakat yavrucuğum aç olduğu için kendisine çok acıdım. Ara sıra yüzündeki dülbendi açıp onu seyrettim. Sabah saat 9'da babasının ilk nazarları sevinçle yavrusu üzerinde parladı ve saat 10'da Fatma teyzesi onu gördü...

15 Ocak Cumartesi
İkinci günü sabah saat 10'da ilk defa olarak meme emdi. Öğleden sonra saat 3'te ilk defa gülümsedi. Gece epeyice ağladı.
Gündüz ve gece devam eden çok şiddetli yağmur ve fırtınalar dolayısıyla hastanede tulumba basılamadı ve su olmadığı için küçücük kızımın banyosu eksik kaldı.

16 Ocak Pazar
Gündüz gayet sakin geçti. Her üç saatte bir uyandı. Hava yağmurlu devam etti. Gece sancı dolayısıyla 3 saat ağladı. Sabah şiddetli yağmurlar dolayısıyla hava çok soğudu. Öğleden sonra Ahmet Amcabeyisi onu ilk defa gördü. Babası da birçok defalar gelip onu seyretti.

17 Ocak Pazartesi
Sabah çok güzel ve rahat uyudu. Öğleden sonra 2 saat ağladı. İlk defa olarak dışarıdan gıda aldı. Yani biraz sütlü çay içti ve akşama kadar rahat uyudu. Akşam üzeri ilk hediyesini aldı. Ahmet Amcabeyisi kendisine on şilin hediye etti. Gece tam beş saat ağladı. Annesi de bu ağlamalara iştirak etti. Sabaha doğru uyudu ve beş saat sonra uyandı.

18 Ocak Salı
Beşinci gün artık saatle meme emmeyi öğrendi. Her üç saatta bir uyanmaya başladı. Saat 11'de banyo yaparken göbeği düştü. Öğleden sonra ve gece sakin geçti.

19 Ocak Çarşamba
Altıncı gün hastanedeki ustalar dolayısıyla çocuğa iyi bakılamadı ve gündüz epeyice ağladı. Gece gayet güzel uyudu.

20 Ocak Perşembe
Yedinci gün sabah 6'dan 8'e kadar ağladı. Sonra uyudu. Banyo esnasında kulacıklarını delip iplik geçirdiler. Kanlı kulaklarla kucağıma verilen yavrucuğumu son derece acıdım. Biraz sonra da benim dikişlerimi kestiler. Her ikimiz de aynı gün acı ve ıstırap çektik. Çocuk gece çok ağladı ve sabaha yakın uykuya daldı. Fatma Teyzesi'nden arabacığı istedik ve düşüneceğini söyledi...

21 Ocak Cuma
Bütün gün ve gece muntazaman uyanarak gayet güzel uyudu. Uyurken de daima dudacıklarında tatlı ve sevimli bir tebessüm vardı. Yalnız ara sıra fazlaca hıçkırık ve aksırık geliyordu. Şerif Teyzesi kendisine Ziba Nenesi ile bir pataniya ve bir pelerin gönderdi. Fatma Teyzesi arabacığı vermeyeceğini, başka çocuğuna saklayacağını söyledi.

22 Ocak Cumartesi
Sabah sabah hazırlıklar başladı. Çocuk bugün Anne ve Babası'nın sıcak yuvasına gidecekti. Banyosunu yaptı. Babasının getirdiği cici elbiselerini giydi ve ilk defa başına süslü takyesini geydi. Teyzesi'nin gönderdiği pelerini de örtünüp saat 2.30'da (14 ay önce anne ve babasını gelin güveyi olarak getiren otomobille), babasının kucağında eve geldi. Kendisine hazırlanan minicik yatağında rahatça uyudu. Fatma Teyzesi kendisine bir çift küpe ve bir entarilik, iki de belek hediye etti. Banyo esnasında sol kulağındaki ipliği kopardı ve eve gelmezden evvel tekrar deldiler.

23 Ocak Pazar
Onuncu gün çok sakin geçti. Her üç saatta bir uyanıp memesini emdi ve tekrar uyudu. Sabah saat 11.30'da evinde Anne ve Babası, kendisine ilk banyosunu yaptılar. Çocuk çok rahat uyudu. Öğleden sonra Ahmet Amcabeyisi kendisine bir pudra kutusu getirdi. Gece çok güzel ve rahat uyudu.

24 Ocak Pazartesi
Onbirinci gün sabah güzel uyudu. Saat 10'da banyosunu yaptık. Sonra yine güzelce uyudu. Gece biraz mışıldamaya başladı. Kulak verdim. Yavrucuğum güç hal ile nefes alıyor ve başını sağa sola savuruyordu. Bu acıklı manzara karşısında yatacığının sağında babası ve solunda ben, gözyaşlarımızı zaptemediyorduk. Sonra Fatma Teyzesi kendisini yağladı ve çocuğum iyileşti.

25 Ocak Salı
Bugün çok sakin ve çok güzel uyku ile geçti. Yalnız akşamki soğuk algınlığı dolayısıyla yavrumun banyosu eksik kaldı. Yalnız yüzü ve kıçı yıkandı. Gece rahat uyudu. Yalnız bana şiddetli başağrısı geldi.

26 Ocak Çarşamba
Sabah rahatça uyudu. Öğleden sonra ilk defa eteğime işedi. Gece rahatsız oldu ve tam üç saat ağladı, sabaha yakın uyakaldı.

27 Ocak Perşembe
Sabah çok güzel uyudu. Öğleden sonra yarım saat uyanık oyalandı. Fakat oynarken yorgana işedi. Gece babası kendisine güzel bir banyo hediye etti. O da babasını rahatsız etmemek için gece yalınız bir defa uyandı.

28 Ocak Cuma
Sabah çok rahat uyudu. Öğle üzeri yeni banyosunda yıkanıp tekrar uyudu. Gece yarısına doğru burnu tıkandı fakat çok şükür birkaç saatta iyileşti ve sabaha kadar güzelce uyudu.

29 Ocak Cumartesi
Sabah burnunda kocaman bir sümük topağı ile uyandı. Temizlenip banyosunu yaptıktan sonra uyudu. Öğleden sonra babası kendisini epeyice sevdi ve seyretti. O da gözlerini açıp babasını seyretti, sonra uyudu. Akşam üzeri çocuğun burnu tıkandı ve uyuyamadı. Birkaç saat acıklı acıklı ağladı, sonra uyudu. Yavrumuz uğurlu olduğu için babasının aylığı arttı ve ayrıca çocuğun kısmeti de geldi.

30 Ocak Pazar
Sabah erkenden uyandı. Temizlenip memesini emince keyfi yerine geldi ve gülümsedi. Sonra uyudu. Banyo saati babası geç geldiği için yavrucuğum epeyi üzüldü fakat yıkanınca güzelce uyudu. Uyandığı zaman yeğenciği Tülay kendisini kucağına aldı ve annesine götürdü. Sonra yine uyudu. Gece anne ve babası, münük yavrunun parasını hazırladıkları kumbaraya koydular.

31 Ocak Pazartesi
Sabah rahat rahat uyudu. Sonra banyosunu yaptı. Uyurken hıçkırık gelince gay etti. Fakat çok fazla gay ettiği için yüzü, başı, kulağı ve yatağı gay ile örtüldü. Bunu görünce çok fazla üzüldüm ve gözyaşlarımı zaptedemedim. Fakat gelen misafirler dolayısıyla üzüntümü saklamaya mecbur oldum. Akşam üzeri çocuk yine rahatsız oldu. Nezlesi çoğaldı ve epeyce ağladı, kendisini yaplayıp burnuna biraz vazelin koyunca rahatça uyudu.

1 Şubat Salı
Sabah rahatsız oldu ve biraz ağladı. Fakat sonra uyudu. Gece rahatsızlığı arttı ve çok ağladı. Babası çifte doktor getirip çocuğu muayene ettirdi ve ilaç aldı. İlacı içince ağlaması biraz azaldı.

2 Şubat Çarşamba
Sabah biraz uyudu. Sonra ağlamaya başladı. Saatlerce hiç uyuyamadı. İkindi üzeri uyudu. Gece yine epeyice ağladı ve uyumadı. Aynı gün babası da rahatsız olup yattı.

3 Şubat Perşembe
Sabahtan ikindiye kadar ağlayıp üzüldü. Sonra kendisini biraz güneşlettik ve uyudu. Gece rahat uyudu. Sabah erken yine burnu kapandı fakat çok fazla olmadığı için yine uyudu.

4 Şubat Cuma
Sabah biraz rahatsız oldu fakat öğleden sonra çok güzel uyudu. Ziba Nenesi çocuğa beş şilin hediye etti ve Afet nenesinin gönderdiği bir şilinle beraber kumbarasına attık. Gece iyi uyuyamadı, sabaha yakın uyudu.

5 Şubat Cumartesi
Sabah ilk defa olarak evinin güneşli bahçesinde iki saat uyudu ve annesine arkadaşlık etti. Banyodan sonra epeyice gay etti. Fakat yine rahatça uyudu. Gece her meme emdiğinde gay etti.

6 Şubat Pazar
Sabah çok güzel uyudu fakat öğleden sonra epeyice uyanık kaldı fakat ağlamadı. Her meme emdikten sonra güzel güzel gülümsedi. Gece çok sakin ve rahat uyudu. Yalnız iki defa uyandı. Nezlesi çok azaldı. Fakat daha tamamiyle geçmedi. Sabah akşam ilacına devam ediyor.

7 Şubat Pazartesi
Sabah iyi uyuyamadı. Epeyice gay etti. Sonra anason çayı içti. Dudaklarını şapırdatarak daha istedi. Banyosuna Salih Rezvan Eniştesi yardım etti. Banyodan sonra rahat uyudu. Gece çok şiddetli yağmurlar ve fırtınalar oldu. Kızım çok sakin ve rahat uyudu.

8 Şubat Salı
Kedimiz Boncuk öldü...
Sabah memesini emdikten sonra saat 12'ye kadar uyudu. Öğleden sonra da çok rahat uyudu. Gece burnu kapandı ve tığ ile açtıktan sonra rahatça uyudu.

9 Şubat Çarşamba
Sabah iyi uyudu, öğleden sonra biraz uyanık kaldı, akşam üzeri sancılandı ve rahatsız oldu. Gece rahat uyudu.

10 Şubat Perşembe
Sabah iyi uyudu. Öğleden sonra hiç uyumadı. Ara sıra ağladı. Fakat çok rahatsızlık etmedi. Gece rahat rahat uyudu. Yalnız sabaha yakın biraz mızırlık etti fakat temizlenince yine uyudu.

11 Şubat Cuma
Sabah biraz uyanık oyalandı. Sonra uyudu. Öğleden sonra çok sakin ve rahat uyudu. Babası kendisine elbiselik aldı ve kumbarasına atmak için beyaz şilin getirdi. Gece ara sıra rahatsızlık etti fakat sabaha yakın sessizce uyudu.

12 Şubat Cumartesi
Sabahtan akşama kadar çok güzel ve rahat uyudu. Gece saat 7'den 12'ye kadar hiç uyumadı ve ağladı. Yalınız kucağa alındığında biraz sesini keser, yatağına yatırılınca tekrar var kuvveti ile bağırırdı. Sabaha doğru yorgun düştü ve uykuya daldı. İlkaycığın ilkayının son gecesinde yaptığı bu yaramazlığa annesi ve babası biraz darıldılar.

13 Şubat Pazar
Sabah çok güzel uyudu. Öğleden sonra biraz uyanık oyalandı. Gece rahat uyudu, yalnız iki defa rahatsızlık etti ve babasını uyutmadı. Sonra apeyi gayetti ve rahatlayıp sabaha kadar uyudu.

14 Şubat Pazartesi
Sabah rahat rahat uyudu, öğleden sonra biraz uyanık kaldı. Parmaklarını emerek oyalandı. Akşam üzere banyosunu yaptı. Banyoda bile ellerini ağızına götürmek için uğraşırdı. Giynirken fırsat buldukça parmak emer, bazan da "Anne" diye sesler çıkarırdı. Gece arasıra uyandı fakat çok rahatsızlık etmeden yine uyudu.

15 Şubat Salı
Sabah sessizce uyudu. Öğleden sonra rahatsız oldu ve epeyi gayetti, sonra rahatladı. Gece çok sakin uyudu. Yalnız iki defa uyandı, meme emip tekrar uyudu.

16 Şubat Çarşamba
Sabahtan akşama kadar güzel uyudu, akşam üzeri vakitsiz uyandı ve epeyice mızırlık etti. Babası kendisi ile konuşunca susar, babası uzaklaşınca tekrar ağlardı. Gece çok rahat uyudu. Yalnız bir defa uyandı...

17 Şubat Perşembe
Sabahtan akşama kadar çok güzel uyudu. Uyandığı vakit de yüzüme bakar ve güler. Ahhu söylemek için dudacıklarını toplar, ağzını açar ve konuşmaya çabalar. Gece çok sakin uyudu, yalnız altı ıslanınca ağlar ve temizlenmek ister.

18 Şubat Cuma
Sabahtan öğleye kadar güzel uyudu. Öğle üzeri epeyi uyanık kaldı fakat ağlamadı. Akşam üzeri biraz yaramazlık etti. Gece rahat uyudu. Yalınız ıslanınca mızırlık eder, mutlaka temizlenmek isterdi.

19 ocak Cumartesi
Sabah güzel uyudu. Bir saat kadar havıda güneşlendi. İçeri girince ağlamaya başladı. Herhalde güneşli hava hoşuna gitti. Akşama doğru epeyi rahatsız oldu. Sancılandı. Anason çayı içti fakat yine ağladı. Sonra çok fazla kustu ve rahatladı. Gece sakin geçti. Sabaha yakın biraz yaramazlık yaptı.

20 Şubat Pazar
Sabah rahat rahat uyudu. Öğle yemeğini bahçede, güneşte aldı ve iki saat güneşlendi. Çok güzel ve ferahlı ferahlı uyanık yattı ve annesine gülümsedi. Öğleden sonra biraz yaramazlık yaptı. Gay edince rahatlaştı. Gece çok rahat uyudu, ara sıra burnu tıkandı.

21 Şubat Pazartesi
Sabah iyi uyudu. Öğleye yakın yaramazlığa başladı. İlk defa olarak doncuğunu giyip bir saat kadar beleksiz oynadı. Sonra Pembe Halası geldi ve kendisine üç parça kumaş hediye etti. Gece güzel uyudu, hiç rahatsızlık etmedi.

22 Şubat Salı
Kırkıncı günü. Sabah iyi uyudu, öğle üzeri epeyi yaramazlık yaptı. Öğleden sonra çok az uyudu, epeyi ağladı. Akşama kadar ağladıktan sonra gece çok rahat uyudu, yalnız bir defa uyandı.

23 Şubat Çarşamba
Sabah iyi uyudu. Öğleden sonra babası miniciğe bir arabacık hediye etti. Gece çok rahat uyudu, yalnız bir defa uyandı.

24 Şubat Perşembe
Sabah iyi uyudu. Öğleye yakın uyanıp biraz mızırlık etti. Öğleden sonra hiç uyumadı. Epeyi ağladı. Gece çok rahat uyudu. Yalnız bir defa uyandı.
(Her akşam banyodan sonra babası kızının sidikli ve ahhalı bezlerini yıkar ve durular. Banyosunu yaparken de üşümemesi için arkasına su atar...)

25 Şubat Cuma
Sabah iyi uyudu. Öğleye yakın ilk defa arabacığına girip bahçeye çıktı ve güneşlendi. Öğleden sonra epeyi gay etti ve ağladı. Hiç uyumadı. Gece banyodan sonra rahat etti ve güzelce uyudu. Yalnızca bir defa uyandı. Banyodan sonra küpeciklerini takındı.

26 Şubat Cumartesi
Sabah biraz uyudu. Sonra epeyi uyanık yattı. Arabasıyla güneşe çıkıp güzelce uyudu. Öğleden sonra hiç uyumadı. Akşama kadar yaramazlık yaptı. Gece rahat uyudu. Yalınız bir defa uyandı. Ellerini bezlerden çıkarmayı çok sever. Parmacıklarını şağırdatarak emer. Gece elinin biri entarisinin kolunun içine girdi. O da elini yakasından çıkarıp yine adet ettiği gibi emerek oyalandı.

27 Şubat Pazar – Birbuçuk aylık...
Sabah çok az uyudu. Sonra uyanıp ağlamaya başladı. Kendisiyle meşgul olup konuşunca susp yalınız kalınca ağladı. Öğleye doğru bahçede epeyi güneşlendi. Öğleden sonra ilk defa olarak Fatma Teyzesi'nin bahçesine gitti. Fakat hava çok fena olduğu için güneşlenemedi. Gece rahat uyudu. İki defa uyanıp meme emdi...

28 Şubat Pazartesi
Öğle üzeri Lütfiye Halası kendisini gördü.
Sabah biraz uyudu. Sonra uyanıp ağlamaya başladı. Artık sesten anlamaya başladığı için konuşmadan hoşlanır ve yalnız kalınca ağlar. Öğleden sonra iyi uyudu.

29 Şubat Salı
Sabah az uyudu. Arabasında epeyi güneşlendi. Beleksiz güneşte yatmak çok hoşuna gitti. Öğleden sonra çiçek bahçesine gitti. Akşam dönüşte babasının daire arkadaşları ile tanıştı. Gece banyosunu annesi yalınız yaptı. Uyukusu çok iyi idi. Hiç rahatsızlık etmedi.

1 Mart Çarşamba
Sabah çok güzel uyudu. Öğleden sonra hiç uyumadı. Fakat yaramazlık yapmadı. Güle oynaya oyalandı. Gece banyosunu yaptıktan sonra uyudu. Yalınız iki defa uyanıp meme emdi.

2 Mart Perşembe
Sabah az uyudu. Öğleden sonra gezmeye çıktı. Başçavuşun hanımı Hıfziye Hanım, kendisine biraz beyaz şeker ve bir mendillik ipekli kumaş hediye etti. Gece Müdire Hıfziye Hanım'ın doğuş gününü tebrik etmek için minicik elinin resmini çıkardı. Sonra banyosunu yapıp uyudu.

3 Mart Cuma
Sabah epeyi uyanık kalıp arabasında oynadı ve güneşlendi. Öğleden sonra arabasıyla gezmeye gitti. Orada hiç uyumadı. Kendisini gören hanımlar çok beğendiler. Babasına benzediğini söylediler. Hayırdualar ettiler. Gece çok sakin ve rahat uyudu. Nezlesi tamamıyle geçti. Artık geceleri burnu kapanmadan uyur. Yalnız ahhasını yapacağında sıkılır ve ağlar.

4 Mart Cumartesi
Sabah biraz uyudu. Sonra uyandı ve yanında kalıp kendine konuşmamı istedi. Yalınız kalınca ağlardı. Öğleden sonra az uyudu. Uyanık kalıp çırpınma hoşuna gitti. Arabasının perdelerini ve yüzüne öğrttüğüm dülbentleri yakalayıp ağzına koydu. Epeyi oynadı ve Ahhu söylemeye çabaladı. Gece yalınız bir defa uyandı.

5 Mart Pazar
Sabah epeyice uyanık kaldı ve ilk defa yüüzme bakıp "Ağğu" diye sesler çıkardı. Gülümsemeler çoğaldı. Çırpınmak daha fazla hoşuna gitti. Beleksiz kalmaya başladı. Öğleden sonra Teyzesi'ne bahçeye gitti. Orada biraz yaramazlık yaptı ve yeğenciği Tülay'ın kucağına, Teyzesi'nin kucağına gitti. Yollarda epeyi sarsıldı. Gece güzel uyudu. Yalınız bir defa uyandı.

6 Mart Pazartesi
Sabah iyi uyudu. Beleksiz arabsında yatıp güneşlendi. Öğleden sonra gezmeye gitti. Orada Aliye Hanımlar kendisini çok sevdiler ve mavi bir ceket-pantolon ve bir kokulu sabun hediye ettiler. Akşam üzeri banyosunu yaparken o kadar çok hoşuna gitti ki suda uyudu. Giyinmeyi beklemeden ellerini emmeye başladı. Gece çok iyi uyudu...

7 Mart Salı
İlk defa AHHU söylemeye başladı. Konuşmadan hoşlandı. Sabah az uyudu. Arabasının perdelerine ve yüzüne örtülen tülbentlere merak etti. Onları yakalayıp emmeye başladı. Öğleye yakın uyakaldı. Öğleden sonra gezmeye gitti. Orada konuşmalardan rahatsız oldu ve epeyi üzüldü. Gece banyosunu yaparken çırpınmaya başladı. Banyosundan sonra rahat rahat uyudu. Yalınız iki defa uyanıp meme emdi.

8 Mart Çarşamba
Sabah uyandı. Beleksiz yatağımda yatarken tepinmeye başladı. Yavaş yavaş diğer tarafa yuvarlandı. Ahhasını yapıp topuklarına kadar bulaştı ve yorganı da bulaştırdı. Bütün gün ve gece çok sakin ve rahat geçti.

9 Mart Perşembe
Sabah biraz uyudu. Sonra epeyi uyanık kaldı ve biraz ağladı. Öğleden sonra rahat uyuyamadı. Gece çok güzel uyudu. Yalınız bir defa uyandı.

10 Mart Cuma
Sabah biraz uyudu. Sonra uyandı ve yanında durup kendisine AHHU alıştırmamı istedi. Artık beni tamamile tanıdı. Her gördüğünde tatlı tatlı gülümser. Yanından uzaklaşınca ağlar. Öğleden sonra biraz arabasında oynadı. Sonra pataniyasını tepip atarak yüzündeki tülbentleri çetki ve ayacıklarını örtüp yüzünü açtı ve oynamaya başladı. Gece rahat uyudu. İki defa uyanıp meme emdi.

11 Mart Cumartesi
Sabah erkenden uyandı. Babasile epeyi oyalandı. Ona tatlı tatlı gülümsedi ve AHHU söylemek için epeyi uğraştı. Sonra Fatma nenesi geldi ve kendisine bir kokulu sabun hediye etti. Öğleye doğru epeyi uyanık kaldı. Biraz yaramazlık yaptı. Öğleden sonra çok rahat uyudu...

12 Mart Pazar
Sabah çok az uyudu. Öğleye doğru biraz yaramazlık yaptı. Öğleden sonra ilk defa denize, Deve Limanı'na gitti. Gece eve gelince banyosunu yaptı ve tamam dokuz saat uyudu. Sabaha yakın uyanıp memesini emdi. Sıhhati yerinde, sancısı da çok az geldiği için geceleri çok güze uyur. Gündüzleri uyanık kalıp konuşma ister.

13 Mart Pazartesi
İşçilerin İsyan Günü...
Sabah erken uyanıp epeyi uyanık oyalandı, güldü, ahhu söyledi. Sonra temizlenip uyudu. Fakat çok tez uyandı. Bütün gün uyanık oyalandı. Bu günde Kıbrıs'ın her tarafında hükümete işleyenler, gündeliklerinin azlığı (4/6 şilin) dolyısile işlerini durdurdular ve muhtelif tabellalarla sokakları dolaştılar.

14 Mart Salı
Sabah biraz uyudu. Öğleden sonra rahatsız oldu. Ahhasını yapamadı. Epeyi ağladı. Meme de almadı. Gece saat dokuza kadar hiç uyuyamadı, bağırdı ve kustu. Banyosunu yaptıktan sonra rahat etti ve sabahın saat beşine kadar uyudu. Bugün çok az ahha yaptı. Benim sol memem ağrıdığı için südüm galiba çocuğa fena tesir yaptı. İshale uğradı...

15 Mart Çarşamba
Sabah erken uyandı, epeyi oyalandı. Sonra uyudu. Öğleden sonra AHHU söyledi ve gülümseyerek oynadı. Fakat ahhasını yapacağında (her zaman olduğu gibi) bağırır. Bugün ishale uğradı. Gece iyi uyudu.

16 Mart Perşembe
Hastahaneye gidip tartıldı ve 4 kilo ve 200 gram geldi. Sabah çok iyi uyudu. Öğleden sonra epeyi uyanık oyalandı, ahhu söyledi. Artık beni tamamile tanır ve konuşmamdan hoşlanır. Yalınız kalınca ağlar. Bugün ilk defa olarak üç damla portokal suyu içti. Gece yalınız bir defa uyandı.

17 Mart Cuma
Sabah az uyudu fakat ağlamadan oynadı, ahhuladı. Öğleden sonra biraz uyudu. Akşam üzeri evde canı sıkıldı. Hava fena olduğu için dışarı çıkamadı ve kapunun önüne çıkınca ağlamaktan vazgeçti ve kuğulamaya, gülmeye ve çırpınmaya başladı. Gece çok rahat uyudu. Yalınız bir defa uyanıp meme emdi. Bugün az gay etti ve az ahha yaptı.

18 Mart Cumartesi
Sabah çok rahat uyudu. Öğle üzeri epeyi ahhuladı ve babasına tatlı tatlı gülümsedi. Üç dört damla portokal suyu içti ve o kadar hoşuna gitmedi. Öğleden sonra güneşli havada gezmeye gitti. Araba durunca ağlamaya başlar ve daima yürümesini ister. Gece banyosunu yaparken suda uyukladı. Gece çok rahat uyudu.

19 Mart Pazar
Sabah erkenden uyandı. Epeyi oynadıktan sonra uyudu. Hiç yaramazlık etmedi. Öğleden sonra gezmeye gitti. Çok az uyudu. Biraz sancısı vardı ve gay etti. Gece banyosunu yapınca rahat etti ve uyudu. Yalınız bir defa uyanıp meme emdi ve tekrar uyudu.

20 Mart Pazartesi
Sabah erkenden uyanıp epeyi ahhuladı. Öğle üzeri biraz portokal suyu içti ve çok hoşuna gitti. Bitince ağlamaya başladı. Öğleden sonra gezmeye çıktı. Havalanmak çok hoşuna gider. Akşam üzeri odada canı sıkılır. Ya bahçeye veya kapunun önüne çıkıp yeşillikleri seyretmek ister. Gece çok rahat uyudu. Yalınız bir defa uyanıp meme emdi. Bugün hastahaneye gidip yine tartıldı 4 kilo ve 350 gram geldi.

21 Mart Salı
Sabah epeyi uyanık oyalandı, sonra uyudu. Annesinin sesini uzaktan da tanıyıp güler ve ahhu söyler, güzel, tatlı sesler çıkarır. Bugün hiç uyumak istemez. Daima uyanık oynamak, kuğuldamak ister. Fakat yanında birisi olunca daha çok sevinir. Seslere kulak verir. Top seslerinden korkar ve beniler. Bugün ilk defa taracığı ile tarandı. Tuvalet yaptı. Banyo yapmak çok hoşuna gider. Gece hiç uyanmadı. Sabah 5.30'da kalktı...

22 Mart Çarşamba
Sabah erkenden uyandı. Biraz oyalandı ve uyudu. Bugün Ali Dedesi ile tanıştı. Kendisine ahhu söyleyip güldü. Çok sakin ve rahat bir gün geçirdi. Öğlen biraz portokal suyu içti. Gece iyi uyudu. Sabaha yakın birbuçuk saat uyanık kaldı...

23 Mart Perşembe
Sabah erkenden uyandı. İlk defa sabah gezmesine çıktı ve çok hoşuna gitti. Bütün gün az uyudu fakat ağlamadı. Akşam üzeri eve gelirken çok ağladı. Sonra uyudu. Gece banyosunu yaptı. Çok hoşuna gitti ve rahat uyudu.

24 Mart Cuma
Sabah erken uyandı. Keyfi gayet iyi idi. Güldü, ahhuladı ve epeyi tepindi. Artık sesimi tamamile tanır. Uzaktan da seslenince güler. Gürültüden korkar. Bugün büyük grev sona erdi. İşçiler işlerine başladılar. Çocuk öğleden sonra hiç uyumadı. Biraz da ağladı. Gece banyo yaparken suda uyudu ve uyanınca çırpınmaya başladı. Gece çok rahat uyudu. Sabah 6'da uyandı.

25 Mart Cumartesi
Sabah erken uyandı. Parmacıklarını emerek oynadı. Sonra uyudu. Bugün Mustafa Dayıbeyisi ile tanıştı. Öğleden sonra biraz üzüldü fakat çok ağlamadı. Gece banyosunu yaptı ve sabaha kadar rahatça uyudu. Fakat ahhasını yeşil yaptı ve fazla kustu.

26 Mart Pazar
Sabah güzel uyudu. Fakat sonra sancılandı. Epeyi gay etti. Öğleden sonra çok az uyudu. Ahhuladı, oynadı, sonra yorulup uyudu. Gece banyosunu yaparken suda uyudu. Biz de kendisini hiç rahatsız etmedik. Uyanınca şaştı kaldı. Çırpınmaya ve gülmeye başladı. Banyodan sonra memesini emip uyudu ve sabah saat altıda uyandı.

27 Mart Pazartesi
Sabah erken uyandı, memesini emdikten sonra epeyi uyanık oyalandı. Sonra hastaneye gidip tartıldı ve teraziyi de sidik doldurdu. Fakat bu defa daha hafif geldi (4 kilo ve 200 gram) ve bizi son derece üzdü. Öğleden sonra biraz sancılandı. Gece seve seve banyosunu yaptı ve sabaha kadar rahatça uyudu.

28 Mart Salı
İlk defa sabah erken gezmeye çıktı ve Fatma Teyzesi'nin bahçesine gitti. Bu sabah havası çok hoşuna gitti. Bahçede biraz yaramazlık yaptı ve daima kucakta kalmak istedi. Bütün günü orada geçirdi ve çok az uyudu. Gece banyosunu yaptı ve uyudu. Sabah 6'da gülerek uyandı. Bugün Hasan ve Kazım Dayıları'yla tanıştı.

29 Mart Çarşamba
Bugün yeğeni Oğuz'un doğumgününü kutlamak için sabah erken yine bahçeye gitti. Orada çok sakin ve rahat bir gün geçirdi. Gece saat 12'de banyosunu yapmayınca uyumadı. Banyosunu yapmayacağımız için epeyi darıldı...

30 Mart Perşembe
Sabah erken uyandı. Öyle güzel ahhular söyledi ki artık onu sevmemek mümkün değil. Bütün gün hemen hiç uyumadı. Fakat gece sabaha kadar çok rahat uyudu.

31 Mart Cuma
Bugün ilk defa saçı kesildi.
Sabah erken uyandı ve yalınızca ahhulamaya, tatlı sesler çıkarmaya başladı ve beni uyandırdı. Bugün odada yalınız yatmaktan çok usandı. Hava bozuk olduğu için güneşlenemedi. Bir kaşık kadar portokal suyu içti ve daha isterdi. Gece banyodan sonra giyinirken bize epeyi öfkelendi ve giyinirken adeta sinirlendi. Fakat sonra uyudu ve sabah uyandı.

1 Nisan Cumartesi
Sabah uyandı, ahhuladı, biraz oynadı ve uyudu. Bugün gezmeye çıkamadığı için evde bunaldı ve kapunun önüne çıkınca sevindi. Çırpınıp ahhulamaya ve gülmeye başladı. Banyoda o kadar rahattı ki arasıra gözlerini kapar ve uyurdu. Banyodan sonra meme emdi ve sabaha kadar uyudu. İlk defa karanlık odada uyumaya alıştı.

2 Nisan Pazar
Bu sabah annesini rahatsız etmemek için biraz geç kalktı ve annesini tatlı sesile uyandırdı. Öğleye kadar az uyudu. Öğleden sonra bahçeye gitti. Orada bakla tarlasının ortasında yatıp uyudu fakat tez uyandı ve baklaları görünce keyiflendi ve gülüp ahhladı. Gece banyosunu yapınca uyudu. Bir defa uyanıp meme emdi.

3 Nisan Pazartesi
Sabah çok keyifli uyandı. Hastaneye gidip tartıldı ve 4 kilo 700 gram geldi. Orada her gören kendisini çok beğendi. Teraziye yatınca bu defa hiç ağlamadı, yalınız bakınmaya başladı ve işeyip teraziden sidikler akarak tartıldı. Bu, nörsün hoşuna gitti ve kendisini sevdi. Bütün gün çok sakin ve rahat geçti. Biraz da portokal suyu içti. Gece sabaha kadar uyudu.

4 Nisan Salı
Sabah tez uyandı ve öğleye kadar hiç uyumadı fakat yaramazlık da etmedi. Öğleden sonra biraz uyudu. Dikiş makinasının sesi hoşuna gitti. Dikilen yeni donunu ilk giyişte doldurdu ve hatta daştı da. Ayakları ve pataniyasi da hep belendi. Akşam üzeri canı sıkıldı. Biraz dışarı çıkınca hemen keyiflendi. Gece çok rahat uyudu ve sabah 6'da uyandı.

5 Nisan Çarşamba
Sabah erken uyandı. Öğleye kadar çok rahat uyudu. Öğleden sonra gezmeye gitti. Gece banyoda kendisini babası çok güzel sabunladı. Banyodan sonra sabaha kadar uyudu.

6 Nisan Perşembe
Sabah erken uyandı. Öyle güzel ahhular söyledi ki onu yalınız bırakmaya kıyamadım. Bütün gün az uyudu fakat rahat ve sakindi. Akşam üzeri biraz sancılandı ve rahatsız oldu. Bu akşam babası rahatsız olduğu için banyosunu yalınız yaptım ve sabaha kadar uyudu.

7 Nisan Cuma
Sabah erken uyandı. Epeyi uyanık oynadı ve sonra uyudu. Öğleden sonra çok az uyudu, evde canı sıkıldığı için biraz rahatsızlık etti. Akşam üzeri öyle güzel şikayetvari sesler çıkardı ki hiç tarif edilemez. Gece banyosunu yapacağı zaman öyle keyifli ve tuhaf sesler çıkardı ki babası ferahından oynamaya başladı. Gece sabaha kadar uyudu.

8 Nisan Cumartesi
Sabah biraz uyudu. Öğlen babası vapurlara vazifeye gitti. Öğleden sonra çok rahat ve sakin oynadı. Hiç ağlamadı. Bugün Sıdkı amcası ve Yengesi Kadriye Hanım'la tanıştı. Kendisini çok beğendiler. Akşam üzeri biraz canı sıkıldı. Bu akşam banyosuna Ahmet Amcabeyisi yardım etti ve gece sabaha kadar uyudu.

9 Nisan Pazar
Sabah erken babası gelip kendisini sevdi. Öğle üzeri teyzesinin bahçesine gitti. Orada kalabalıktan rahatsız oldu ve hiç uyuyamadı. Akşam üzeri eve gelirken araba yürüdükçe hoşuna gitti ve uyudu. Banyosunu yaptıktan sonra O...O... Oooo! diye sesler çıkararak çırpınmaya başladı ki bu doğalı en sevimli bir hali idi. Gece rahat uyudu, yalınız bir defa uyandı.

10 Nisan Pazartesi
Sabah erken kuğulayarak uyandı, hiç yaramazlık etmeden öğleye kadar oynadı ve uyudu. Öğleden sonra gezmeye Maraş'a gitti. Kendisine babası bir çift beyaz çorapçık aldı. Ondan sonra tatlıcı dükkanına gitti ve tatlılar masaya konulunca uyanıp ağlamaya başladı. Gece banyosunu yapıp uyudu ve sabah uyandı.

11 Nisan Salı
Sabah çok erken uyandı ve ahhulamaya başladı, sonra uyudu. Öğleye yakın Şerife Teyzesi'nin oğlu Ahmed ile tanıştı ve onu çok beğendi. Ahmed odaya girerken uyandı ve dikkatle onu seyretmeye başladı. Öğleden sonra biraz yaramazlık yaptı. Gece banyoda biraz uyudu. Banyo çok hoşuna gitti. Ve sabaha kadar uyudu.

12 Nisan Çarşamba
Sabah Teyzesi'nin bahçesine gitti. Orada bakla tarlasının içinde hazırlanan yatacığına yattı. Babası kendisine gölgelik de yaptı. Epeyi havalandıktan sonra Ahmet Amcabeyisi arabasını sürerek onu eve getirdi. Gece banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu.

13 Nisan Perşembe
Sabah erken uyandı ve çeşitli sesler çıkararak epeyi oyalandı. Bütün gün rahat geçti. Akşam üzeri babası kendisini arabasile gezdirdi. Gece banyosunu yaptı. Giyinirken biraz ağladı. Sabaha kadar uyudu. Yalınız bir defa uyandı.

14 Nisan Cuma
Sabah erken uyandı ve sessizce oynarken ahha yaptı. Donundan taşarak battaniyesini ve yorganı epeyi bulaştırdı. Sonra eteğime işedi ve beni soyunmaya mecbur etti. Bütün gün hiç uyumadı. Akşam üzeri biraz uyudu. Banyo zamanı kendisini zorla uyandırdık. Yıkandıktan sonra yine uyudu. Gece hiç uyanmadı.

15 Nisan Cumartesi
İlk seyahati...
Sabah erken güzel ahhular söyleyerek uyandı. Öğleye kadar hiç uyumadı. Öğleden sonra hazırlanıp tirene girdi. Bütün yol tirende uyudu. Saat 4.30'da Lefkoşa'ya geldi. Arabasına yatıp Şerife Teyzesi'nin evine geldi. Küçük yeğenleri Yalkın, Gülter ve Yılmaz'la tanıştı. Afet Nenesi'ni de gördü. Sonra Salih eniştem, Nazif ve Ayşe teyzelerimle görüştü. Akşam üzeri Zaim enişteisni de gördü. Lefkoşa'da kendisini çok beğendiler ve sevdiler. Gece banyosunu yaptı ve sabah saat beşe kadar uyudu.

16 Nisan Pazar
Sabah erken uyandı. Gülter ablasına güzel ahhular ve o...oooo'lar söyleyerek epeyi oyalandı. Sonra uyudu. Öğleden sonra gezmeye gitti. Bugün çok şiddetli yağmurlar oldu ve kızım da yağmurları seyretti. Akşam üzeri yine uyudu. Sonra banyosunu yaptı ve sabaha kadar güzelce uyudu.

17 Nisan Pazartesi
İlk potinini (patisini) giydi...
Sabah erken uyandı ve öğleye kadar hiç uyumadı. Öğleden sonra gezmeye gitti ve kendisini çok beğendiler. Akşam üzeri biraz yaramazlık yaptı fakat banyosunu yapınca rahatlaştı ve sabaha kadar uyudu. Gece ara sıra inler ve dönerdi. Şerife Teyzesi kendisine potinciklerini bitirdi ve ayacıklarına çok yakıştı.

18 Nisan Salı
İlk defa su içti...
Sabah gülerek uyandı. Büyük bir iştiha ile memesini emdi, sonra Ziba Nenesi'ne gitti. Orada biraz yaramazlık yaptı ve kendisine üç damla su içirdik, hoşuna gitti ve ağlamaktan vazgeçti. U...uuu... O... Oooo diye sesler çıkarmaya ve ahhulamaya başladı. Sonra biraz portokal suyu içti. Gece banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu...

19 Nisan Çarşamba
Sabah uyandı. Memesini emerken yine uyudu. Öğleden sonra gezmeye gitti ve kendisini göz tuttu. Akşama kadar ağladı. Sonra banyosunu yaptı ve uyudu.

20 Nisan Perşembe
Güneşten evvel uyandı ve biraz elcikleri ile oyalandı. Sonra uyudu. Öğleden sonra Ayşe Halası'na gitti ve Hamza eniştesi, Ünal ve Seval yeğenleri onu çok sevdiler. Akşam üzeri eve geldi. Banyosunu yaptı ve uyudu. Gece bir defa uyandı.

21 Nisan Cuma
İlk defa Teyzesi saçını kesti...
Sabah erken uyandı, hava çok sıcak olduğu için biraz rahatsız oldu ve bunaldı. Sonra Şerife Teyzesi, saçlarını kesti ve ensesi serin alınca, tatlı tatlı gülmeye, O...oooo diye kuğulamaya başladı. Öğleden sonra gezmeye gitti. Kendisini çok beğendiler. Sabah da Cuma Pazarı'na gitti. Akşam üzeri banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu.

22 Nisan Cumartesi
İlk defa tırnakları kesildi...
Annesinin cebinden bir beyaz şilin aldı...
Sabah gülerek uyandı. Yüzünde kocaman bir tırnak yarası vardı. Bunun üzerine tırnaklarını yine teyzesi kesti. Öğleden sonra gezmeye gitti ve yeşillikleri görünce sevinip kuğulamaya başladı. Yabancı simalara dikkatle bakar ve güler. Gece banyosunu yaptı ve babası da Mağusa'dan gelip ona yardım etti. Gece çok rahat ve sakin olarak sabaha kadar uyudu.

23 Nisan Pazar
İlk Fotoğrafı...
Kızımın Bayram Günü...
Sabah erken gülerek uyandı. Tezesinin hediye ettiği yeni cici elbisesini giydi. Bugün çok fazla neşeli gülüp oynadı. Öğlen üzeri Ahmed Ağabeyisi ilk defa fotoğrafını çetki. Öğleden sonra Kulübe gitti. Orada hiç yaramazlık etmeden Çocuk Bayramı'nı seyretti, şarkıları dinledi ve o da mırıldanıp şarkıcıklar söyledi.  Gece banyosunu yaptı ve neşeli neşeli, sabaha kadar uyudu.

24 Nisan Pazartesi
Sabah erken gülerek uyandı ve babasına güzel ahhular ve O...ooo'lar söyleyerek epeyi oyalandı. Sonra anne ve babasıyla gezmeye gitti. Arabacığı ile gezmek çok hoşuna gitti. Bütün yol söylenip oyalandı, parmacıklarını emdi. Eline geçen perde ve mendilleri emmeyi çok sever. Öğleden sonra yine gezmeye gitti. Günü çok sakin ve rahat geçti. Gece banyoda başı leğene çarptığı için biraz ağladı fakat sonra sabaha kadar uyudu.

25 Nisan Salı
Sabah yine kuğulayarak annesini uyandırdı ve babasile güzel güzel konuştu. Bugün avdet hazırlıkları vardı. Öğleden sonra bütün aileye veda ederek tiren istasyonuna geldi ve Troli ile yola çıktı. Yolda hiç rahatsızlık etmedi. Evvela uyudu. Sonra etrafı ve insanları seyretti. Akşam üzeri Mağusa'ya geldi. Banyosunu yapıp derin bir uykuya daldı ve sabah uyandı.

26 Nisan Çarşamba
Sabah biraz geç uyandı. Bugün evde temizlik yapılacağı için kendisine o kadar iyi bakılamadı ve ara sıra şikayetvari ağladı. Gece banyosunu yaptı ve uyudu.

27 Nisan Perşembe
Bugün yine temizlik ve tertip yapıldığı için biraz üzüldü. Fakat akşam üzeri babası onu epeyi gezdirip havalattı. Gece banyosunu yapıp sabaha kadar uyudu...

28 Nisan Cuma
Bugün evin alt katına daşınmak için evde epeyi telaş vardı ve çocuk fazla kalabalık ve gürültüden rahatsız oldu. Mütemadiyen ağlayıp üzüldü. Benim da fazla meşguliyetim olduğundan kendisine iyi bakamadım. Öğleden sonra Postacı Ahmet Bey ve Hanımı Bahire Hanım bizim eve taşındılar. Çocuk gece banyosunu yapınca rahatlaştı ve sabaha kadar uyudu.

29 Nisan Cumartesi
Sabah uyandı ve öğleye kadar Bahire Hanım'a çok güzel diller döktü. Öğleden sonra evde bunaldı ve babası kendisini gezmeye götürdü. Arabacığıyla gezmek çok hoşuna gitti ve saatlerce dolaşıp havalandı ve sonra yorulup uyudu. Gece banyoda çok uyukladı ve memesini emerken uyudu. Gece hiç uyanmadı.

30 Nisan Pazar
Sabah gülerek uyandı ve beni rahatsız etmemek iin parmacıklarını emip oynamaya başladı. Öğleye doğru biraz yaramazlık yaptı, kucakta kalmak ve annesile konuşmak istedi. Öğleden sonra anne ve babasile gezmeye gitti. Açık hava çok hoşuna gitti. Fakat ansızın hava değişti ve yağmur geldi. Sonra eve döndü. Gece banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu.

1 Mayıs Pazartesi
Sabah uyanıp yine yalınızca oynamaya başladı. Öğleye kadar çok güzel oyalandı. Allı yeşilli zambakları ve gülleri seyretmek çok hoşuna gitti. Onlara tatlı, neşeli çığlıklar çıkararak epeyi oyalandı. Bugün yine ev tenhalaştı. Öğleden sonra hava bozuk olduğu için gezmeye gidemedi, biraz kapunun önünde havalandı. Gece banyosunu yapıp uyudu.

2 Mayıs Salı
Sabah biraz geç uyandı. Öğleye kadar çok az uyudu. Bahçede ağaçları ve çiçekleri seyrederek oyalandı. Öğleden sonra biraz gezmeye gitti. Evlere girip çıkmak hoşuna gitmez, açık havada, ağaçlık yerlerde bülbül gibi şakıyarak eğlenir. Akşam üzeri eve döndü. Banyosunu yapıp sabaha kadar rahat rahat uyudu...

3 Mayıs Çarşamba
Sabah erken uyandı. Bugün Hasan Dayısı gelip çok sevimli fotoğrafçıklarını getirdi. Akşam üzeri canı sıkıldı. Babasile gezmeye gitti. Gece banyosunu yapıp sabaha kadar uyudu.

4 Mayıs Perşembe
Sabah 7.30'da uyandı. Öğleye kadar hiç yaramazlık etmeden uyudu. Öğleden sonra evde kaldığı için biraz canı sıkıldı. Aynada kendi kendine sevinir ve beni uzaktna bile tanır. Gece banyo çok hoşuna gitti, sabaha kadar uyudu.

5 Mayıs Cuma
Sabah 7'de uyandı. Memesini emip saat 10.30'a kadr uyudu. Sonra yarım banyosunu yaptı. Hiç rahatsızlık etmedi. Çiçekleri ve ağaçları seyrederek oyalandı. Öğleden sonra evde canı sıkıldı, biraz yaramazlık yaptı. Akşam üzeri biraz gezmeye çıktı. Gece banyosunu yaptı ve uyudu...

9 Mayıs Salı
İlk defa mektebe ziyarete gitti...

14 Mayıs Pazar
Dört aylık...
İlk defa döndü...
Bugün sabah gülerek uyandı, tırnacıkları kesildi. Öğleye kadar rahatça oynadı. Öğleden sonra anne ve babasile gezmeye gitti. Orada hiç yaramazlık etmedi. Akşam üzeri eve döndü. Gece banyoda çok keiyfi yıkandı ve sabaha kadar güzel güzel uyudu...

15 Mayıs Pazartesi
Renki ve parlak şeyleri görmek ister...

16 Mayıs Salı
İlk defa saçına tuvalet yaptı

17 Mayıs Çarşamba
ABU... dedi

18 Mayıs Perşembe
Gırrr... dedi

19 Mayıs Cuma
Gençlik Bayramı...
Sabah çok erken uyandı ve tatlı cıvıltılarla oyalanmaya başladı. Bütün günü çok şen ve neşeli geçti. Öğleden sonra gezmeye gitti. Kendisini her gören çok sevdi ve bugün fevkalade bir güzellik ve sevimliliği vardı. Gecen banyoda çırpınmaya başladı. Üzerine su atılınca güler. Banyodan sonra uyudu ve sabah uyandı...

22 Mayıs Pazartesi
İlk defa sıçramayı öğrendi...
Sabah çok erken uyandı. Çünkü hanayda patırdı kütürdü vardı. Sonra biraz oyalandı. Öğlene doğru canı sıkıldı. Kucağıma gelmek ve hoplamak isterdi. Sonra Lütfiye Halası, Saffet Amcası ve Hediye Ablası geldiler. Onlarla güzel oyalandı. Gece banyosunu yapıp uyudu...

25 Mayıs Perşembe
İlk defa domates suyu içti...

28 Mayıs Pazar
Sabah biraz geç uyandı. Öğleye kadar çok güzel oynadı. Öğleden sonra Teyzesi'ne bahçeye gitti ve Fatma Teyzesi ona beyaz yakalı bir entari hediye etti. Şerife Teyzesi de iki lastikli doncuk gönderdi. Öğleden sonra Fatma Teyzesi'nin avucuna ve eteğine biraz sarı boya döktü... Gece banyosunu yapınca uyudu...

29 Mayıs Pazartesi
Sabah biraz geç uyandı. Bugün biraz fazla işim olduğu için üzüldü. Kucağıma gelip hoplamak ve benimle konuşup eğlenmek istedi.
(Bugün evsahipleri ile büyük kavga oldu. Çocuk şamatadan bunaldı.)
Öğleden sonra biraz kapının önünde dolaştı. Gece banyosunu yapmak için çok sabırsızlandı. Sonra uyudu...

30 Mayıs Salı
İlk defa kiraz suyu içti...
Sabah erken uyanıp teyzesine gitmek için hazırlandı. Arabacığına girer girmez "Abu... Gığ" diye söylenmeye başladı. Tatlı, neşeli sesler çıkararak bahçeye gitti. Orada az uyudu. Gece arabacığile arabaya giderek eve geldi. Geç vakit banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu...

31 Mayıs Çarşamba
Sabahtan ikindiye kadar çok az uyudu. İkindi üzeri ilk defa parka gitti, orası çok hoşuna gitti. Gece banyoda çok çırpındı. Sonra uyudu...

1 Haziran Perşembe
Sabha saat 9'da uyandı, biraz sonra yine uyudu. Sonra Hastaneye gidip tartıldı ve altıbuçuk kilo geldi. Bugün tam NORMAL bir vücuda sahip oldu ve çok sevindik. Öğleden sonra gezmeye gitti. Gece banyosunu yapıp uyudu.

2 Haziran Cuma
Bugünler çok üzüntülü ve gürültü ve patırdılı geçtiği için çocuk biraz üzüldü. Uyusundan daima uyandı. Fakat anne ve babasının yardımı ve himmeti ile yine günden güne şişmanladı ve güzelleşti...

9 Haziran Cuma
Evde hazırlıklar başladı. Babası çavuşluk imtihanına gürmek için hazırlandı. Kızında da yeni bir sevinç uyandı. Babasına dikkatle bakar ona "Abu... Gırr" diye söylenir. Geceleri hiç uyanmaz. Banyosunu her akşam yapar...

10 Haziran Cumartesi
Sabah biraz geç uyandı. Bugün biraz yaramazlık etti. Öğleden sonra Lefkoşa'ya gitti. Orad akendisini çok sevdiler. Gece banyosunu yaptı ve sabaha kadar uyudu...

11 Haziran Pazar
Sabah gülerek uyandı ve yalınızca saatlarca oynadı, söylendi. Bugünü çok neşeli geçti. Öğleden sonra gezmeye gitti. Sevim ablası onu çok sevdi ve yolda anne ve teyzesi DÜNÜRCÜLÜK ettiler. Bayan Sevim, Bay Ahmed Zaim'e verildi...

12 Haziran Pazartesi
Bugün babası ÇAVUŞLUK imtihanına girdi ve sevine sevine eve gelince kızını çok sevdi. O da Abuvva diye babasına çağırmaya başladı. Gece banyosunu dört gözle bekledi ve sonra sabaha kadar uyudu.

13 Haziran Salı
Bugün Bayan Ulufer'in doğuş gününü kutlamak için fotoğraflarını Girne'ye gönderdi. Bütün günü babasına çağırmak ve minik ablalarile oynamakla geçti. Babası bugün de imtihanda idi.

14 Haziran Çarşamba
İlk defa oturdu...
Sabah hazırlandı, biraz gezmeye çıktı. Bütün gün çok güzel oyalandı. Gece banyo çok hoşuna gitti ve uyudu.

15 Haziran Perşembe
Sabah erken tirenle Mağusa'ya geldi. Sabah biraz üzüldü. Öğleden sonra eşyalarının bir kısmile English Halt'taki beş numaralı eve geldi. Banyosunu yapıp sabaha kadar uyudu.

16 Haziran Cuma
Sabah biraz geç kalktı. Güzel güzel cıvıldayarak oynadı. Bu yeni ve havalı ev çok hoşuna gitti. Çığlıklar atarak, sevinerek, gülerek oyalandı. Öğleden sonra çiftliğe gitti. Gece banyosunu yapıp uyudu...

17 Haziran Cumartesi
İlk defa BABA dedi...

24 Haziran
İlk defa yalınız oturdu...

29 Haziran Perşembe
Bankaya yazıldı...

1 Temmuz Cumartesi
Treni gördükçe GIRRR demeye başladı...

9 Temmuz Pazar
Ahmed Zaim nişanlandı...

10 Temmuz Pazartesi
İkinci defa fotoğraf çektirdi.

14 Temmuz Cuma
Altı aylık oldu...
Bugün sabah çok keyifli uyandı. Evde çamaşırcı vardı. Onu çok sevdiler. Sabah kahvaltı için masaya oturdukları sırada çok müthiş bir kaza geçirdi. ÇAKI SOL GÖZÜNÜN yanına battı. Biraz kanadı fakat çocuk çok korktu. Annesile beraber saatlarca ağladılar...

18 Temmuz Salı
Yeni elbise alındı...

20 Temmuz Perşembe
Kazaya uğradı... Karşı koltuğun kenarına çarptı ve fena halde ağladı...

21 Temmuz
Bugünlerde Afet Nenesıle çok güzel oyalanır. Onun okuduğu Kur'anı ve Mevlid'i hiç ağlamadan can kulağıle dinler ve hoşuna gider. Yalınız oturur ve oynar. Şarkıcıklar söyler. Yalınız akşam üzeri Garabet'in Çiftliğine gidip inekleri, tavukları, suları ve ağaçları görmek ister. Okuyup yazmaya çok meraklı bakar. Biraz yemek yer. Şarkı hoşuna gider...

1 Ağustos Salı
İlk defa adım attı...
Koltuklarından tutunca bir iki adım atmaya başladı ve çok hoşuna gitti. Kucaktan inip yürümek ister ve yürürken tatlı ve neşeli sesler çıkarır.

2 Ağustos Çarşamba
İlk defa çorap giydi...
Çorap giymek hiç hoşuna gitmedi. Çünkü daima ayak parmaklarını emmek ister. Çoraplı olunca ağlar ve çıkarmak ister...

4 Ağustos Cuma
Bugünlerde havalar sıcak olduğu için elbise giymek istemez, tek bir gömlecik veya fanillacıkla açık havada oynar. Geceleri mutlaka serin yerde uyumak ister. En çok söylediği kelimeler, "Hade", "Baba" ve tirenler geçtikçe Gırrr diye güzel sesler çıkarır. Saçları biraz daha büyüdü. Her sabah yüzünü yıkamak ve başını taramak ister.

14 Ağustos Pazartesi
İlk defa potin giydi...
Minik kırmızı potincikler çok hoşuna gitti. Onları O... Oooo diye sever, her dakika çıkarıp yalamak ve emmek ister. Ayağına biraz bol olduğu için çekiştirerek çıkarır ve oynar. Geceleri uyanmaya başladı...

18 Ağustos
Bugünlerde evimizde fazla misafir olduğu için gündüzleri oturup oynar. Başına medil veya tülbent örtmek çok hoşuna gider, onu açmak için uğraşır ve açınca "İda" diye söylenir. Fakat odasını ve yerini değiştiği için gece birkaç defa uyanır. Artık banyosunu gündüzleri yapar. Yalınız kalınca ağlar. Daima konuşma duymak ister...

23 Ağustos Çarşamba
Ahmed'i yollandırmak için evde hazırlıklar var.

24 Ağustos Perşembe
Şerif Hanım Teyzesi'nin oğlu Ahmed Zaim, vapurla Mağusa'dan – buradan – hareket etti. Londra'ya gidip avukat olacak.

25 Ağustos Cuma
Bugünlerde evimiz tenhalandığı için kızımın canı sıkılır, bütün gün Hoppa diye ağlar. Çiftliğe gidince hemen yüzü güler. Hayvanları seyretmek çok hoşuna gider. Neşelendiği zaman öter. Haydi öt biraz kızım deyince hemen "Gırrr" diye çok tatlı bir sesle öter. Eşyaların isimlerini duyunca üstlerine bakar. Hergün bir yumurta içer ve çok sever.

1 Eylül Cuma
İlk defa "Anne" dedi.
Anne kelimesini ağlarken söyledi, artık ağlarken anne diye ağlar. Benden ayrılmak istemez. Geceleri benimle yatar. Çünkü babası geceleri vazifeye gider. İşendiği zaman yerine işemez ve ağlar, her gece birkaç defa uyanır...

7 Eylül Perşembe
İshale uğradı. Çocuğum kuvvetli ishale uğradı. Günde 20-25 defa amel eder fakat tabii şekilde. Dişlerinin biteceğini zannediyoruz...

8 Eylül Cuma
Çocuk rahatsızdır. İshal devam eder ve üç gece sabaha kadar hiç yatmadan tutup oturdum ve yine ağlar.

11 Eylül Pazartesi
Vücudunda kırmızı noktalar görüldü. Bir iki saat zarfında bütün vücüdu kıpkırmızı oldu. Harareti birdenbire düştü ve eli ayağı buz gibi oldu. Hemen yakındaki hastaneye koşup babasına telefon ederek taksi ile doktora gitti. Rahatsızlık birkaç gün içinde tamamıle geçti.

15 Eylül Cuma
Otururken yavaş yavaş yerde sürünmeye başladı. Bir sağa, bir sola yalpa vurarak gitmesi ne hoştur. Yalınız artık koyduğum herhangi bir şeyi yerinde bulamaz oldum. Çünkü minik kızım onların hepsini tertipler. Resimlerden çok hoşlanır. Kitap ve gazetelerle saatlerce oynar. Ağırlığı günden güne artar. Yalınız dişleri bitmedi. Çorbayı çok sever. Artık masada o da karıştırıp yemek yemek ister. Hergün banyosunu mutlaka yapar...

29 Eylül Cuma
Babası ve annesiyle Leymosun'a ve oradan da Malya'ya gitti. Orada su olmadığından tam bir hafta banyosuz kaldı. Bütün köy halkı onu çok vediler ve ismini "Güzel Çocuk" koydular. Hayde öt bu abalara deyince kanarya gibi çok tatlı sesler çıkarır. İki gün bağa gidip üzümleri seyretti. Bağda ona hazırladığımız gölgelik altında rahat rahat yatıp uyudu ve oynadı, hiç yaramazlık etmedi. Amcası ve yengesiyle Cisusa'ya su başına gitti. Akar sular çok hoşuna gitti. Kocaman çınar ağaçları altında saatlerce uyudu...

1 Mart 1945'te ilk defa adım attı ve 31 Mart 1945'e kadar meme emdi...
14 Nisan 1945'te yalınız yürüdü.
15 Mayıs 1945'te ilk dişi bitti. Fakat gayrı tabii. Evvela üst sol ön dişi göründü...

(Annemin hatıra defteri burada son buluyor...)

Fotoğraflar:

Ablamın çocukluk fotoğrafları...
Annemin hatıra defterinden fotoğraflar...
Ablamla bugün çektiğimiz, doğumgününü kutlamak üzere kendisini evinde ziyaretimden bir fotoğraf...

Tuesday, August 16, 2022

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK: Deportations from the “motherlands” – una fatsa una ratsa…

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK: Deportations from the "motherlands" – una fatsa una ratsa…

Deportations from the "motherlands" – una fatsa una ratsa…

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Tel: 00 357 99 966518

Recently some Turkish Cypriot intellectuals from the left-wing were denied entry to Turkey, claiming they form a "security concern" for the country and they were deported on different dates back to the northern part of Cyprus. Among those "not allowed to enter Turkey due to security reasons" were Ali Kishmir who is the head of the Turkish Cypriot media and printing trade union BASIN-SEN, Abdullah Korkmazhan who is the leader of Sol Hareket (The Left Movement), Ali Bizden who had been the press advisor of the former Turkish Cypriot leader Mustafa Akinci, Ahmet Cavit An who is a researcher-writer…
Pantelis Mina after reading news about such deportations told me that they too had similar experiences back in the 1960s as the Greek Cypriot leftists who were sometimes denied entry and were deported from Greece!
I asked him to write his own experience and he kindly did that… Today I want to share with you what our dear friend Pantelis Mina wrote… He currently lives in London and is the administrator of the social media group All UK Cypriots (Greek Cypriots, Turkish Cypriots and all)…
Here is what Pantelis Mina wrote:
"On 29 August 1963 I boarded the ship Pegasus from Famagusta to go to Athens for studies. I was 18 and had just finished high school in Famagusta. On 31 August 1963 I was back at Famagusta harbour, brought back by a ship called Hermes, and was calling my father from a call box.
My poor father said, "How is Athens?". He was shocked when I said, practically ashamed and crying but utterly determined to fight, "I am at the harbour at Famagusta, please find a taxi and come to collect me and I will explain to you..." That's how my deportation story and fight started.
Pegasus and Hermes were brand new Greek vessels, newly launched, identical both inside and outside. It was a tragic irony for me that it felt as if I had not changed ship but I kept reminding myself that I was not going to the city of my dreams - that's how I felt then about Athens - but returning back to my village to face my father who didn't want me to go to Athens because he felt better to send me to London where we had relatives but I insisted to go to Athens and assured him that I would be working and studying at the same time...
That was when I bought my first cigarettes, on my way back, and smoked for the first time... I only gave it up in the 1980's.
My story in fact is like an Aziz Nesin story. A village boy from Achna, the son of a shoemaker from Pyla, I had hardly finished high school in Famagusta and had already become dangerous for national security in Athens (and, even, as it turned out later "a threat for the safety of the royal family...")
First my passport was stamped "ENTRY" in Greece and then crossed over and was written underneath "deported as persona non grata". That passport would cause trouble for me a few times later.
In December 1969, for example I was deported at Dover back to France because I could not convince the British that I was deported from Greece solely for my political beliefs and not for any "subversive activities". To understand this, one must bear in mind the climate of the time with the "cold war" and everything.
I was previously in Paris for a couple of months and that was only one year after the massive student "uprising" (or "revolution", as some called it), in France and other European countries. Unfortunately, the "historical passport" was left in our home in occupied Achna, which now is a no-go "military zone".
So, how come I became a "threat" to the national security of Greece. We are talking of a time only 14 years after the end of a horrific civil war during which more people were killed than during the German-Nazi occupation of the country.
Greece was a police state, with thousands of political prisoners under the guise of western democracy – a pseudo-democracy. The axiom of the regime was "who is not with us is against us" and, therefore, a "communist", a "subversive element", a "spy", a "slavohile" and the like.
In Greece, at that time, there was a party called EDA, which translates "United Democratic Left". Anybody with any connections or contacts with that party, even if you were just seen reading their newspaper, "Avgi", would get a secret "record" that would follow him for the rest of his life as a kind of "stigma" and would prevent him from making any progress in his career and whatever else. That's why many Greek people emigrated to Germany and other countries.
Although a legally existing party, EDA, rightly or wrongly (wrongly in my opinion), was treated by the then regime as the "legal face" or concealment of the then outlawed KKE (the Communist Party of Greece) and "Avgi" was treated as a communist newspaper.
While in Athens with my school class in April 1963, myself, together with my now life-long friend Giorgos Eleftheriou, visited the offices of "Avgi", chatted with people, made friends and the newspaper even published something about that visit, which subsequently worried some people. Giorgos and I were not worried. We didn't hide our beliefs. We were proud and happy.
That's what made me a "national security threat" for Greece. My secret "record" that was kept by the Greek "secret services" and followed me in whatever I did in Greece or in Cyprus, until I served in the Cyprus "national guard" and some months later left for England, contained absolutely no secrets, except my political and ideological beliefs (distorted of course in a monstrous way).
At the time of my brief detention and deportation I was "advised" by the police officer in charge to publish a statement in the press, as soon as I return to Cyprus, renouncing "the Communist Party" (apparently in my case he meant AKEL). I was assured that if I did that "everything would be okay".
As soon as I was back in Cyprus, I did the opposite. I renounced and exposed them and what they did to me. I had a typewriter and worked full-time and overtime sending letters with my story in all directions.
The late Michalis Poumbouris, then Famagusta AKEL District Secretary, stood by my side. The late Ezekias Papaioannou, then General Secretary of AKEL, asked a question about my deportation at the House of Representatives. Spyros Kyprianou, then Foreign Minister, replied that "he would look into it".
In Greece, Avgi devoted a full page to my story with my photograph in the middle (at a time when newspapers had the large format). The good friends I made during my previous visit helped me and that friendship marked my whole life.
Other newspapers, both in Greece and Cyprus, also had shorter reports about my case. I had counted more than fifty instances of publicity on my deportation.
Student and youth organisations in Greece issued protest statements demanding my return to Athens to go ahead with my studies.
Members of the Greek parliament repeatedly raised the matter with government ministers. To cut a long story short, following political developments and a change of government, I was allowed to return to Athens.
As soon as I returned to Athens, I was employed at the EDA central offices, as a member of their Foreign Office. Our main job was to produce and send by post information bulletins in foreign languages updating people in foreign countries about political prisoners and the whole situation in Greece.
About one year later they sent me to Avgi as one of a group of six young people to be trained as a journalist. The military coup of 21 April 1967 found me working at that newspaper.
The junta closed Avgi and confiscated its property. Some other newspapers were also closed. Regardless of that, I never regretted what I did. With my resistance, I turned my deportation misfortune into a blessing.
I share this story for the benefit of fellow-Cypriots in north Cyprus who are facing deportations and banning from Turkey. Don't withdraw yourselves in silence. Raise your voices to be heard everywhere including in Turkey, where I am sure there are many people who will support you."

13.7.2022

About the newspaper clipping:
A newspaper clipping of 30 November 1963 that says: "By decision of the Deputy Minister of the Interior Mr Panayiotopoulos it has been permitted to the Cypriot student Pantelis Mina to enter Greece in order to study at the University of Athens. Last August the police had forced Mina to return to Cyprus due to the fact that he was a communist".
Obviously, this right-wing newspaper says deliberately "he was"...

(*) Article published in YENIDUZEN and POLITIS newspapers…




YENİDÜZEN

*** Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler...
Sevgül Uludağ

Caramel_cy@yahoo.com

*** Türkiye'ye sokulmayan Kıbrıslıtürk solcuların yaşadıklarını, yıllar önce Kıbrıslırumlar da yaşamış... Onlar da "komünist" oldukları gerekçesiyle Yunanistan'a sokulmayıp sınırdışı edilmişler... Çok değerli arkadaşımız Pandelis Mina, 1963'te başından geçenleri anlattı...

"Komünist olduğum gerekçesiyle 1963'te Atina'ya sokulmamış, sınırdışı edilmiş, Kıbrıs'a geri gönderilmiştim..."

Türkiye'ye sokulmayan Kıbrıslıtürk solcuların yaşadıklarını, yıllar önce Kıbrıslırumlar da yaşamış... Onlar da "komünist" oldukları gerekçesiyle Yunanistan'a sokulmayıp sınırdışı edilmişler... Çok değerli arkadaşımız Pandelis Mina, 1963'te başından geçenleri anlattı... Kendisi de 1963 yılı Ağustos ayında "komünist" olduğu gerekçesiyle Yunanistan'a sokulmamış ve sınırdışı edilmiş. Ancak bu konuda sessiz kalmamış, döner dönmez başından geçenleri her tarafa duyurmuş, bununla mücadele etmiş ve nihayetinde öğrenimini sürdürmek üzere Atina'ya 'eri dönebilmiş...
Bu konuda başından geçenleri "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" başlıklı sayfamız için kaleme almasını istedik, o da bizi kırmayarak yazdı...
Son dönemde Abdullah Korkmazhan, Ali Kişmir, Ali Bizden, Okan Dağlı gibi Kıbrıslıtürk aydınlar, "güvenlik tehdidi arzettikleri" iddiasıyla Türkiye'ye sokulmayarak gerisin geri Kıbrıs'a gönderilmişlerdi... Kıbrıslıtürk yetkililer ise bu durumu "normal" karşılayarak, kendi yurttaşlarının bu şekilde muamele görmesine herhangi bir ciddi tepki koymamışlar, isteyenin TC Büyükelçiliği'ne giderek "kara liste"de olup olmadığını öğrenebileceğini ifade ettikleri "açıklamalar"da bulunmuşlardı...
Pandelis Mina, bu olayları yakından takip eden birisi olarak bizimle kendi öyküsünü paylaştı ve "güvenlik tehdidi oluşturduğu" iddiasıyla Türkiye'ye sokulmayan ve sınırdışı edilen Kıbrıslıtürk aydınlara her platformda seslerini yükseltmeleri çağrısında bulundu.
Pandelis Mina arkadaşımızın İngilizce olarak kaleme aldığı yazıyı okurlarımız için Türkçeleştirdik... Pandelis Mina şöyle yazdı:
"29 Ağustos 1963 tarihinde Mağusa'dan Pegasus gemisine binmiştim, Atina'da yüksek öğrenime gitmek üzere... 18 yaşındaydım, Mağusa/Maraş'ta liseden henüz mezun olmuştum... 31 Ağustos 1963 tarihinde ise Mağusa limanına geri dönmüştüm, bu kez Hermes gemisiyle geriye gönderilmiştim ve babamı sokaklarda bulunan bir paralı telefondan aramıştım...
Zavallı babam, "Atina nasıldır?" diye sormuştu... Ben ise "Mağusa limanındayım, lütfen bir taksi bulup gel beni al ve sana o zaman ne olduğunu izah edeceğim" dediğimde babam şoke olmuştu, çok utanıyordum, ağlıyordum ancak bu durumla savaşmakta da kararlıydım... Sınırdışı edilme öyküm ve onunla mücadelem de böyle başlamıştı işte...
Pegasus ile Hermes, yepizyeni Yunan gemileriydi, henüz denize indirilmişlerdi, hem içleri, hem de dışları birbirinin aynısıydı... Benim için trajik bir irniydi – sanki de hiç gemi değiştirmemiştim – ancak kendi kendime sürekli hatırlatmam gerekiyordu ki rüyalarımın şehrine doğru gitmiyordum – o dönem Atina için böyle hissediyordum – ancak köyüme dönüyordum, babamla yüzleşmeye... Babam benim Atina'ya gitmemi istememişti, akrabalarımızın bulunduğu Londra'ya göndermek istemişti beni fakat ben Atina'ya gitmek istemiştim ve onu hem çalışıp hem de öğrenimimi sürdüreceğim konusunda ikna etmiştim...
İlk sigaralarımı geriye dönüşte böylece satın almıştım, ilk kez sigara içiyordum hayatımda... Ve ancak 1980'li yıllarda sigarayı bırakacaktım...
Benim öyküm aslında tam bir Aziz Nesin öyküsü gibidir. Ahna köyünden bir köy çocuğu, Pileli bir kunduracının oğluydum, Maraş'ta daha liseyi bitirmeden önce, Atina'da ulusal güvenlik için tehlike oluşturmaya başlamıştım... (Ve daha sonra ortaya çıkacağı gibi, aynı zamanda "kraliyet ailesinin güvenliği için de bir tehdit" oluşturmaktaymışım...)
Önce pasaportuma "GİRİŞ" mühürü vurulmuştu Yunanistan'da ve sonra bunun üzerine çapraz çizgiler çekilerek altına da "deported as persona non grata" yani "istenmeyen şahıs olarak sınırdışı edilmiştir" diye yazılmıştı... Bu pasaport bana ileriki dönemde de sorun yaratacaktı...
Örneğin Aralık 1969'da Dover'den gerisin geri Fransa'ya sınırdışı edilecektim çünkü Britanyalılar'ı Yunanistan'dan yalnızca siyasi görüşlerim nedeniyle sınırdışı edildiğim, herhangi bir "yıkıcı faaliyetim" nedeniyle sınırdışı edilmediğim konusunda ikna edememiştim. Tüm bunları iyice anlayabilmek için insanın o dönemin "soğuk savaş" dönemi olduğunu, öylesi bir atmosferin hakim olduğunu falan hatırlaması gerekiyor...
Daha önce birkaç aylığına Paris'te bulunmuştum, bu da gerek Fransa'da, gerekse diğer Avrupa ülkelerinde kitlesel öğrenci "başkaldırılarının" (veya bazılarının dediği gibi "devrim"in) olduğu dönemden yalnızca bir yıl sonrasına rastlıyordu. Ne yazık ki bu "tarihi pasaport", işgal altındaki Ahna'da bulunan evimizde kaldı ki orası artık "askeri bölge" olduğu için hiçbir şekilde Ahna'ya gidilemiyor...
Peki ama Yunanistan'ın ulusal güvenliğine yönelik bir "tehdit" haline nasıl gelmiştim? Sözünü ettiğim dönem, Yunanistan'ın Nazi Almanyası tarafından işgal edildiği dönemden çok daha fazla sayıda insanın öldürülmüş olduğu korkunç bir iç savaşın sona ermesinden yalnızca 14 sene sonraydı...
Yunanistan bir polis devleti olmuştu, batılı bir demokrasi kisvesi altında sahte bir demokrasiydi, binlerce siyasi tutuklu vardı ülkede. Rejimin desturu "kim bizimledir, kim bize karşıdır" şeklindeydi ve dolayısıyla bir "komünist", "yıkıcı bir eleman"dı, bir "casus"tu vesaire vesaire...
O günlerde Yunanistan'da EDA diye bir parti vardı ki bunu "Birleşik Demokratik Sol" olarak çevirebiliriz. Bu partiyle ilgisi ya da teması olan herhangi bir kişi, yalnızca partinin gazetesi "Avgi"yi okuyor olsanız bile gizli bir "kayıt" altına alınmanıza ve ömrünüz boyunca bu kaydın sizi izlemesine yol açmaktaydı – bir "dışlanma"ya neden oluyor, kariyerinde veya başka herhangi bir alanda ilerlemesini engelliyordu... İşte bu nedenle pek çok Yunan, Almanya ve diğer ülkelere göç etmekteydi...
Yasal bir parti olan EDA, doğru veya yanlış (bana göre yanlıştı bu), o günlerde yasadışı olan KKE'nin (Yunanistan Komünist Partisi'nin), "yasal yüzü" olarak addedilmekteydi rejim tarafından ve "Avgi" gazetesi de komünist bir gazete olarak muamele görmekteydi.
Nisan 1963'te okul gezisiyle Atina'ya gitmiş olan Pandelis Mina yani ben, ömür boyu arkadaşım olacak olan Yorgos Elefteriu ile birlikte "Avgi" gazetesinin ofisini ziyaret etmiştik, insanlarla sohbet etmiş, dost olmuştuk ve hatta bu gazete bu ziyaretimizi yayınlamıştı da ki bu da bazılarını kaygılandırmıştı... Biz ise Pandelis ve Yorgos olarak hiç de kaygılı değildik. Çünkü inançlarımızı gizlemiyorduk. Bundan onur duyuyorduk ve mutluyduk...
İşte Pandelis Mina'yı yani beni Yunanistan'a yönelik "milli bir güvenlik tehdidi" haline getiren buydu... Hakkımdaki gizli "kayıtlar", Yunan "gizli servisleri" tarafından tutuluyordu ve ister Yunanistan, ister Kıbrıs'ta yaptıklarım kayıt altına alınıyordu... Bu, Kıbrıs'ta askere gitmeme ve sonrasında da İngiltere'ye gitmeme kadar devam edecekti – bunlarda hiçbir sır yoktu ki, siyasi ve ideolojik görüşlerim ortadaydı ancak tüm bunlar korkunç biçimde çarpıtılmaktaydı...
Kısa gözaltı ve sınırdışı edilmem esnasında yetkili polis görevlisi bana Kıbrıs'a döner dönmez derhal bir gazetede bir açıklama yayınlamamı ve "Komünist Partisi"ni kınamamı (benim durumumda AKEL manasına gelecekti bu) "tavsiye" etti. Eğer böyle yapacak olursam, "herşeyin yolunda gideceği" konusunda bana güvence de vermekteydi...
Kıbrıs'a döner dönmez, bunun tam tersini yaptım. Onları kınadım ve bana yaptıklarını ortaya döktüm. Bir daktilom vardı ve bütün bün çalışarak öykümü kaleme aldım ve her tarafa gönderdim...
O günlerde Mağusa AKEL Bölge Sekreteri olan rahmetlik Mihalis Pumburis, tüm bu süreçte yanımda duracaktı... O günlerde AKEL Genel Sekreteri olan Ezekias Papayuannu da Temsilciler Meclisi'nde benim sınırdışı edilmemle ilgili bir soru soracaktı. O günlerde Dışişleri Bakanı olan Spiros Kiprianu, "bu konuya bakacağı" yönünde bir yanıt vermişti.
Yunanistan'da ise Avgi, öyküme bir tam sayfa yer vermişti – ortaya da bir fotoğrafımı koymuştu. O günlerde gazeteler henüz büyük formatta basılmaktaydı... Geçmiş ziyaretimden edindiğim dostlar da bana yardımcı oldular ve bu arkadaşlık, tüm hayatıma damga vuracaktı...
Gerek Yunanistan, gerekse Kıbrıs'ta başka gazeteler de durumumla ilgili daha kısa yazılar yazdılar. Sınırdışı edilmemle ilgili en az 50 tane haber çıktığını hesaplamıştım o günlerde...
Yunanistan'daki öğrenci ve gençlik örgütleri de sınırdışı edilmemi protesto eden açıklamalar yapmışlar ve derhal Atina'ya geri dönerek öğrenimime devam etmemin sağlanmasını talep etmişlerdi...
Yunanistan parlamentosundaki milletvekilleri de hükümetin bakanlarına sık sık benim durumumu sormaktaydı... Kısacası, siyasi gelişmeler ve hükümet değişikliği ardından, Atina'ya dönmeme izin verilecekti...
Atina'ya döner dönmez EDA merkez ofisinde istihdam edilecektim, onların Dış İlişkiler Bürosu'nun bir üyesi olarak. Buradaki esas görevimiz, yabancı dillerde enformasyon bültenleri üretmek ve bunları yabancı ülkelerdeki insanlara posta yoluyla göndermekti – bültenlerde siyasi tutuklular ve Yunanistan'daki durumla ilgili son durum hakkında bilgiler bulunmaktaydı.
Bir sene kadar sonra ise beni Avgi gazetesine gönderdiler, altı genç insan arasındaydım, gazeteci olarak eğitilmek üzere Avgi'ye gönderilmiştim... 21 Nisan 1967 darbesi beni o gazetede çalışırken bulacaktı...
Cunta, Avgi'yi kapatacak ve mallarına el koyacaktı. Başka bazı gazeteler de kapatılacaktı... Tüm bunlara rağmen yaptıklarımdan hiçbir zaman pişman olmadım. Direnişimle, sınırdışı edildiğim talihsizliği bir nimete dönüştürmüştüm...
Bu öyküyü Türkiye'nin kendilerini sınırdışı edip ülkeye girmelerini yasakladığı Kıbrıs'ın kuzeyinden Kıbrıslı kardeşlerimiz için paylaştım... Kendinizi sessizliğe gömmeyiniz. Sesinizin her yerde duyulmasını sağlayınız, buna Türkiye de dahildir, eminim ki orada da pek çok insan sizi destekleyecektir..."
(Pandelis Mina'nın İngilizce olarak kaleme aldığı yazıyı Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).

Gazete küpürü hakkında:
Gazetede şöyle yazıyor: "İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Bay Panayiotopulos'un kararıyla, Kıbrıslı öğrenci Pandelis Mina'ya Atina Üniversitesi'nde öğrenim görmek için Yunanistan'a giriş izni verilmiştir. Geçtiğimiz Ağustos ayında polis Mina'yı komünist olması nedeniyle Kıbrıs'a dönmeye zorlamıştı..."

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – 13.7.2022)

https://www.yeniduzen.com/komunist-oldugum-gerekcesiyle-1963te-atinaya-sokulmamis-sinirdisi-edilmis-kibrisa-ge-19317yy.htm




Απελάσεις από τις «μητέρες πατρίδες» – una fatsa una ratsa…

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Τηλ: 99 966518

Πρόσφατα, απαγορεύτηκε η είσοδος στην Τουρκία σε ορισμένους Τουρκοκύπριους διανοούμενους της αριστεράς με τον ισχυρισμό ότι αποτελούν «ανησυχία για την ασφάλεια» για τη χώρα και απελάθηκαν πίσω στο βόρειο τμήμα της Κύπρου σε διαφορετικές ημερομηνίες. Μεταξύ εκείνων στους οποίους «δεν επιτράπηκε να εισέλθουν στην Τουρκία για λόγους ασφαλείας» ήταν ο Ali Kishmir, ο οποίος είναι ο επικεφαλής της συντεχνίας των τουρκοκυπριακών μέσων ενημέρωσης και τύπου BASIN-SEN, ο Abdullah Korkmazhan που είναι ο ηγέτης του Sol Hareket (Αριστερή Κίνηση), ο Ali Bizden ο οποίος ήταν σύμβουλος Τύπου του τέως Τουρκοκύπριου ηγέτη Mustafa Akinci, και ο Ahmet Cavit An που είναι ερευνητής-συγγραφέας…
Ο Παντελής Μηνά, όταν διάβασε τις ειδήσεις για αυτές τις απελάσεις, μου είπε ότι και αυτοί είχαν παρόμοιες εμπειρίες τη δεκαετία του 1960, όταν μερικές φορές απαγορευόταν η είσοδος στην Ελλάδα σε Ελληνοκύπριους αριστερούς και τους απέλαυναν από την Ελλάδα!
Του ζήτησα να γράψει τη δική του εμπειρία και το έκανε με προθυμία… Σήμερα θέλω να μοιραστώ μαζί σας αυτά που έγραψε ο αγαπημένος μας φίλος Παντελής Μηνά… Αυτή τη στιγμή ζει στο Λονδίνο και είναι διαχειριστής της ομάδας All UK Cypriots (Ελληνοκύπριοι, Τουρκοκύπριοι και όλοι) στα μέσα κοινωνικής δικτύωσης…
Ο Παντελής Μηνά έγραψε τα ακόλουθα:
«Στις 29 Αυγούστου 1963 επιβιβάστηκα στο πλοίο Πήγασος από την Αμμόχωστο για να πάω στην Αθήνα για σπουδές. Ήμουν 18 χρονών και μόλις είχα τελειώσει το λύκειο στην Αμμόχωστο. Στις 31 Αυγούστου 1963 ήμουν πίσω στο λιμάνι της Αμμοχώστου, με έφερε πίσω ένα πλοίο που ονομαζόταν Ερμής και καλούσα τον πατέρα μου από ένα τηλεφωνικό θάλαμο.
Ο καημένος ο πατέρας μου είπε «πώς είναι η Αθήνα;». Σοκαρίστηκε όταν του είπα, σχεδόν ντροπιασμένος και κλαίγοντας, αλλά απόλυτα αποφασισμένος να πολεμήσω, «Είμαι στο λιμάνι Αμμοχώστου, σε παρακαλώ βρες ένα ταξί και έλα να με πάρεις και θα σου εξηγήσω...» Έτσι ξεκίνησε η ιστορία της απέλασης μου και του αγώνα μου.
Το Πήγασος και το Ερμής ήταν ολοκαίνουργια ελληνικά σκάφη, πρόσφατα δρομολογημένα, πανομοιότυπα εσωτερικά και εξωτερικά. Ήταν τραγική ειρωνεία για μένα που ένιωθα σαν να μην είχα αλλάξει πλοίο, αλλά υπενθύμιζα στον εαυτό μου ότι δεν πήγαινα στην πόλη των ονείρων μου – έτσι ένιωθα τότε για την Αθήνα – αλλά επέστρεφα στο χωριό μου για να αντιμετωπίσω τον πατέρα μου που δεν ήθελε να πάω στην Αθήνα γιατί ένιωθε καλύτερα να με στείλει στο Λονδίνο όπου είχαμε συγγενείς. Εγώ όμως επέμενα να πάω στην Αθήνα και τον διαβεβαίωσα ότι θα δούλευα και θα σπούδαζα ταυτόχρονα...
Τότε ήταν που αγόρασα τα πρώτα μου τσιγάρα, στο δρόμο της επιστροφής και κάπνισα για πρώτη φορά... Το σταμάτησα μόλις τη δεκαετία του 1980.
Η ιστορία μου είναι στην πραγματικότητα σαν μια ιστορία του Aziz Nesin. Ένα χωριατόπαιδο από την Άχνα, ο γιος παπουτσή από την Πύλα, είχα μόλις τελειώσει το λύκειο στην Αμμόχωστο και είχα ήδη γίνει επικίνδυνος για την εθνική ασφάλεια στην Αθήνα (και μάλιστα, όπως αποδείχθηκε αργότερα «απειλή για την ασφάλεια της βασιλικής οικογένειας...»)
Πρώτα στο διαβατήριο μου μπήκε η σφραγίδα «ΕΙΣΟΔΟΣ» στην Ελλάδα και μετά διαγράφτηκε και από κάτω έγραφε «απελαθείς ως persona non grata». Αυτό το διαβατήριο αργότερα μου προκάλεσε μερικές φορές προβλήματα.
Τον Δεκέμβριο του 1969, για παράδειγμα, απελάθηκα στο Dover πίσω στη Γαλλία γιατί δεν μπορούσα να πείσω τους Βρετανούς ότι απελάθηκα από την Ελλάδα αποκλειστικά για τις πολιτικές μου πεποιθήσεις και όχι για οποιαδήποτε «ανατρεπτική δραστηριότητα». Για να το καταλάβει κανείς αυτό, πρέπει να έχει κατά νου το κλίμα της εποχής με τον «ψυχρό πόλεμο» και τα υπόλοιπα.
Προηγουμένως ήμουν στο Παρίσι για μερικούς μήνες και αυτό ήταν μόνο ένα χρόνο μετά τη μαζική φοιτητική «εξέγερση» (ή «επανάσταση» όπως την αποκαλούσαν ορισμένοι), στη Γαλλία και σε άλλες ευρωπαϊκές χώρες. Δυστυχώς, το «ιστορικό διαβατήριο» έμεινε στο σπίτι μας στην κατεχόμενη Άχνα, που πλέον είναι απαγορευμένη «στρατιωτική ζώνη».
Πως, λοιπόν, έγινα «απειλή» για την εθνική ασφάλεια της Ελλάδας; Μιλούμε για μια εποχή μόλις 14 χρόνια μετά το τέλος ενός φρικτού εμφυλίου πολέμου κατά τον οποίο σκοτώθηκαν περισσότεροι άνθρωποι παρά στη διάρκεια της γερμανο-ναζιστικής κατοχής της χώρας.
Η Ελλάδα ήταν ένα αστυνομικό κράτος, με χιλιάδες πολιτικούς κρατούμενους με το πρόσχημα της δυτικής δημοκρατίας – μιας ψευδοδημοκρατίας. Το αξίωμα του καθεστώτος ήταν «όποιος δεν είναι μαζί μας είναι εναντίον μας» και, επομένως, «κομμουνιστής», «ανατρεπτικό στοιχείο», «κατάσκοπος», «σλαβόφιλος» και άλλα παρόμοια.
Στην Ελλάδα, τότε, υπήρχε ένα κόμμα με το όνομα ΕΔΑ, που μεταφράζεται «Ενωμένη Δημοκρατική Αριστερά». Οποιοσδήποτε με οποιεσδήποτε διασυνδέσεις ή επαφές με αυτό το κόμμα, ακόμα κι αν σε έβλεπαν να διαβάζεις την εφημερίδα του «Αυγή», αποκτούσε ένα μυστικό «φάκελο» που τον ακολουθούσε για το υπόλοιπο της ζωής του ως ένα είδος «στίγματος» και τον απέτρεπε από οποιαδήποτε πρόοδο στην καριέρα του και οτιδήποτε άλλο. Γι αυτό πολλοί Έλληνες μετανάστευσαν στη Γερμανία και σε άλλες χώρες.
Αν και ένα νομίμως υπάρχον κόμμα, η ΕΔΑ, δικαίως ή αδίκως (αδίκως κατά τη γνώμη μου), αντιμετωπιζόταν από το τότε καθεστώς ως το «νόμιμο πρόσωπο» ή την απόκρυψη του τότε εκτός νόμου ΚΚΕ (Κομμουνιστικό Κόμμα Ελλάδος) και η «Αυγή» αντιμετωπιζόταν ως κομμουνιστική εφημερίδα.
Τον Απρίλιο του 1963, ενώ βρισκόμουν στην Αθήνα με τους συμμαθητές μου από το σχολείο, εγώ και ο διαχρονικός μου φίλος, Γιώργος Ελευθερίου, επισκεφτήκαμε τα γραφεία της «Αυγής», κουβεντιάσαμε με κόσμο, κάναμε φίλους και μάλιστα η εφημερίδα δημοσίευσε κάτι για εκείνη την επίσκεψη, το οποίο ακολούθως ανησύχησε κάποιους. Εμείς δεν ανησυχήσαμε. Δεν κρύψαμε τα πιστεύω μας. Ήμασταν περήφανοι και χαρούμενοι.
Αυτό είναι που με έκανε «απειλή για την εθνική ασφάλεια» στην Ελλάδα. Ο μυστικός μου «φάκελος» που κρατούσαν οι ελληνικές «μυστικές υπηρεσίες» και με ακολουθούσε σε οτιδήποτε κι αν έκανα στην Ελλάδα ή στην Κύπρο, μέχρι που υπηρέτησα στην Κυπριακή «Εθνική Φρουρά» και λίγους μήνες αργότερα έφυγα για την Αγγλία, δεν περιείχε κανένα απολύτως μυστικό, εκτός από τις πολιτικές και ιδεολογικές μου πεποιθήσεις (διαστρεβλωμένες φυσικά με τερατώδες τρόπο).
Στο διάστημα της σύντομης κράτησης και απέλασης μου με «συμβούλεψε» ο επί καθήκοντι αστυνομικός μόλις επιστρέψω στην Κύπρο να δημοσιεύσω δήλωση στον τύπο, αποκηρύσσοντας «το Κομμουνιστικό Κόμμα» (προφανώς στην περίπτωση μου εννοούσε το ΑΚΕΛ). Με διαβεβαίωσαν ότι αν το έκανα αυτό «όλα θα ήταν εντάξει».
Μόλις επέστρεψα στην Κύπρο, έκανα το αντίθετο. Τους απαρνήθηκα και τους εξέθεσα αυτούς και αυτά που μου έκαναν. Είχα μια γραφομηχανή και δούλευα συνεχώς σε πλήρες ωράριο και υπερωρίες στέλνοντας επιστολές με την ιστορία μου προς όλες τις κατευθύνσεις.
Στο πλευρό μου στάθηκε ο αείμνηστος Μιχάλης Πουμπουρής, τότε Επαρχιακός Γραμματέας του ΑΚΕΛ Αμμοχώστου. Ο αείμνηστος Εζεκίας Παπαϊωάννου, τότε Γενικός Γραμματέας του ΑΚΕΛ, έθεσε ερώτηση στη Βουλή σχετικά με την απέλαση μου. Ο Σπύρος Κυπριανού, τότε Υπουργός Εξωτερικών, απάντησε ότι «θα το εξετάσει».
Στην Ελλάδα, η Αυγή αφιέρωσε μια ολόκληρη σελίδα στην ιστορία μου με τη φωτογραφία μου στη μέση (σε μια εποχή που οι εφημερίδες είχαν το μεγάλο σχήμα). Οι καλοί φίλοι που έκανα στη διάρκεια της προηγούμενης επίσκεψης μου με βοήθησαν και αυτή η φιλία σημάδεψε όλη μου τη ζωή.
Άλλες εφημερίδες, τόσο στην Ελλάδα όσο και στην Κύπρο, είχαν επίσης μικρότερες αναφορές για την περίπτωση μου. Είχα μετρήσει περισσότερες από πενήντα περιπτώσεις δημοσιότητας για την απέλαση μου.
Φοιτητικές και νεανικές οργανώσεις στην Ελλάδα εξέδωσαν ανακοινώσεις διαμαρτυρίας απαιτώντας την επιστροφή μου στην Αθήνα για να προχωρήσω με τις σπουδές μου.
Μέλη της Ελληνικής Βουλής έθιξαν επανειλημμένα το θέμα στους υπουργούς της κυβέρνησης. Για να μην μακρηγορώ, μετά από πολιτικές εξελίξεις και την αλλαγή κυβέρνησης, μου επέτρεψαν να επιστρέψω στην Αθήνα.
Μόλις επέστρεψα στην Αθήνα, προσλήφθηκα στα κεντρικά γραφεία της ΕΔΑ, ως μέλος του Γραφείου Εξωτερικών τους. Η κύρια δουλειά μας ήταν να παράγουμε και να αποστέλλουμε ταχυδρομικώς ενημερωτικά δελτία σε ξένες γλώσσες ενημερώνοντας ανθρώπους σε ξένες χώρες για τους πολιτικούς κρατούμενους και την όλη κατάσταση στην Ελλάδα.
Περίπου ένα χρόνο αργότερα με έστειλαν στην Αυγή ως μέλος μιας ομάδας έξι νέων για να εκπαιδευτώ ως δημοσιογράφος. Το στρατιωτικό πραξικόπημα της 21ης Απριλίου 1967 με βρήκε να δουλεύω σε εκείνη την εφημερίδα.
Η χούντα έκλεισε την Αυγή και κατάσχεσε την περιουσία της. Έκλεισαν και κάποιες άλλες εφημερίδες. Ανεξάρτητα από αυτό, δεν μετάνιωσα ποτέ για αυτό που έκανα. Με την αντίσταση μου μετέτρεψα την ατυχία της απέλασης μου σε ευλογία.
Μοιράζομαι αυτήν την ιστορία προς όφελος των συν-Κυπρίων στη βόρεια Κύπρο που αντιμετωπίζουν απελάσεις και απαγόρευση από την Τουρκία. Μην αποσύρεστε σιωπηλά. Υψώστε τη φωνή σας για να ακουστείτε παντού, συμπεριλαμβανομένης της Τουρκίας, όπου είμαι σίγουρος ότι υπάρχουν πολλοί άνθρωποι που θα σας στηρίξουν».


Για κάτω από τη φωτογραφία από το απόκομμα της εφημερίδας:

Απόκομμα εφημερίδας της 30ης Νοεμβρίου 1963 που λέει: «Με απόφαση του Υφυπουργού Εσωτερικών κ. Παναγιωτόπουλου επετράπη στον Κύπριο φοιτητή Παντελή Μηνά να εισέλθει στην Ελλάδα για να σπουδάσει στο Πανεπιστήμιο Αθηνών. Τον περασμένο Αύγουστο η αστυνομία είχε ανάγκασε τον Μηνά να επιστρέψει στην Κύπρο λόγω του ότι ήταν κομμουνιστής».
Προφανώς, αυτή η δεξιά εφημερίδα λέει επίτηδες «ήταν»...


(*) Article published in POLITIS newspaper on the 14th of August 2022, Sunday.
https://politis.com.cy/apopseis/stiles/509763/una-fatsa-una-ratsa

Tuesday, March 29, 2022

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK: The sad story of Christakis Hadjiprodromou and his “missing” parents from Varosha...

(ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK)


The sad story of Christakis Hadjiprodromou and his "missing" parents from Varosha...

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Tel: 99 966518

I had met Christakis Hadjiprodromou 11 years ago, on the 4th of April 2011 at his home in Strovolos – my dear friend Maria Georgiadou from Kythrea would take me there and we would have an interview...
Christakis Hadjiprodromou was from Varosha and his mother and father were "missing" from Varosha since 1974...
A great antiques collector, he had known and were friends with many Turkish Cypriots... Before 1974, he would be visiting Turkish Cypriot villages to get antiques... Until 1973, you could be private collector of antiques with the permission of the government... So he had a huge collection of antiques (1,900 pieces in all) he would tell me and this would be the basis of the current St. Barnabas Museum... He would sue the Turkish authorities about his antiques on display at the St. Barnabas Museum and when I had met him at his flat for the interview, the case at the European Human Rights Court had been continuing...
Some of those antiques were 9 thousand years old and since his house was the very first house to be opened at Eleftheria Avenue, the Turkish Cypriot antiquities department would code all those antiques as "1975/1"... Some of those antiques would be stolen...
"The small ones would be stolen since it is easier to put in your pocket if it is small" he would explain to me... Most of his collection would be exhibited at the St. Barnabas Monastery and some of those would be in the warehouses of the Turkish Cypriot antiquities department. And yet some of those stolen would be bought by some rich Turkish Cypriots and exhibited in their homes and some of them would be smuggled outside the island and sold in Switzerland, USA and England and Mr. Christakis would try to trace those sales...
The family of Mr. Christakis was the owner of the Omega Hotel Apartment in Varosha and it was so successful that they had begun building a second hotel in 1974... "We were working with 120 per cent capacity" he would tell me and most of their customers would be from Sweden, England and Germany...
Born on the 21st of January 1929 in Varosha, he had been 82 years old when I had interviewed him... What I didn't know then and until now was that he would pass away in 2013... So two years later, we would lose him...
"My mother comes from an old Famagusta family and her name was Maria... My father Panayotis was from Limnya, next to Agios Sergios... But he had left the village and had gone to Famagusta..." His father's mother had died when he was a child and his grandfather would remarry and as a small child, his father would be very unhappy... So he would leave and go to America at a young age... He would return to Cyprus in 1926, would get married with Mrs. Maria from Famagusta and then little Christakis would be born in 1929. He would be the only child...
Mr. Christakis would study law in America and London and would come back to Cyprus in 1955... When he had come back to Varosha, the town was still a bit rural and only after the declaration of the Republic of Cyprus, it would start a speedy development, but the biggest development would be after 1968...
"Varosha was not only about tourism... The main thing was the Famagusta port – 70 per cent of all imports and exports were done through the Famagusta port... But the internal development was based on tourism" he would explain to me. In the area of Agios Loucas and Kato Varoshi, they would also grow citrus...
In 1956, Mr. Christakis would get married with Artemis Savopoullou and they would have a boy and two girls... She too was from Varosha...
"She was a wonderful person, a real lady... She was tall and beautiful. She was a family person but she also liked to travel and socialise... She would cook Cypriot food most and we would eat these with pleasure... Actually she had learned how to cook from my mother Maria who had been a wonderful cook... She passed away due to cancer in 1983..."
In 1958 he would be proposed to become a judge in the area of Morphou and Lefka and he would accept this. After the Republic of Cyprus was declared, he had begun sitting in court cases in Lefka together with Ulfet Emin, a well-known Turkish Cypriot judge... This had been a joint court... He also knew Zeka Bey... He would resign in 1961, thinking Morphou was too far and would begin again practicing as a lawyer...
Despite tensions in 1963-64, he maintained good relations with Turkish Cypriots... He would remember that some Turkish Cypriots in Varosha would "disappear" from their workplaces... One of those was Ertoghrul Veli who had been taken from his work at the Barclays Bank and he would go "missing"...
"I knew Ertoghrul Veli, he was a very good person... After the 11th of May 1964, there had been very unfortunate and sad events but me personally, I never had any problems with Turkish Cypriots, never. Even after 1964, I was visiting many Turkish Cypriot villages without encountering any problems... I also had a good friend with whom we were going inside the walled city of Famagusta, without any problems...
After 1968, Varosha would be on a course of speedy development... I had begun the construction of the Omega Hotel Apartments on the beach in 1969... On the ground floor was a cafeteria and shops and upstairs would be nine floors of apartments... No one was taking any incentives from the government, everyone was doing their own investments... In 1972, it was so successful and there was so much demand for our hotel apartments that the demand was 120 per cent! So we had begun the construction of a second hotel in the same area that would consist of 20 apartment flats... It would be done at the end of 1974... We had even signed contracts for the flats for 1st of March 1975!"
On the 7th of July 1974, Mr. Christakis would go on holidays with his wife and kids... "Even if there was tension, I had not noticed and what was more, there were no Turkish Cypriots in Varosha so why should it be in danger... There were only a few Turkish Cypriots living in Varosha and no tension at all... There was tension outside in places like Agios Sergios but not inside Varoshi... People in Varosha were far more progressive in business and in real life... They were more connected with their business and their family lives... They did not think like those from EOKA B..."
His would be long holidays and due to war, would not be able to come back for some time...
"As far as I understand although everyone left, my parents remained in Varosha... They were staying at the Omega Hotel Apartments. On the 16th or 17th of August 1974, they would go outside the hotel and encounter four Greek Cypriot soldiers over two motorcycles...
"What are you doing here? The whole town has emptied... Turks are coming into Varosha..." So my father and mother without taking anything decided to leave... The two Greek Cypriot soldiers would accompany them and they would take my wife's car, a bluish-grey Morris and try to leave. Then they would encounter tanks... "These must be our tanks" one of the soldiers in the car would say and they would drive towards the tanks and they would be arrested and killed in cold blood at Kato Dherinia... I could only return in the autumn of 1975... We stayed for over a year in London... But I had heard of them being killed after 15 days... The Greek Cypriot journalist Dimitris Andreou had gone and filmed a mass grave there and while filming some soldiers would chase them and then would fence it off so no one could enter the area of the mass grave... A witness had seen how my father and mother had been buried there with the two Greek Cypriot soldiers... And a truck had brought more bodies so in that mass grave, more should be found..."
The remains of his mother and father, together with the two Greek Cypriot soldiers would be found – not the others he or others are mentioning – during the excavations of the Cyprus Missing Persons' Committee in Dherinia and when it came to the funeral of his father and mother, Mr. Christakis had already passed away... His mother and father would be buried on the 29th of January 2022 at the Constantinos and Eleni Cemetery next to their son but he won't be able to see that their remains had been found... While waiting for them he would pass away...
May they all rest in peace...
I am glad I had managed to interview him so that we can retain his memory... I want to finish this article with his words about how he felt being a refugee and about Varosha:
"When I returned from London, I had no place to go back to... I started living in Nicosia... But we were sea people. I had grown up by the sea... My father was one of the first who had built a house next to the sea in 1935... We had always lived by the sea... But now I had to live in Nicosia and continue practicing law...
It was not only your house or your property that you lost... You lost your friend, you lost your way of life, you lost your habits, you lose everything... The most traumatic thing about being a refugee is this – being a refugee in your own country... I dream about Varosha... First of all this was the place I was born in, where I grew up... Everything I loved was there... I love the sea and Varosha seaside is one of the most wonderful seasides in the world... I miss my friends, I miss the places I used to hang out... Of course all those little things are the things that make life worth living...
I don't think that Varosha would be returned so long as the Cyprus problem continues..."

8.2.2022

(*) Article published in POLITIS newspaper on the 20th of March 2022, Sunday.


YENİDÜZEN gazetesinde "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" yazı dizimizde 31 Ocak, 1 ve 2 Şubat 2022'de yayımlanan yazımız:

*** Maraş'ta Omega Oteli'nin sahibi "kayıp" Maria ile Panayotis Hacıprodromu, onlardan geride kalanların bulunmasını beklerken vefat eden biricik oğluları Hristakis Hacıprodromu'nun yanına defnedildiler…

Maraş'tan kaçmaya çalışırken öldürülmüşlerdi…

1974'te Maraş'ta Omega Oteli'nin sahibi "kayıp" Maria ile Panayotis Hacıprodromu, onlardan geride kalanların bulunmasını beklerken vefat eden biricik oğluları Hristakis Hacıprodromu'nun yanına defnedildiler…
2017 yılında Mağusa'da (Derinya-Maraş'ın "açık" bölgesi) Kayıplar Komitesi'nin yürüttüğü kazılarda iki diğer "kayıp" Kıbrıslırum'la birlikte aynı yerde gömülü olarak bulunan Maria ile Panayotis Hacıprodromu'dan geride kalanlar, geçtiğimiz Cumartesi günü (29 Ocak 2022) Lefkoşa'da Ayios Konstantinu ve Eleni Mezarlığı'nda toprağa verildi… Maria ve Panayotis Hacıprodromu'nun tek bir oğluları vardı: Hristakis Hacıprodromu… O da Maraş'tan "kayıp" annesi ve babasından geride kalanların bulunmasını beklerken, 2013 yılında vefat etmişti… Kısacası, annesi ve babasının kalıntılarının bulunduğunu göremeden bu dünyadan göçüp gitmişti… Hristakis Hacıprodromu'yla, bir Kıbrıslıtürk okurumuzun yardımları aracılığıyla tanışmıştık ve kendisiyle geniş bir röportaj yapmıştık. Bu röportajımız tam 11 sene önce bu sayfalarda Nisan 2011'de yayımlanmıştı… Hristakis Hacıprodromu'nun anlattıklarına göre annesi Maria ve babası Hacıprodromu başlangıçta Maraş'tan kaçmamıştı ve kendi otelleri olan Kennedy Caddesi'ndeki Omega Oteli'nde kalıyorlardı. Omega Otel o kadar başarılı olmuştu ki, Maraş'ta ikinci bir otel inşa etmeye de başlamışlardı…
Otelden dışarıya hava almaya çıktıkları zaman bazı Kıbrıslırum askerlerle karşılaşmışlar ve onlar da kendilerine "Türkler'in Maraş'a girdiğini, kaçmaları gerektiğini" söylemişti… Böylece, Maraş'tan kaçmaya çalışmışlar ancak kaçarken öldürülmüşlerdi…
2011 yılında röportaj yapmış olduğumuz Maria ve Panayotis Hacıprodromu'nun oğlu rahmetlik Hristakis Hacıprodromu, annesi ve babasının, iki Kıbrıslırum askerle birlikte otelde bulunan Hristakis'in eşi Artemis'e ait Morris marka mavimsi gri bir arabaya binerek kaçmaya çalıştıklarını ancak yolda Türk askerlerini taşıyan tanklarla karşılaştıklarını ve araçtan indirilerek yolda öldürüldüklerini anlatmıştı…
Hristakis Hacıprodromu, annesiyle babasının Derinya'da başka bir noktada, bir toplu mezarda gömülü olduğunu sanıyordu ve bize bu şekilde anlatmıştı ancak sözünü etmiş olduğu toplu mezarda henüz herhangi bir kazı yürütülmedi çünkü sözü edilen toplu mezar, Maraş'ın kapalı bölgesinde, Derinya'da… Hacıprodromu'nun annesiyle babasından geride kalanlar, Maraş'ın "açık" bir bölgesinde Kayıplar Komitesi tarafından yürütülen kazılarda, iki diğer Kıbrıslırum "kayıp"tan geride kalanlarla birlikte bulundu. Ancak Hacıprodromu'nun ömrü, anneciğiyle babacığının kalıntılarının bulunduğunu görmeye yetmedi…

KIBRIS'IN BÜYÜK ANTİKA KOLLEKSİYONCUSUYDU…
Hristakis Hacıprodromu, özel kolleksiyonunda izinli olarak antika bulunduran Kıbrıs'ın en büyük antika kolleksiyoncularından birisiydi… Sözkonusu antikalar, 1974'ten sonra, St. Barnabas Müzesi'nin içeriğini oluşturdu ve St. Barnabas Müzesi'nde neredeyse tüm antikalar, Hristakis Hacıprodromu'nun özel kolleksiyonundaki antikalardı… Hristakis Hacıprodromu, bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava da açmıştı…
Rahmetlik Hristakis Hacıprodromu'yla yaptığımız ve bu sayfalarda Nisan 2011'de yayımlanan röportajımızı bir kez daha sayfalarımızda yayımlayarak bu "kayıp" ailesini anmak istiyoruz… Aileden hayatta olanların acılarını paylaşıyoruz…
Röportajımız şöyleydi:
"*** Annesi ve babası Maraş'ta "kayıp" edilen Hristakis Hacıprodromu anlatıyor...

Bir Maraşlı'nın hatıraları...

Hristakis Hacıprodromu'yla buluşabilmemiz yaklaşık bir yılımızı alıyor. Başlangıçta ondan bana bir Kıbrıslıtürk okurum bahsetmiş ve onu mutlaka aramamı istemişti:
"Annesi ve babası Maraş'tan kayıptır" demişti... "Ama bu o kadar ilginç bir öyküdür ki... Sıcağı sıcağına bir Kıbrıslırum gazeteci kamerasını kaptığı gibi, Hacıprodromu'nun annesi ve babasının gömülü olduğu mezarın yerini bulup bunu filme çekmeye başlamıştı 1974'te... Ancak sonra Türk askerleri ona ateş açmış ve sonra da, bu toplu mezarın bulunduğu yer tellenmiş... Ama bu film, dünya televizyonlarında yayımlandıydı..."
Bu Kıbrıslıtürk okurumun sözünü ettiği olayı araştırdığımda, RIK televizyonundan Dimitris Andreu'dan bahsettiğini öğrenmiştim. Gerçekten de Dimitris Andreu 1974'te Derinya'ya giderek henüz dikenli teller çekilmediği için toplu mezarın bulunduğu noktaya gitmiş, mezarı açmaya başlamış, içinden buraya gömülmüş olanların ayakkabıları ve giysileri çıkmaya başlamış – derken askerler onun ne yaptığını görünce ateş açmışlar – Dimitris Andreu geri çekilmek zorunda kalmış. Sonuçta, Türk tarafının tuttuğu bölge yaklaşık iki kilometre kadar daha genişletilmiş anlatılanlara göre ve toplu mezar, dikenli tel çekildikten sonra, askeri bölgenin içerisinde kalmış. Bir daha kimsecikler o noktaya ulaşamamışlar...
Kıbrıslıtürk okurumun ısrarları üzerine, Hristakis Hacıprodromu'yu aramıştım bir yıl kadar önce – ancak bir kaza geçirmiş ve bacağı kırılmıştı – buluşmamızı ertelemek zorunda kalmıştık. Geçtiğimiz aylarda onu tekrar aramıştım ancak bu kez de ağır bir grip olmuştu ve yine yatıyordu... Sonuçta geçtiğimiz Pazartesi günü (4.4.2011) sabahleyin onu aradım, şansımı bir denemek istiyordum. Bu kez işim rast gitti ve onunla Pazartesi öğle saatlerinde Strovulos'taki evinde buluştuk... Sevgili arkadaşım, "kayıp" yakını, benim değişmez gönüllü yardımcım Maria Yeorgiadu alıp beni Hacıprodromu'nun evine götürdü...
Hristakis Hacıprodromu, Strovulos'ta bir apartman dairesinde yaşıyor tek başına... Tam 82 yaşında ve bizi güleryüzle karşılıyor... Bizim için bademli bisküviler ve kahveli, fındıklı pastalar hazırlatmış. Yardımcısı kadın kahvelerimizi yapıyor.
Bay Hristakis, bir süre hakimlik yapmış ama sonra yine avukatlığa dönmüş... Maraş'ta Omega otelini inşa ederek, turizmcilikle de uğraşıyormuş. 1974'te ikinci bir otel inşaatı bitmek üzereymiş.
"Yüzde 120 kapasiteyle çalışıyorduk" diye hatırlıyor... "Talep çok fazlaydı..."
Maraş'taki esas gelişme 1968 yılından sonra başlamış ve Akdeniz'in en popüler turizm merkezlerinden birine dönüşmüş. Omega Otel-apartmanlara en büyük talep İsveçli, İngiliz ve Alman turistlerden geliyormuş. İkinci otel inşaatı başladığında, otel daha bitmeden, bu oteli turistlerle dolduracak anlaşmalar yapmış bulunuyormuş Bay Hristakis...
1974 yılının 7 Temmuz günü, Bay Hristakis ailesiyle birlikte İngiltere'ye tatile gitmiş... 15 ve 20 Temmuz'un haberlerini Londra'dayken almış... 16 veya 17 Ağustos ya da 18 Ağustos 1974'te annesi ve babasının öldürüldüğüne ilişkin haberler de onu gelip Londra'da bulmuş...
Bütün bir ömür çalışıp Maraş'ın deniz sahilinde yaptırdığı otellerini, evini, annesini, babasını bir anda yitirmiş. Büyük antika koleksiyonunu da öyle... Kıbrıs'a ancak bir yıl sonra dönebilmiş – dönebilecek bir evi, bir yeri yokmuş... Sonra Lefkoşa'ya yerleşmiş... Hukuk eğitimi sırasında tanıştığı Spiros Kiprianu, hükümet döneminde ona Kamu Hizmeti Komisyonu'nda görev teklif ettiğinde, bunu kabul etmiş... Vasiliu hükümeti işbaşına gelince, sözleşmesini yenilememiş, o da yeniden avukatlığa dönmüş... Eşini göğüs kanserinden yitirmiş:
"Savaş ona çok acı gelmişti, çok etkilenmişti" diyor... "Sorun yalnızca bir evi yitirmek değildir... Arkadaşlarınızı yitiriyorsunuz, yaşamaya alışkın olduğunuz, gezdiğiniz yerleri yitiriyorsunuz... Bir yaşam biçimini yitiriyorsunuz... Biz deniz insanıydık, deniz sahiline ilk evi yapan babamdı... Ben denizde büyüdüydüm hep... Maraşlılar, Leymosun'a yerleştiydi ama biz Lefkoşa'ya yerleştik, çocuklarımdan birinin işitme sorunu vardı ve Lefkoşa'da daha iyi tedavi ve eğitim görebileceği için Lefkoşa'ya yerleştik... Oysa biz deniz insanlarıydık..."
82 yaşındaki bu adam, Maraş'ın o güzel kokusunu, o harika kıyışeridini asla unutmamış, unutamamış...
"Ölmeden önce annemle babama iyi bir cenaze töreni yapmak istiyorum" diyor, "çünkü 82 yaşındayım ve insanın ne zaman öleceği belli olmaz artık bu yaşta..."
Tek istediği bu...
Çok sakin konuşuyor bu Maraşlı yaşlı adam: 82 tane yaz, 82 tane kış görmüş... 82 tane ilkbahar yaşamış ve 82 tane de sonbahar... Şimdi artık tek istediği sevgili anneciğiyle sevgili babacığının gömülü olduğu toplu mezarın açılarak – yeri biliniyor – onlara bir cenaze töreni yapmak, mezarlarını yaptırmak – bu dünyadan göçüp gitmeden bunu yapabilmek...
Kıbrıslıtürkler'le her zaman iyi ilişkileri olmuş – birlikte çalıştığı yargıçlardan, tanıdığı Kıbrıslıtürkler'den söz ediyor... O kadar sakin bir insan ki, sesinde en ufak bir öfke belirtisi, "Ben bu kadar şey kaybettim!" diye bir serzeniş yok... Sakin ve sade bir insan...
Aydınlık apartman dairesinde duvarlarda harika tabaklar var – Kıbrıs'ta da bir zamanlar böyle tabaklar vardı, Galatya'da (Mehmetçik) bir evin duvarında, en tepede gömülü benzer bir tabak görmüştüm. İçine bir horoz ya da bir tavşan resmi çizilmişti... Ama burada tüm duvarları kaplayan tabaklarda insan figürleri var – kimisi av kıyafetinde, kimisi dansediyor – bunların ortaçağda İtalya'da yapılmış tabaklar olduğunu, tüm koleksiyonu Bay Hristakis'un alıp evinde sergilediğini öğreniyoruz... Röportajın sürprizi, Bay Hristakis'in bir zamanlar Kıbrıs'ın en büyük antika koleksiyoncusu olduğunu öğrenmemiz oluyor... 1,900 parça antik esere sahipmiş ve tüm bunlar Kıbrıs Cumhuriyeti Eski Eserler Dairesi'nde kayıtlı ve izinli imişler. 9 bin yıllık antika parçalar arasında Kıbrıs'ın taş devrinden kalma eserler de varmış. Bu antikalar, 1975'te Hristakis Hacıprodromu'nun Maraş'ta Eleftheria Caddesi'ndeki evi açılarak, Kıbrıslıtürk Eski Eserler makamları tarafından kayda geçirilmiş. Açılan ilk ev onun evi olduğu için kayıt altına alınan Bay Hristakis'e ait antikalara da "1975/1" kodu verilmiş.
Bu eski eserlerin bir kısmı çalınmış... "Küçük olan parçaları çaldılar daha çok" diyor, "çünkü küçük parçaları cebine atmak kolaydır..."
Bir kısmı St. Barnabas Manastırı'nda sergileniyor. Hayretler içinde kalarak, Kıbrıs'ın kuzeyinde St. Barnabas Manastırı'nda sergilenen tüm eski eserlerin, aslında Bay Hristakis Hacıprodromu'nun koleksiyonundan parçalar olduğunu öğreniyoruz! Bir kısmı, bir El Sanatları Müzesi'nde sergilendikten sonra kuzeydeki Eski Eserler Dairesi'nin ambarlarına kaldırılmış. Çalınanların bir kısmı, bazı Kıbrıslıtürk zenginler tarafından satın alınıp evlerinde sergilenirken, bazı parçalar da İsviçre, ABD, İngiltere gibi ülkelere kaçırılıp satılmış kuzeydeki bazı şahıslar tarafından. Bunların izini de bulmuş Bay Hristakis... Tüm bunları da konuşuyoruz...

SORU: Bay Hristakis Hacıprodromu, 82 yaşındasınız ve Mağusalısınız...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, 82 yaşındayım, Mağusa'da, Maraş'ta (Varosha) doğdum... 21 Ocak 1929 tarihinde dünyaya geldim.
Okula orada gittim...

SORU: Annenizle babanız da Mağusalı mıydı?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Annem, en eski Mağusa ailelerinden geliyordu. Adı Maria... Babam Panayotis ise Aysergi (Yeni Boğaziçi) yakınındaki Limnya (Mormenekşe) köyü yakınlarında dünyaya gelmişti. Ancak o da köyden ayrılıp Mağusa'ya gelmişti... Çok küçük yaştayken babam, annesi ölmüştü ve babası tekrar evlenmişti... Yeni eşinden de çocuk sahibi olmuştu babası ve küçük bir çocukken ihmale uğramıştı babam. Bu nedenle mirasını da alıp Mısır üzerinden Amerika'ya gitmişti babam, küçük yaşta... ABD'ye giderken, Çanakkale savaşına tanık olmuştu – oradan Fransa'ya geçmişti... Fransa'dan da ABD'ye gitmişti...

SORU: Neresine gittiydi Amerika'nın?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Amerika'nın kuzeyine gitmişti sanırım – galiba Chicago civarına... Kıbrıs'a, 1926 yılında dönmüş, annemle evlenmiş ve ben de 1929'da dünyaya gelmiştim. Ben tek çocuktum.

SORU: Maraş'ta okula gittiniz...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet... Ondan sonra ABD'ye gittim yüksek öğrenimim için... Güney Carolina'da, Charleston'da hukuk okudum. Colombia Üniversitesi'nde de master yaptım. 1952'de öğrenimimi tamamladığım zaman, Kıbrıs hala bir İngiliz sömürgesiydi. "Barrister" dereceniz yoksa, o günlerin İngiliz sömürgesi olan Kıbrısı'nda avukatlık yapamazdınız. Bu yüzden Londra'ya giderek "Barrister" derecemi aldım ve 1955'te Kıbrıs'a döndüm.

SORU: EOKA kurulduğu yıl döndünüz Kıbrıs'a...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Ne yazık ki öyle... Ben Şubat 1955'te dönmüştüm adaya ve EOKA 1 Nisan 1955'te faaliyete geçmişti...

SORU: 1955'te geriye döndüğünüz zaman Maraş nasıl bir yerdi?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Maraş o günlerde hala kırsal bir kent görünümündeydi... 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildikten sonradır ki Maraş, hızla gelişmeye başlamıştı. Esas gelişmesi de 1968 sonrasındadır. Ancak 1960'tan itibaren gelişeceğini göstermeye başlamıştı Maraş. Ancak gerçek büyüme 1969-70 yıllarında kendini iyice belli etmişti...

SORU: Turizmdi esas olan, değil mi?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Hayır... Maraş, yalnızca turizm demek değildi... Esas olan Mağusa Limanı'ydı – tüm ithalat ve tüm ihracatın yüzde 70'i Mağusa Limanı'ndan yapılmaktaydı. Ancak içteki gelişmesinin nedeni de turizmdi.

SORU: Sanırım Maraş'ta narenciye de yetiştiriliyordu, bir narenciye bölgesiydi...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, daha çok Ayluka ve Aşağı Maraş'ta yetiştirilmekteydi.

SORU: EOKA kurulduktan sonra, Mağusa bölgesinde gerginlik olmuş muydu?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Mağusa kentinin içerisinde hayır – Mağusa'da daha çok İngiliz askerleri öldürülüyordu. Kraliyet ailesinden gelen iki İngiliz askeri Paralimnitis Sömürge Mağazası'nda öldürüldüğü zaman, İngiliz sömürgeciler Mağusa halkını sert biçimde cezalandırmaya gitmişti. İki büyük mağaza vardı o dönem – birisi kaynatamındı, diğer mağaza da Paralimnitis'indi. Bu adam Paralimnili'ydi ancak Maraş'ta yaşıyordu, işi Maraş'taydı ve mağazası da öyle... Hermes Sokağı'ndaydı bu iki mağaza. Anorthosis Futbol Kulübü'nü bombaladıkları günlerdi o günler...
Kraliyet ailesiyle akraba olan iki İngiliz askeri, Paralimnitis'in mağazasında öldürüldüğü zaman, Mağusa'ya büyük bir ceza verilmişti. Derhal sokağa çıkma yasağı konmuştu, ayrıca 40 bin Sterlinlik ceza kesmişlerdi Mağusa ahalisine, o mağazada olanlar yüzünden. Ancak o günlerde Kıbrıslıtürk toplumuyla herhangi bir sorunumuz yoktu, hatırladığım kadarıyla...
Ben 1956'da evlendim, Artemis Savopullu'yla evlendim. Bu evlilikten üç çocuğumuz olmuştu, bir oğlan, iki kız...

SORU: Eşiniz de Mağusalı mıydı?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, Mağusalı'ydı...

SORU: Nasıl birisiydi eşiniz Artemis?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Çok harika bir insandı, tam bir hanımefendiydi... Uzun boyluydu, güzeldi... Bir aile insanıydı... Ancak seyahat etmeyi, sosyalleşmeyi de severdi. En çok Kıbrıs yemeklerini pişirirdi... Bunları afiyetle yerdik. Aslında yemek yapmasını, çok iyi bir ahçı olan annem Maria'dan öğrenmişti. Bizlere harika yemekler pişirirdi.
1958 yılında Omorfo ve Lefke bölgesine yargıçlık yapmam teklif edilmişti bana, Lefkoşa'da da bazı görevlerim olacaktı. Bunu kabul ettim. Böylece Omorfo bölgesine gittim. 1960'ta Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ilan edilmesiyle birlikte, Ülfet Emin'le birlikte mahkeme oturumlarına katılmaya başlamıştım, Lefke'deki Karma Mahkeme'de birlikteydik.

SORU: Zeka Bey'i de tanır mıydınız?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Hakim Zeka Bey'i tanıyordum evet ama sosyal olarak değil... Ülfet Emin'le daha yakındık... 1961 yılında Omorfo'dan ayrılmaya çalıştığım zaman, "Olmaz" dediler, "Orası geniş bir bölge ve yeni atanmış bir hakim gönderemeyiz oraya... Beklemen lazım" falan dediler. Ben de istifa ettim, "Makamınız size kalsın, ben evime dönüyorum" dedim.
Tekrar avukatlık yapmaya başladım...

SORU: Eviniz Mağusa'daydı da siz Omorfo'ya gidip geliyor muydunuz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Hayır, o dönem Omorfo'ya taşınmıştım. Üç seneden fazla Omorfo'da kalmak benim için çok zordu. Çünkü çok kırsal bir bölgeydi, evet güzeldi ama kırsal bir yerdi... 1961'den itibaren tekrar Maraş'ta avukatlığa başlamıştım.

SORU: İlişkiler nasıldı? Bir Mağusa surlariçi vardı, bir de Maraş vardı. Sanırım 1958ler'e kadar, Mağusa surlariçinde Kıbrıslırumlar vardı...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Sanırım o tarihlerde ayrılmışlardı surlariçinden... Çünkü hiç kuşkusuz, gerginlik vardı...

SORU: İlişkiler nasıldı? Herhalde Kıbrıslıtürkler, Maraş'ta çalışmaya geliyordu... Sizin ilişkileriniz oluyor muydu Kıbrıslıtürkler'le yoksa onları hiç görmez miydiniz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Hayır, hayır, iyi ilişkilerim vardı Kıbrıslıtürkler'le... Ancak şu anda hatırlamadığım birşeyler olmuştu ve bazı Kıbrıslıtürkler işyerlerinden "kayıp" olmuştu...

SORU: Bu, 11 Mayıs 1964'te olmuştu. Mağusa bölgesinde meydana gelen en dramatik şey, polis komutanı Pantelitis'in oğlu ile Yunan subay Kapotas'ın öldürülmesi olmuştu surlariçinde o tarihte...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: O günden sonra pek çok Kıbrıslıtürk'ü toplamışlardı... Aslında o güne kadar ben kişi olarak iki toplum arasında aşırı bir gerginliğe tanık olmamıştım...

SORU: 11 Mayıs ve onu izleyen günlerde, Mağusa bölgesinden pek çok Kıbrıslıtürk "kayıp" edilmişti. Bunların bir kısmının nerelere gömülü olduğunu bulduk... Mesela Barclays Bankası'nda çalışan Ertuğrul Veli vardı, bankadaki işinden alınıp "kayıp" edilmişti. Belki de tanırdınız onu... Sonra yapılan kazılarda Paralimni-Prodaras yöresinde başka Kıbrıslıtürkler'le birlikte bir kuyuda bulundu, ailesine iade edildi ondan geride kalanlar ve toprağa verildi.
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, Ertuğrul Veli'yi tanıyordum ben – çok iyi bir insandı... Sözünü ettiğiniz 11 Mayıs 1964'teki bu olay, ne yazık ki çok büyük bir gerginlik yaratmıştı... Ve talihsiz, üzücü olaylar meydana geldi. Ancak benim hiçbir zaman Kıbrıslıtürkler'le hiçbir sorunum olmadı. Hatta 1964'ten sonra ben pek çok Kıbrıslıtürk köyüne, hiçbir sorun çıkmaksızın giderdim... Benim bir antika koleksiyonum vardı, bu antika koleksiyonları arasında en iyilerinden birisiydi. Şu anda St. Barnabas'ta bulunuyor bu antika koleksiyonumun bir bölümü. St. Barnabas Müzesi'nde şu anda sergilenmekte olan antikaların yüzde 95'i benim antika koleksiyonumdan parçalardır. Bazı parçalar da kuzeydeki depolarda tutuluyor.

SORU: Kıbrıslıtürkler'in yaşadığı köylere, antika satın almaya gidiyordunuz yani...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet... Hiçbir sorun yaşamazdım. Bir de arkadaşım vardı, Kıbrıslıtürk arkadaşım, onu tanıyorsun. Birlikte Mağusa surlariçine de giderdik bu Kıbrıslıtürk arkadaşımla, hiçbir sorun çıkmazdı...

SORU: Sanırım 1963-64 çatışmaları ardından, 1968'de nihayet Kıbrıslılar'ın rahat nefes alacağı küçük bir aralık olmuştu, rahat nefes alabilecekleri bir alan açılmıştı kendilerine...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, Maraş 1968'den sonra çok hızlı gelişmeye başlamıştı çünkü rahat nefes alınabilecek bir atmosfer yaratılmıştı nihayet... 1969'da ben de deniz sahilinde bir otel inşa etmeye başlamıştım, Omega Otel Apartmanları olarak biliniyordu bu otel... Alt katta kafeterya ve dükkanlar vardı, üstte de dokuz katlı bir apartmandı bu...

SORU: O günlerde hükümet bu tür turistik yatırımlara teşvik falan veriyor muydu? Yoksa herkes kendi başının çaresine mi bakıyordu?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Mağusa'da hiç kimse hükümete başvurmamıştı sanırım, herkes kendi adına yapıyordu turizm yatırımını, herhangi bir teşvik almaksızın. En azından ben kendi başıma yaptım bu oteli... 1972'ye geldiğimizde talep o kadar çoktu ki, yüzde 120'ye ulaşıyordu talep... 1 Mart ile 15 Kasım arasında otelimize talep yüzde 120'ydi... Kış aylarında da otelimize talep yüzde 30-40 civarındaydı. Yazdaki talep, kıştaki masraflarımızı karşılayabiliyordu. Böylece aynı bölgede ikinci bir otel inşaatına başlamıştık...
Turistlerimiz daha çok İngiltere, İsveç ve Almanya'dandı... O günlerde Fransız turist pek yoktu. Ağırlıkla Alman ve İsveçli turistlerdi... Yeni bir otel inşaatına başlamıştık, 20 apartman dairesinden oluşacaktı bu... Yine alt katta dükkanlar vardı... 1974 sonunda bu ikinci otel apartmanların tamamlanmasını öngörmekteydik. Takvimleme buydu – hatta bu yeni yapılmakta olan binadaki apartman daireleri için kontratlar bile imzalamış bulunuyorduk, 1 Mart 1975 için...

SORU: Darbe sırasında Maraş'ta neler olmuştu? Neler hatırlıyorsunuz? Darbeyi bekliyor muydunuz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Hayır, darbeyi beklemiyordum. Ben eşim ve çocuklarımla İngiltere'ye tatile gittiğim zaman tarih 7 Temmuz 1974'tü ve görünürde bir şey yoktu – belki alttan alta birşeyler vardı ama ben bilmiyordum bunu. Evet, alttan alta birşeyler kaynıyordu ama ben bunu bilmiyordum. Eğer dikkat çekecek bir şey olmuş olsaydı dahi, hiçbir zaman Maraş'ın herhangi bir biçimde tehlikeye gireceğini düşünemiyorduk bile. Maraş'ta Kıbrıslıtürkler yoktu ki tehlikeye girsindi Maraş... Belki birkaç tane Kıbrıslıtürk vardı yalnızca Maraş'ta yaşayan... Gerginlik de yoktu kentte...

SORU: Yani şunu mu demek istiyorsunuz: Maraş'ta EOKA-B ile AKEL'ciler ya da Makariosçular arasında gerginlik yok muydu?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Maraş'ın dışında evet, gerginlik vardı aralarında ama Maraş'ın içinde değil... Aysergi'de (Yeni Boğaziçi) mesela, Makarios'u öldürmeye kalkışmışlardı... Ancak Maraş'ın içerisinde gerginlik yoktu...

SORU: Neden sizce?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Maraş'ta insanlar kesinlikle çok daha ilerici düşüncedeydiler, gerek iş yaşamında, gerek gerçek yaşamda... Kendi işlerine ve kendi kişisel ve aile yaşamlarına daha sıkı sıkıya bağlıydılar. Elbette insanlar EOKA-B'ciler gibi düşünmüyordu, farklılıkları vardı. Ancak Maraş kentinin içinde fazla bir gerginlik yoktu.

SORU: Tatilden ne zaman döndünüz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Çok uzun bir tatil olmuştu bizimkisi... Londra'ya 7 Temmuz 1974'te gitmiştim. Sonra annemle babamın Maraş'ın hemen dışında öldürülmüş olduğu haberini almıştım.

SORU: Anneniz Maria ile babanız Panayotis Hacıprodromu ne yapıyordu? Kaçmaya mı çalışıyorlardı?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Ben Kıbrıs'ta değilim ama anladığım ve bildiğim kadarıyla herkes Maraş'tan ayrıldığı halde, onlar kalmıştı. 16 ya da 17 Ağustos 1974'te sokağa çıkmışlardı, belki neler olup bittiğine bakmak istemişlerdi, bilemiyorum. Omega Oteli'nin hemen dışında sokaktaydılar. Annemle babam Omega Otel-apartmanlarımızda kalıyorlardı – burada kalmaları büyük kolaylıktı çünkü çeşitli hizmetlerden yararlanabiliyorlardı otelde. Herşey emirlerine amadeydi otelde...
Sokaktayken Maraş'tan kaçmaya çalışan bazı Kıbrıslırum askerlerle karşılaştılar. İki motosiklet üzerinde dört Kıbrıslırum askerdi bunlar. Askerler annemle babama "Burada ne yapıyorsunuz? Bütün şehir boşaldı... Türkler Maraş'a giriyor" demişler... Bunun üzerine annemle babam da Maraş'tan ayrılmaya karar vermişler. Yanlarına herhangi bir giysi veya başka bir şey almaksızın oradan ayrılmaya karar vermişler. Meğer ki ellerinde ufak tefek bir şey olsundu... Bilemiyorum orasını...
İki Kıbrıslırum asker, motosikletle oradan ayrılırken, iki Kıbrıslırum asker de oteldeki arabalardan birisine binmişler, annemle babamla birlikte.

SORU: Bu araba babanıza mı aitti?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Aslında şirketimiz adına kayıtlı bir arabaydı bu fakat eşim kullanıyordu normalde bu arabayı. Bir Morris'ti bu, sanırım mavimsi bir kurşuni renkteydi... Oteldeki öteki araç bana aitti, yeni bir BMW idi bu- Nisan 1974'te satın almıştım bu BMW'yi... Annemle babamın bindiği Morris, daha sonra hasara uğrayacaktı, yok edilecekti, bunu da anlatacağım size.
BMW gökmavisi idi, HH60 plakalı bir araçtı – Mağusa'da bir Kıbrıslıtürk kullanıyor bu BMW'yi sanırım – yepizyeni bir BMW idi. Kumaş satan bir Kıbrıslıtürk'tü benim BMW'yi kullanan 1974'ten sonra... Kıbrıslıtürk arkadaşlarım onun adını biliyor... Sanırım yakın geçmişte öldü bu adam.

SORU: Annenizle babanız iki Kıbrıslırum askerle birlikte Morris'e binip Maraş'tan ayrılmaya çalışıyorlardı...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Size anlattıklarım, öteki Kıbrıslırum askerlerin anlattıklarıdır – tanklarla karşılaşmışlar ancak bu tanklar düzenli biçimde ilerlemiyormuş, öylesine dolanıyormuş tanklar yollarda... Motosikletle giden Kıbrıslırum askerler, deniz sahilindeki yolu kullanarak kaçmışlardı. Ancak araçtaki askerler, "Bu tanklar bizim tanklar olmalı" deyip aracı onlara doğru sürmüşler. Tabii tutuklanmışlar ve öldürülmüşler, soğukkanlılıkla öldürülmüşler. Araçtan aşağıya indirilip öldürülmüşler. Tank birlikleri vardı yani Türk askerleri ancak Kıbrıslıtürk askerler de vardı sanırım... Öğrenciler vardı mesela Kıbrıslıtürk askerler arasında, savaş nedeniyle askere çağrılmış...

SORU: Sanırım Aşağı Derinya'da öldürüldüydüler...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, Aşağı Derinya'da (Kato Derinya). Belki aynı gün, belki daha sonra bazı Kıbrıslırum askerler, Morris'i alabileceklerini düşünmüşler Aşağı Derinya'dan. Araca binmişler ve hareket etmişler ancak araca ateş açılınca, arabayı orada bırakıp kaçmışlar.

SORU: Siz ne zaman döndüydünüz adaya?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Ben ancak 1975'in Sonbaharı'nda geriye döndüm. Londra'da kaldık, bir yıldan fazla... Ancak annemle babamın öldürüldüğü haberini, öldürülmelerinden 15 gün kadar sonra almıştım.

SORU: Herhalde Eylül 1974'te falan duymuştunuz bunu...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, o civarlarda... Biliyorsunuz, Kıbrıslırum gazeteci Dimitris Andreu ile film ekibi Aşağı Derinya'ya giderek filmini çekmişti gömüldükleri toplu mezarın. Bu film televizyonda da gösterildi.

SORU: Herkes bu filmden bahsediyor... Birazcık anlatabilir misiniz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Sanırım Dimitris Andreu, annem, babam ve iki Kıbrıslırum askerin öldürülmesinden yaklaşık bir hafta sonra ya da on gün sonra o bölgeye gitmişti. Toplu mezarın yerini bulmuşlar ve toplu mezarı kazmaya, mezarı açmaya ve filme çekmeye başlamışlardı. Bazı askerler onların ne yaptığını görmüş ve onları kovalamıştı. Ondan sonra da dikenli teller çekmişlerdi o bölgeye – artık birisi girip çıkamıyordu toplu mezarın olduğu yere. Artık orası askeri bölgedir. Dikenli tel çekilmeden önce, orası açık bir bölgeydi, girilip çıkılabiliyordu yani, bir engel yoktu. Bu olaydan sonra dikenli tel çekilerek, toplu mezar Türk askeri bölgesinde kalmıştı, Aşağı Derinya'da.
Bu toplu mezarın tam olarak nerede olduğunu gösteren iki şey vardır: Birincisi Dimitris Andreu'nun çektiği filmdir. Bu film RİK'te bulunabilir. Ötekisi de Ayanapa'dan bir şahidin söyledikleridir. Toplu mezar, onun tarlasında bulunuyor. Bu adam biraz uzaktan olup bitenleri görmüştü...

SORU: Evet, gidip tanıştık bu söylediğiniz şahitle Ayanapa'da...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Onun tarlasına gömülmüş annemle babam ve diğerleri, uzaktan izlemiş gömmelerini... Belki de öldürülmelerini de görmüştür. Annemle babam ile yanlarındaki iki Kıbrıslırum askerin öldürülmesinden sonra, bir kamyon gelmiş oraya, kamyonda başka cesetler varmış, onları da annemle babam ve o iki askerle birlikte gömmüşler. O toplu mezarda çok ceset vardır. Yalnızca dört kişi değil, çok daha fazla olmalı. Bu şahidin anlattığına göre, kamyon ceset doluymuş ve şiroyla kazarak hepsini birlikte gömmüşler. Bu şahıs, toplu mezarın yerini tam olarak biliyor.

SORU: Ayanapa'ya gittiğimiz aynı gün, Alkis adlı bir başka Maraşlı Kıbrıslırum ve kızkardeşiyle birlikte Derinya civarına gittik ve uzaktan baktık oraya... Alkis'in kızkardeşinin üç yaşındaki ikiz çocukları, beş yaşındaki bir başka çocuğu ve başka insanlar topluca öldürülmüş, Alkis kaçmayı başarmıştı Aşağı Derinya'dan... 1975'te Londra'dan Kıbrıs'a döndüğünüzde nereye gelmiştiniz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Gidebilecek bir yerim yoktu aslında. Leymosun'a gitmek yerine Lefkoşa'da kalmaya başlamıştım. Oğlumun işitmeyle ilgili bir sorunu vardı ve Lefkoşa'da bir arkadaşım vardı, oğluma yardımcı olabilecek bir öğretmendi. Lefkoşa'da kalmamın nedeni buydu... Bizler deniz insanıyız oysa... Ben hep denizde büyüdüm, babam da deniz kenarına ilk evi inşa eden insandı, 1935 yılında. Her zaman deniz kenarında yaşamıştık. Lefkoşa'da kaldım, avukatlığıma devam ettim. 1983 yılında ne yazık ki eşim kanser olup vefat etti. Çok duygusal bir insandı, tüm bunlar onu çok kötü etkilemişti. Göğüs kanserine yakalanmıştı.

SORU: Sanırım Kıbrıslırumlar arasında en büyük travmalardan birisidir Maraş konusu... Maraş'ı kaybetmek yani...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Kaybettiğiniz şeyi yalnızca eviniz ya da mülkünüz olarak düşünmeyiniz. Arkadaşlarınızı kaybediyorsunuz, yaşam biçiminizi kaybediyorsunuz, alışkanlıklarınızı kaybediyorsunuz, herşeyinizi kaybediyorsunuz... Göçmen olmanın en travmatik yanı budur işte – kendi ülkenizde göçmen olmanın...

SORU: Sanırım Leymosun şimdiki gibi değildi – Mağusalı Kıbrıslırumlar'ın girişimleri sayesinde Leymosun gelişebildi ve bugünkü haline gelebildi...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Leymosun sıradan bir yerdi, Maraşlılar'ın girişimleriyle büyüdü...

SORU: Sonra ne yaptınız?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Bir noktada Spiros Kiprianu bana bir öneri yapmıştı, Kamu Hizmeti Komisyonu'nda görev almam konusunda... Eşimi kaybetmiştim 1983'te... Ondan sonra bu görevi kabul etmiştim. Spiros Kiprianu'yu Londra'da öğrenimdeykenden tanıyordum.

SORU: O zaman Yorgos Tornaritis'i de tanıyorsunuz, Kıbrıs'ın ilk Başsavcısı Kriton Tornaritis'in oğlu... O da avukattı...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, Yorgos'u tanıyorum, babasını da görmeye giderdim... Çok iyi bir insandı Kriton Tornaritis.
Böylece avukatlıktan vazgeçip Kamu Hizmeti Komisyonu'na girdim ve 1991 yılına kadar bu görevde kaldım. Sonra Vasiliu geldi işbaşına ve kendi taraftarlarından birilerini atamak istedi Kamu Hizmeti Komisyonu'na, bu yüzden sözleşmemizi yenilemedi. Böylece bu görevim bitti ve yeniden avukatlığa döndüm ve 76-77 yaşıma kadar, yani emekli oluncaya kadar avukatlık yaptım.

SORU: Mağusa'yı ya da Maraş'ı düşündüğünüzde, en çok neyini özlüyorsunuz?
Rüyalarınıza giriyor mu Maraş?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Tabii, rüyalarıma giriyor Maraş... Öncelikle burası doğup büyüdüğüm yerdir Maraş, sevdiğim herşey oradaydı... Denizi çok severim, Maraş kıyı şeridi de yeryüzünün en harika deniz sahilinden birisidir bana göre. Arkadaşlarımı özlüyorum... Takıldığım yerleri özlüyorum... Tüm bu küçük şeyler ki bu küçücük şeylerdir hayatı yaşanılır kılan...

SORU: Müzakerelerde her zaman Maraş'ın gerçek sahiplerine iadesi konusu gündemde oldu durdu...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Tüm bunlar laftan ibarettir. Kıbrıs sorunu devam ettiği sürece, Maraş'ın da geri verileceğini sanmıyorum. Maraş'ı iade karşılığında daha büyük bir şey almak istiyorlar. Mesela serbest ticaret istiyorlar, şunu, bunu istiyorlar. Eğer bunu yapmaya kalkışacak olursanız, "Bize biraz toprak verin ve karşılığında devletinize sahip olun" demekle aynı şeydir. Eğer her yerle serbest ticaret olursa, seyahat serbestisi olursa ve üstüne üstlük limanları da serbestçe kullanacak olurlarsa, bu "ayrı bir devlet" anlamına gelir, yani federasyondan değil, iki ayrı devletten söz etmiş oluruz. Bana göre Türkiye'nin Kıbrıs'ta istediği de budur. Türkiye bu politikalarını değiştirmediği sürece, sorun da çözülemez zaten... Türkiye bir federasyon mu istiyor yoksa iki ayrı devlet mi istiyor? Görünen o ki, iki ayrı devlet istiyor Türkiye. Bu devletlerden birisi de Türkiye'nin bir vilayeti gibi olacaktır. Eğer anlatılanlar doğruysa, halen adanın kuzeyinde 500 bin civarında yerleşik insan bulunmaktadır, Kıbrıslıtürkler'in sayısı 100 bin civarındadır.
Umarım ki şimdiki müzakerelerden bir sonuç çıkar yine de... Size de belirttiğim gibi ben 82 yaşındayım ve annemle babama düzgün bir cenaze töreni yapıp onları gömmek istiyorum. Henüz hayattayken yapmak istiyorum bunu çünkü kimin ne zaman gideceği belli olmaz artık.

SORU: Antika koleksiyonunuzun bir kısmının St. Barnabas Müzesi'nde sergilendiğini söylemiştiniz bana...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, bir kısmı orada sergileniyor...

SORU: Gidip gördünüz mü St. Barnabas'ta sergilenen size ait antikaları?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Gittim tabii... Bu antikalar evimden alınırken, bu kayda geçen ilk koleksiyon olduğu için ve 1975 yılında kayda geçirildiği için, bana ait her bir antikanın altında "1975/1" kodu bulunmaktadır. Yani önce yılı yazdılar, 1975. Sonra "1" dediler yani ilk koleksiyon, sonra da bir numara verdiler bu antikalara. Birleşmiş Milletler'den bir rapor vardır bu konuda, bana ait 900 parça antikayı kayda geçmiş oldukları hakkında... 220 kadar başka obje de evden alınmıştı.

SORU: Sizin bu koleksiyonunuz neydi?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Bunlar neolitik dönemden başlayan Kıbrıs antikalarıydı. Koleksiyonum 1,700 parçadan oluşmaktaydı ve 9 bin yıllık bir döneme yayılmıştı... Taş Devri'nden başlayarak Ortaçağ'a dek yayılıyordu bu eski eserler. Tam bir koleksiyondu, kısa dilimlik arkelolojik dönemleri de kapsıyordu, 50 yıllık dönemleri dahi kapsıyordu. Herhalde Kıbrıs'taki en iyi koleksiyon buydu. Heykeller vardı, çanak çömlek vardı, mücevherat vardı...

SORU: Tüm bunları nerede sergiliyordunuz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evimde sergiliyordum bunları. Maraş kentinde yaşıyordum, evim kent içindeydi...Okullar kapandıktan sonra ise yaz aylarını deniz kıyısındaki otel-apartmanda geçiriyorduk... Ancak Eylül ayından itibaren yine kentte yaşamaya dönüyorduk. Evimdeydi koleksiyonum, Eleftherias Caddesi'ndeki evimde... Bu yol, şimdilerde Palm Beach diye bilinen otele çıkar... Stadyumun dışından geçip bu otele çıkar...

SORU: Koleksiyonunuzun 1,700 parça eski eserden oluştuğunu söylediniz...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet... Ne yazık ki pek çoğu çalındı çünkü ancak 900 parçayı kayıt altına aldılar...

SORU: Yani 800 parça antikayı çaldılar...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, çaldılar çünkü yalnızca 900 parçayı "kayda" geçirdiler. 220 parçaya da "etnografik" diye isimlendirdiler – bunlar tabaklar falandı...
Ben bu çalıntı antikalarımdan bir kısmının izini yurtdışında çeşitli pazarlarda buldum, mesela İngiltere pazarlarında, İsviçre, Fransa pazarlarında bulduk bu antikaların bir bölümünü, onları alıp Kıbrıs'a geri getirdik. Bu insanlara Türkler tarafından satılmış bu antikalar.

SORU: Yani çalınmayan antikalarınız da St. Barnabas Müzesi'nde sergileniyor...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet ancak tüm koleksiyonum bu değildir, koleksiyonumun bir bölümünü de depolarda tutuyorlar. Ancak tüm bu koleksiyonun tam bir kaydı vardır elimizde çünkü bu koleksiyondaki tüm parçalar, Kıbrıs Müzesi'nde kayıtlıdır – Aralık 1973'te kaydını yaptırmıştık bu koleksiyonun, yasa uyarınca. Müzenin fotoğrafçısı tarafından tüm koleksiyonumun fotoğrafları teker teker çekilmişti. Ve bu fotoğraflarla birlikte ayrı bir kayıt tutulmuştu, bir arkeolog tarafından. Bu arkeolog Amerikalı'ydı ve Kıbrıs Müzesi'nce istihdam edilmişti müzede. Helen Hersher'di adı bu arkeoloğun. Yani koleksiyonumun tam bir kaydı bulunmaktadır elimizde.
Ne yazık ki Türk tarafındakiler hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmıyorlar bu konuda. Onlara başvurdum, St. Barnabas'ta neler olduğuna bakalım bir dedim, bir de depolarda neler var ona bakalım ki hangi parçaların eksik olduğunu anlayabilelim.

SORU: Böylece bu çalıntı parçaların peşine düşebilecektiniz dünyanın çeşitli yerlerinde...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet... Yalnızca bu da değil... Pek çok küçük parçanın da bazı Kıbrıslıtürk koleksiyoncular tarafından satın alınmış olduğu ve bazı parçaların onların koleksiyonunda bulunduğu yönünde bilgi sahibiyiz.
Kısacası elimizde koleksiyonun fotoğrafları olduğu için, karşılaştırma yapalım ve hangileri kayıptır, onları bulalım dedik fakat bunu reddettiler. Kıbrıs'ın kuzeyindeki 'Dışişleri Bakanlığı'na mektup göndermiştik bu konuda ancak ne yazık ki işbirliği yapmayı reddettiler. Bakalım şimdi ne olacak...

SORU: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde bu konuda dava açtınız mı?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Bunu söyleyecektim tam... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açtık onlara karşı. Mülkiyet konusunda bir yanıt verdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, biliyorsun. Ancak bu antika koleksiyonuna ilişkin herhangi bir yanıt vermedi. Yani "Bu konuda kuzeydeki Taşınmaz Mal Komisyonu'na başvurunuz" falan demediler şu ana kadar. Taşınmaz mal konusunda bir hükmü var Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin ancak bu antikalar konusunda herhangi bir şey söylemedi mahkeme. Bunun üzerine yazdık onlara, koleksiyonumuzu talep ettiğimizi belirttik, "Size geri döneceğiz" dediler ama henüz bir şey çıkmadı. Eğer yakın zamanda yanıt vermezlerse, o zaman kuzeydeki Taşınmaz Mal Komisyonu'na başvuru yapacağız sanırım. Tüm koleksiyonun bize iade edilmesini talep edeceğiz.

SORU: Sanırım yılsonuna kadar başvuru hakkınız var...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet... "Koleksiyonumuzu bize iade ediniz. Kayıp olan parçaların da bedelini ödeyin" diyeceğiz.

SORU: Elbette bu koleksiyon 9 bin yıllık bir koleksiyon ve paha biçilmez bir koleksiyon. Kıbrıs'ın tüm tarihinden paha biçilmez parçalardan oluşuyor. Ancak yine de bir tahminde bulunacak olsanız, ne söylerdiniz?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Milyonlarca Euro eder derdim... Ancak öncelikle bir bütün olarak koleksiyon, gerçekten paha biçilmezdir... Eğer bunu parasal olarak hesaplayacak olursak, milyonlarca Euro eder... Ben böyle bir hesap yapmadım ancak çok değerli parçalardır bunlar.

SORU: Bu hobiye nasıl başlamıştınız?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Babam, Salamis'in hemen dışındaki Limnya köyünde (şimdiki adıyla Mormenekşe) dünyaya gelmişti. Küçük bir çocukken alıp beni o bölgede gezdirirdi, Salamis'e götürürdü beni ve gördüklerimizle ilgili pek çok şey anlatırdı... Çocukluktan itibaren uygarlığımıza, tarihimize tutkundum... Büyüyünce, elime fırsat geçtiği zaman, antik parçaları toplamaya başlamıştım.
1964 yılında pek çok değerli parça satılıyordu, bunun nedeni toplumlarımızın ayrılmasıydı. Elbette yalnızca Kıbrıslıtürkler antika aramak üzere kazılar yapmıyordu, antika bulmak üzere kazı yapan Kıbrıslırumlar da vardı. Ancak Kıbrıslıtürkler enklavlara çekildikten sonra, daha ciddi bir iş olarak yapmaya başladılar bunu, pek çok antika yurtdışına satılıyordu. O günlerde Eski Eserler Dairesi Müdürü olan Karayorgis'e gitmiştim onu uyarmak üzere, bu olayı görmezden geliyordu sanırım. Ben de en azından bu antikaları Kıbrıs'ta tutabilir miyim diyerek bu koleksiyonu yarattım... Elbette en çok özlediğim şeylerden birisi de işte bu antika koleksiyonumdur. Çok güzel bir koleksiyondu...
St. Barnabas'a gittiğinizde, soldan başlarsınız dolaşmaya... Oradan başlar koleksiyon... Geçtiğimiz Aralık ayında gittim oraya, herşey olduğu gibi duruyordu, fotoğraflarını da çektim... Fotoğraflar var elimizde, videolar var... Ancak tam olarak sayıyı kestiremiyoruz – 900 parçayı kayda geçmişler ancak ondan sonra bu antikalara ne oldu? Bunu bilmiyoruz. St. Barnabas'ta 400-500 kadar parça var koleksiyonumdan, bunu biliyoruz. 200-300 parçalık bir bölümü de bir halk sanatları müzesinin açılışında kullanmışlardı, bunları sergilemişlerdi ancak daha sonra bunları depolara kaldırdılar. Tek bildiğim benim kayda geçirilmiş, fotoğraflanmış koleksiyonumun toplam 1,700 parçadan oluştuğudur. Daha çok küçük parçalar çalındı çünkü bunları ceplerine atmaları kolaydı...
Tüm parçalar çok önemlidir ancak çok önemli bir parça çalınmıştı – bu, büyük bir parçaydı. Bir duvar süsüydü bu, 70 santime 40 santimlik bir parçaydı. Dünyadaki en güzel Kıbrıs sanat örneklerinden birisiydi bu... Bunu iki parçaya böldüler ve ABD'ye götürdüler. Halen ABD'dedir bu parça, nerede olduğunu biliyoruz ama henüz onu alamadık. Terra cota'ydı bu parça... Duvara asılan bir parçaydı... Üstte çok büyük iki tane öküz kafası vardır, ortada bir heykel vardır, Astarte'nin heykeli... Altta da içine lamba konulan iki yeri vardır. Milattan Önce 900 yılında yapılmıştı bu sanat şaheseri... Çok önemli, çok özgün bir parçaydı...

SORU: Nerede yapılmıştı bu?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Karpaz'da yapılmıştı... Bu koleksiyonun çok önemli bir diğer yanı da, parçaların nereden geldiği, nerede yaratılmış olduklarını kayıt altına almış olmamdı. Bir parça nerede bulunmuştu? Sinde'de mi? Ayios Yakovos'ta mı? Aytotoro'da mı? Tüm bunları kaydediyordum. Parçaların nereden geldiğine ilişkin kaydı olan Kıbrıs'taki tek koleksiyon buydu sanırım. Geriye kalanlarda, parçaların nereden geldiği bilinmiyordu. Bu koleksiyonla ilgili pek çok yayın yapıldı.

SORU: Koleksiyonunuzla ilgili yazdınız mı hiç?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Yunan Meclisi tarafından yayımlanan "Uygarlığın Yok Edilişi" başlıklı bir yayında yazmıştım... Ancak başka yazı yazacak fırsatım olmadı. Koleksiyonu henüz doğru dürüst sergileme fırsatı bulamadan işgal gerçekleşti, sonra da bu koleksiyon elimden alındı. Tasos Karaolis bu koleksiyonla ilgili pek çok yazı yazdı... Bir Fransız arkeolog yazdı...

SORU: Çocuklarınız da meraklı mı koleksiyonculuğa?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Onlar başka koşullarda büyüdüler... Artı, mali gücümüz yok buna. İkincisi de, 1973 yılından sonra artık antika koleksiyonu yapılması yasaklanmıştı.

SORU: Yani 1973'ten sonra Kıbrıs Cumhuriyeti hükümeti, insanların antika koleksiyonculuğu yapmasını yasakladı diyorsunuz...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet. Elbette insanlar yine topluyordu antika ancak benim pozisyonumda birisi bunu yapamazdı...

SORU: Kaşalos'la tanışmış mıydınız hiç?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Evet, evine gitmiştim Kaşalos'un...

SORU: Aşşalı (Paşaköy) bu naif ressamın öyküsünü yazmıştım, kitabımda da var. Kaşalos, antikaların taklitlerini yapıyordu ayrıca ve bunları eskitip yabancı turistlere satıyordu! Eski Eserler Dairesi peşine düştüğü zaman da "E, ne var? Gerçekleri Kıbrıs'ta kalmıyor mu zaten?" demişti ve artık ona incitmemişlerdi... Tornaritis'in harika bir koleksiyonu var onun o güzel resimlerinden oluşan, birkaç parça da heykel var Kaşalos'tan...
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Bende iki parçası vardı Kaşalos'un... Paul Yeorgiu'dan da bir parça vardı bende, en ünlü ressam oydu. Eski Mağusa limanını gösteren bir resmi vardı bende... Öldü şimdi bu adam.

SORU: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?
HRİSTAKİS HACIPRODROMU: Sanırım herşeyden söz ettik...
(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler – Sevgül Uludağ – Nisan 2011)


https://www.yeniduzen.com/marastan-kacmaya-calisirken-oldurulmuslerdi-1-18617yy.htm

https://www.yeniduzen.com/marastan-kacmaya-calisirken-oldurulmuslerdi-2-18622yy.htm

https://www.yeniduzen.com/marastan-kacmaya-calisirken-oldurulmuslerdi-3-18625yy.htm



Η θλιβερή ιστορία του Χριστάκη Χατζηπροδρόμου και των «αγνοούμενων» γονιών του από το Βαρώσι...

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Τηλ: 99 966518

Είχα γνωρίσει τον Χριστάκη Χατζηπροδρόμου πριν από 11 χρόνια, στις 4 Απριλίου 2011 στο σπίτι του στον Στρόβολο – με πήρε εκεί για συνέντευξη η αγαπημένη μου φίλη Μαρία Γεωργιάδου από την Κυθρέα...
Ο Χριστάκης Χατζηπροδρόμου ήταν από το Βαρώσι και οι γονείς του ήταν «αγνοούμενοι» από το Βαρώσι από το 1974...
Ήταν σπουδαίος συλλέκτης αρχαιοτήτων/αντικών και γνώριζε και ήταν φίλος με πολλούς Τουρκοκύπριους... Πριν από το 1974, επισκεπτόταν τουρκοκυπριακά χωριά για να βρει αντίκες... Μέχρι το 1973, μπορούσες να είσαι ιδιώτης συλλέκτης αρχαιοτήτων/αντικών με την άδεια της κυβέρνησης... Όπως μου είπε, είχε λοιπόν μια τεράστια συλλογή από αρχαιότητες/αντίκες (συνολικά 1900 κομμάτια) που αποτέλεσε τη βάση του σημερινού Μουσείου του Αποστόλου Βαρνάβα... Έκανε μήνυση στις τουρκικές αρχές για τις αρχαιότητες/αντίκες του που εκτίθενται στο Μουσείο του Αποστόλου Βαρνάβα και όταν τον συνάντησα στο διαμέρισμα του για τη συνέντευξη, η υπόθεση συνεχιζόταν στο Ευρωπαϊκό Δικαστήριο Ανθρωπίνων Δικαιωμάτων...
Μερικές από αυτές τις αρχαιότητες/αντίκες ήταν 9 χιλιάδων ετών και εφόσον το σπίτι του ήταν το πρώτο σπίτι που άνοιξε στη λεωφόρο Ελευθερίας, το τουρκοκυπριακό τμήμα αρχαιοτήτων κωδικοποίησε όλες αυτές τις αρχαιότητες/αντίκες ως «1975/1»... Μερικές από αυτές είχαν κλαπεί...
«Τα μικρά κομμάτια κλάπηκαν αφού είναι πιο εύκολο να τα βάλεις στην τσέπη» μου εξήγησε... Το μεγαλύτερο μέρος της συλλογής του εκτίθεται στο Μοναστήρι του Αποστόλου Βαρνάβα και μερικά από αυτά βρίσκονταν στις αποθήκες του τουρκοκυπριακού τμήματος αρχαιοτήτων. Κι όμως μερικά από αυτά που κλάπηκαν, τα αγόρασαν κάποιοι πλούσιοι Τουρκοκύπριοι και τα εξέθεταν στα σπίτια τους και κάποια από αυτά μεταφέρθηκαν λαθραία από το νησί και πωλήθηκαν στην Ελβετία, τις ΗΠΑ και την Αγγλία και ο κ. Χριστάκης προσπαθούσε να εντοπίσει αυτές τις πωλήσεις...
Η οικογένεια του κ. Χριστάκη ήταν οι ιδιοκτήτες του Omega Hotel Apartment στο Βαρώσι και ήταν τόσο επιτυχημένο που το 1974είχαν αρχίσει να χτίζουν ένα δεύτερο ξενοδοχείο... «Δουλεύαμε με πληρότητα 120%» μου είπε και οι περισσότεροι πελάτες τους ήταν από τη Σουηδία, την Αγγλία και τη Γερμανία...
Γεννήθηκε στο Βαρώσι στις 21 Ιανουαρίου 1929, ήταν 82 ετών όταν του πήρα συνέντευξη... Αυτό που δεν ήξερα τότε και μέχρι τώρα, ήταν ότι έφυγε από τη ζωή το 2013... Δύο χρόνια μετά τη συνέντευξη τον χάσαμε...
«Η μητέρα μου κατάγεται από μια παλιά οικογένεια της Αμμοχώστου και λεγόταν Μαρία... Ο πατέρας μου Παναγιώτης ήταν από τα Λιμνιά, δίπλα από τον Άγιο Σέργιο... Αλλά είχε φύγει από το χωριό και είχε πάει στην Αμμόχωστο...» Η μητέρα του πατέρα του είχε πεθάνει όταν ήταν παιδί και ο παππούς του ξαναπαντρεύτηκε και ως μικρό παιδί ο πατέρας του ήταν πολύ δυστυχισμένος... Έτσι σε νεαρή ηλικία έφυγε και πήγε στην Αμερική... Επέστρεψε στην Κύπρο το 1926, παντρεύτηκε με την κυρία Μαρία από την Αμμόχωστο και μετά γεννήθηκε ο μικρός Χριστάκης το 1929. Ήταν μοναχοπαίδι...
Ο κ. Χριστάκης σπούδασε νομικά στην Αμερική και στο Λονδίνο και επέστρεψε στην Κύπρο το 1955... Όταν επέστρεψε στο Βαρώσι, η πόλη ήταν ακόμα λίγο αγροτική και μόνο μετά την ανακήρυξη της Κυπριακής Δημοκρατίας ξεκίνησε μια γρήγορη ανάπτυξη, αλλά η μεγαλύτερη ανάπτυξη ήταν μετά το 1968...
«Το Βαρώσι δεν αφορούσε μόνο τον τουρισμό... Το κύριο πράγμα ήταν το λιμάνι της Αμμοχώστου – το 70% όλων των εισαγωγών και εξαγωγών γίνονταν μέσω του λιμανιού της Αμμοχώστου... Αλλά η εσωτερική ανάπτυξη βασίστηκε στον τουρισμό», μου εξήγησε. Στην περιοχή του Αγίου Λουκά και του Κάτω Βαρωσιού καλλιεργούσαν και εσπεριδοειδή...
Το 1956 ο κ. Χριστάκης παντρεύτηκε με την Άρτεμις Σαβοπούλου και απέκτησαν ένα αγόρι και δύο κορίτσια... Και αυτή ήταν από το Βαρώσι...
«Ήταν ένας υπέροχος άνθρωπος, μια πραγματική κυρία... Ήταν ψηλή και όμορφη. Ήταν άτομο της οικογένειας, αλλά της άρεσαν και τα ταξίδια και οι κοινωνικές συναναστροφές... Μαγείρευε περισσότερο κυπριακά φαγητά και τα τρώγαμε με ευχαρίστηση... Είχε μάθει να μαγειρεύει από τη μητέρα μου τη Μαρία που ήταν υπέροχη μαγείρισσα... Πέθανε από καρκίνο το 1983...»
Το 1958 του προτάθηκε να γίνει δικαστής στην περιοχή της Μόρφου και της Λεύκας και αποδέχτηκε. Μετά την ανακήρυξη της Κυπριακής Δημοκρατίας, είχε αρχίσει να παρακάθεται σε δικαστικές υποθέσεις στη Λεύκα μαζί με τον Ulfet Emin, έναν πολύ γνωστό Τουρκοκύπριο δικαστή... Ήταν μιχτό δικαστήριο... Ήξερε επίσης τον Zeka Bey... Παραιτήθηκε το 1961, θεωρώντας ότι η Μόρφου ήταν πολύ μακριά και άρχισε ξανά να ασκεί το επάγγελμα του δικηγόρου...
Παρά τις εντάσεις το 1963-64, διατηρούσε καλές σχέσεις με τους Τουρκοκύπριους... Θυμήθηκε ότι κάποιοι Τουρκοκύπριοι στο Βαρώσι «εξαφανίστηκαν» από τους χώρους εργασίας τους... Ένας από αυτούς ήταν ο Ertoghrul Veli που τον είχαν πάρει από τη δουλειά του στη Barclays Bank και έγινε «αγνοούμενος»...
«Γνώριζα τον Ertoghrul Veli, ήταν πολύ καλός άνθρωπος... Μετά την 11η Μαΐου 1964, υπήρξαν πολύ ατυχή και θλιβερά γεγονότα, αλλά εγώ προσωπικά, ποτέ δεν είχα κανένα πρόβλημα με τους Τουρκοκύπριους, ποτέ. Ακόμη και μετά το 1964, επισκεπτόμουν πολλά τουρκοκυπριακά χωριά χωρίς να συναντήσω κανένα πρόβλημα... Είχα και έναν καλό φίλο με τον οποίο πηγαίναμε στην εντός των τειχών πόλη της Αμμοχώστου, χωρίς κανένα πρόβλημα...
Μετά το 1968, το Βαρώσι βρίσκονταν σε μια πορεία ταχείας ανάπτυξης... Το 1969 είχα ξεκινήσει την οικοδόμηση του Omega Hotel Apartments στην παραλία... Στο ισόγειο ήταν μια καφετέρια και καταστήματα και πάνω υπήρχαν εννέα όροφοι διαμερισμάτων... Κανένας δεν έπαιρνε κίνητρα από την κυβέρνηση, ο καθένας έκανε τις δικές του επενδύσεις... Το 1972, ήταν τόσο επιτυχημένο και υπήρχε τόσο μεγάλη ζήτηση για τα διαμερίσματα του ξενοδοχείου μας που η ζήτηση ήταν 120%! Είχαμε λοιπόν ξεκινήσει την κατασκευή ενός δεύτερου ξενοδοχείου στην ίδια περιοχή που θα αποτελούνταν από 20 διαμερίσματα... Θα τελείωνε στα τέλη του 1974... Είχαμε ακόμα υπογράψει και συμβόλαια για τα διαμερίσματα για την 1η Μαρτίου 1975!»
Στις 7 Ιουλίου 1974, ο κ. Χριστάκης πήγε διακοπές με τη γυναίκα και τα παιδιά του... «Ακόμα κι αν υπήρχε ένταση, δεν το είχα προσέξει και επιπλέον δεν υπήρχαν Τουρκοκύπριοι στο Βαρώσι οπότε γιατί να υπάρχει κίνδυνος... Στο Βαρώσι ζούσαν μόνο λίγοι Τουρκοκύπριοι και καμία ένταση... Υπήρχε ένταση έξω, σε μέρη όπως ο Άγιος Σέργιος, αλλά όχι μέσα στο Βαρώσι... Οι άνθρωποι στο Βαρώσι ήταν πολύ πιο προοδευτικοί στις επιχειρήσεις και στη ζωή... Ήταν περισσότερο συνδεδεμένοι με την επιχείρηση τους και την οικογενειακή τους ζωή... Δεν σκέφτονταν όπως αυτοί της ΕΟΚΑ Β...»
Οι διακοπές του ήταν μεγάλες και λόγω πολέμου, δεν μπόρεσε να επιστρέψει για κάποιο χρονικό διάστημα...
«Από όσο καταλαβαίνω αν και έφυγαν όλοι, οι γονείς μου έμειναν στο Βαρώσι... Έμεναν στο Omega Hotel Apartments. Στις 16 ή 17 Αυγούστου 1974, βγήκαν έξω από το ξενοδοχείο και συνάντησαν τέσσερις Ελληνοκύπριους στρατιώτες πάνω σε δύο μοτοσυκλέτες...
«Τι κάνετε εδώ; Όλη η πόλη έχει αδειάσει... Οι Τούρκοι μπαίνουν στο Βαρώσι...» Έτσι ο πατέρας και η μητέρα μου αποφάσισαν να φύγουν χωρίς να πάρουν τίποτα... Οι δύο Ελληνοκύπριοι στρατιώτες τους συνόδευσαν και πήραν το αυτοκίνητο της γυναίκας μου, ένα γαλαζωπό-γκρίζο Morris και προσπάθησαν να φύγουν. Μετά συνάντησαν τανκς... «Αυτά πρέπει να είναι τα τανκς μας» είπε ένας από τους στρατιώτες στο αυτοκίνητο και οδήγησαν προς τα τανκς και τους συνέλαβαν και τους σκότωσαν εν ψυχρώ στην Κάτω Δερύνεια... Δεν κατάφερα να επιστρέψω παρά μόνο το φθινόπωρο του 1975... Μείναμε στο Λονδίνο για περισσότερο από ένα χρόνο... Όμως είχα ακούσει ότι τους σκότωσαν 15 μέρες μετά... Ο Ελληνοκύπριος δημοσιογράφος Δημήτρης Ανδρέου είχε πάει και κινηματογράφησε ένα ομαδικό τάφο εκεί και ενώ κινηματογραφούσε κάποιοι στρατιώτες τους κυνήγησαν και μετά περίφραξαν την περιοχή έτσι ώστε να μην μπει κανένας στην περιοχή του ομαδικού τάφου... Ένας μάρτυρας είχε δει ότι είχαν θαφτεί εκεί ο πατέρας και η μητέρα μου με τους δύο Ελληνοκύπριους στρατιώτες... Και ένα φορτηγό είχε φέρει περισσότερα πτώματα, έτσι σε αυτόν τον ομαδικό τάφο, πρέπει να βρεθούν περισσότεροι...»
Τα οστά της μητέρας και του πατέρα του, μαζί με τους δύο Ελληνοκύπριους στρατιώτες βρέθηκαν – όχι όμως οι άλλοι που αναφέρει ο ίδιος και άλλοι. Ο κύριος Χριστάκης είχε ήδη πεθάνει όταν γίνονταν οι εκσκαφές της Κυπριακής Διερευνητικής Επιτροπής Αγνοουμένων στη Δερύνεια και στην κηδεία του πατέρα του και της μητέρας του... Η μητέρα και ο πατέρας του τάφηκαν στις 29 Ιανουαρίου 2022 στο Κοιμητήριο Κωνσταντίνου και Ελένης δίπλα στο γιο τους, αλλά δεν θα μπορέσει να δει ότι τα οστά τους έχουν βρεθεί... Πέθανε καθώς τους περίμενε...
Ας αναπαυθούν όλοι εν ειρήνη...
Χαίρομαι που κατάφερα να του πάρω συνέντευξη για να διατηρήσουμε τη μνήμη του... Θέλω να ολοκληρώσω το άρθρο αυτό με τα λόγια του για το πώς ένιωθε ως πρόσφυγας και για το Βαρώσι:
«Όταν επέστρεψα από το Λονδίνο, δεν είχα τόπο για να επιστρέψω... Άρχισα να ζω στη Λευκωσία... Αλλά ήμασταν άνθρωποι της θάλασσας. Είχα μεγαλώσει δίπλα στη θάλασσα... Ο πατέρας μου ήταν ένας από τους πρώτους που είχαν κτίσει σπίτι δίπλα στη θάλασσα το 1935... Πάντοτε ζούσαμε δίπλα στη θάλασσα... Τώρα όμως έπρεπε να ζήσω στη Λευκωσία και να συνεχίσω τη δικηγορία...
Δεν έχασες μόνο το σπίτι σου ή την περιουσία σου... Έχασες τον φίλο σου, έχασες τον τρόπο ζωής σου, έχασες τις συνήθειες σου, χάνεις τα πάντα... Το πιο τραυματικό πράγμα στο να είσαι πρόσφυγας είναι αυτό – να είσαι πρόσφυγας στη χώρα σου... Ονειρεύομαι το Βαρώσι... Πρώτα από όλα ήταν ο τόπος που γεννήθηκα, που μεγάλωσα... Ότι αγάπησα ήταν εκεί... Λατρεύω τη θάλασσα και το Βαρώσι είναι μια από τις πιο υπέροχες παραλίες στον κόσμο... Μου λείπουν οι φίλοι μου, μου λείπουν τα μέρη που πήγαινα... Φυσικά όλα αυτά τα μικρά πράγματα είναι τα πράγματα που κάνουν τη ζωή να αξίζει...
Δεν νομίζω ότι το Βαρώσι θα επιστραφεί όσο συνεχίζεται το Κυπριακό πρόβλημα...».

https://politis.com.cy/apopseis/underground-notes/i-thliveri-istoria-toy-christaki-chatziprodromoy-to-varosi-kai-oi-agnooymenoi-goneis-poy-den-katafere-na-dei-ta-osta-toys/

(*) Article published in the POLITIS newspaper on the 20th of March 2022, Sunday.