YENİDÜZEN… Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler... (2007)
Sevgül Uludağ
Tophane Mescit'te bir taşbebek...
Tophane Mescit'te taşbebek güzelliğinde bir çocuk yaşardı... Saçları sarı, gözleri maviydi... O kadar güzel, o kadar güzeldi ki, insanlar yolda annesini durdurup onu seyretmek isterdi...
Onu bütün reklamlara koyabilirdiniz – sabun reklamlarına, çikolata reklamlarına ya da bebek maması reklamlarına... Elbette bu taşbebek güzelliğindeki çocuk hiçbir reklama çıkmamıştı ama çıkmış olsaydı, insanların kalbini eritebilirdi...
Tıpkı Takuş'un, Sirvart'ın ve Artin'in kalbini erittiği gibi... Ya da onların annesi Öjen hanımın ve babaları Manuk'un yüzüne geniş, pırıl pırıl bir gülümseme yerleştirdiği gibi... Ermeni Bızdikyan ailesinin bu fertleri, komşuları tapu memuru Kemal Tatar beyle eşi Lamia hanımın taşbebek güzelliğindeki bebekleri İnci'yi çok severlerdi... Bu sevgi o kadar güçlüydü ki, ne savaşlar, ne kaç-göçler, ne sınırlar, ne barikatlar, hiçbir şey ama hiçbir şey onu yok edemeyecekti... Onlar komşuydular ve eski komşuluklar bir başkaydı, şimdiki gibi değildi... "Ev alma, komşu al" derlerdi eskiden çünkü komşularımız, tıpkı ailemiz gibiydi... Onlarla herşeyi paylaşırdık – iyi günleri ve kötü günleri, güzellikleri ve acı anları – herşeyde onları yanımızda bulurduk... Bir yakınımız öldüğünde, bir sıcak çorba yapıp getiren, bizi teselli eden onlar olurdu... Ya da bir düğün hazırlığında, bir mevlidde, bir bayram kutlamasında evlerindeki sandalyeleri taşıyan, yemeklerin pişirilmesine, ikramların yapılmasına yardım eden onlar olurdu...
Lamia hanımla Kemal beyin komşuları Öjen hanım da öyleydi... Öjen hanım, bu taşbebek güzelliğindeki çocuğu kollarına alıp sevmeyi, Manuk bey ona çikolata vermeyi severdi...
Taşbebek güzelliğindeki bu bebek, tam karşıda oturan bu Ermeni komşularına tıpkı kendi ailesi gibi yakındı... Manuk beye "Manuk dede", Öjen hanıma da "Bia" derdi... "Bia" sözcüğünün herhangi bir dilde, herhangi bir açıklaması yoktu... O yalnızca, bebek dilinde uydurulmuş bir sevgi sözcüğüydü: Tıpkı "Teyze" ya da "Nine" der gibi, sevecenlikle "Bia" derdi Öjen hanıma bu bebek ve Öjen hanım da buna bayılırdı!...
Sarı saçlı, mavi gözlü bu bebeğin adı İnci'ydi... İnci bebek, her akşam yatmak için mermer basamaklardan üst kata tırmandığında, tam karşıdaki evde, Manuk dedenin balkona oturmuş yemeğini yediğini görürdü...
Manuk dede, taşbebeğe seslenirdi:
"İnci yavrum... İyi uykular, tatlı rüyalar, güzel rüyalar..."
Manuk bey, her gece aynı sözcükleri, aynı şekilde tekrarlardı – o kadar ki aradan geçen onca yıla rağmen, taşbebek güzelliğindeki o bebek şimdilerde yetişkin bir kadın olsa da, o ses ve o sözcükler kulaklarından hiç gitmemiş... Her hatırladığında tüyleri diken diken oluyor... Üst katta sıralanmış yatak odalarına gitmek üzere evin dışından geçen o mermer basamakları tırmanışını, Manuk dedesinin karşıda oturuşunu, ona seslenişini, tıpkı bugünmüş gibi hatırlıyor...
Ve bu bebek birazcık büyüyüp ilkokul yaşına geldiğinde, Manuk dede her sabah erkenden kalkıp kapıyı çalar, ona yarım şilin harçlık verirdi...
1963 olayları çıktığında ve taşbebek güzelliğindeki bebek İnci, kızkardeşi Şazi, annesi Lamia hanım ve babası Kemal Tatar, Tophane Mescit'ten apar topar kaçıp Arabahmet'te bir eve taşındıklarında, Bızdikyan ailesi onları hiç unutmadı... Özellikle de Manuk dede...
Manuk dede, küçük İnci'nin çikolatayı çok sevdiğini bilirdi... Bu yüzden Ermu Caddesi'ne yakın bir noktada, Yediler civarındaki bir mevziye gider, oradaki mücahitleri bulur, onlara paket paket çikolata verirdi, küçük İnci'ye götürmeleri için... Mücahitler de aynen öyle yapardı: Arabahmet'te küçük İnci'nin yaşadığı eve giderler, kapıyı çalarlar ve kutu kutu çikolatayı ona verirlerdi: Manuk dededen küçük, tatlı bir armağan olarak...
Ama bu ilişki burada bitmedi... Taşbebek güzelliğindeki o çocuk büyüdü, ilkokulu bitirdi, liseye gitti, evlendi... Çalışan bir kadın oldu, kendi bebeği oldu... Takuş ablası barikatlar kapalı da olsa, arada bir onunla haberleşmenin bir yolunu buldu çünkü Takuş ablası British Council'da çalışıyordu ve British Council'ın kuzeyde de, güneyde de ofisleri vardı...
Ama macera burada bitmiyordu – 2003'te barikatlar açıldığında, ilk arayan onlar oldu:
"Ne zaman buluşuyoruz?..."
Bu eski komşuluk ve sevgi bağı o kadar güçlüydü ki, sanki 1963'te Tophane Mescit'ten hiç ayrılmamışlar, hep komşuluk etmişler, sanki 1974'te memleket bölünmemiş, sanki dikenli teller, kum torbaları, mevziler olmaksızın hep geçip gitmişler ve görüşmüşler gibi, dostluklarına öylece devam ettiler... Sevginin ve dostluk hiçbir sınır tanımıyordu – bu öyle bir mayaydı ki, hiç kimse bunu onların elinden alamamıştı... Tıpkı röportajımızda Takuş hanımın sözcükleri gibi...
Takuş hanım, "Herşeyinizi elinizden alabilirler..." demişti bana... "Herşeyinizi!... Ama hatıralarınızı ve sevginizi hiç kimse yok edemez..."
Şimdi her hafta birbirlerine gidip geliyorlar, Tophane Mescit'ten kalan dostluğu paylaşmayı sürdürüyorlar, birbirlerini gördüklerinde gözlerinin içi gülüyor, o kadar güçlü bir bağ ki bu, gördüğünüz zaman etkileniyorsunuz...
İnci Tatar yani İnci Tüccaroğlu, bir gün beni arıyor:
"Ermeni bir arkadaşım beni aradı, 'Çabuk televizyonu aç! Sigma'da gazeteci bir kadın konuşur! Onu tanıyor musun?' dedi. Açtık, baktık sen! Seninle tanışmak ister!"
"Çok iyi olur! Tam da ben, Kıbrıslı Ermeniler'in öyküsünü araştırırken!... Ne şans!..."
Bir ikindi vakti, İnci Tüccaroğlu ve eşi Dr. Yüksel Tüccaroğlu'yla Kermiya barikatından güneye geçiyoruz, barikata çok yakın oturan Takuş hanımın evine gidiyoruz...
Pırıl pırıl bir gülümsemeyle karşılıyor bizi... Dr. Yüksel Tüccaroğlu, yanında tansiyon aletini de götürmüş, Takuş'un eşinin tansiyonunu ölçüyor...
"Ben da isterim!"
"Olur!..."
Benim tansiyonumu da ölçüyor Yüksel bey... 13'e 8...
"Ama bu çok yüksek!" diyorum...
"Yook... Gayet normal..."
"Bilmem ki, bizim ailede tansiyon her zaman düşüktür..."
Takuş hanım çok güzel Türkçe konuşuyor... Elbette annesi Öjen hanımdan öğrenmiş Türkçesi'ni... Biz röportaj yaparken, torunu geliyor...
"Tam da senden bahsediyorduk!..."
Az sonra torunu neler konuştuğumuzu İngilizce olarak bize aktarıyor!
Türkçe'yi anlıyor! Üstelik kimse ona Türkçe öğretmemiş!
Dün, İnci eski bir albümle geliyor bana... İçinde çok eski fotoğraflar... Girne Limanı'nda ablası Şazi'yle çekilmiş bir fotoğraf: 1962 ya da 63'te çekilmiş olmalı... Öjen hanımın kucağında o taşbebek güzelliğindeki İnci... Küçük bir kızken, Ermeni komşu çocukları Karlo ve Bedo'yla çekilmiş fotoğraflar... Bedo'yla bahçede duruyor – Bedo artık hayatta değilmiş...
Yine Takuş'la ve Sirvart'la çekilmiş siyah-beyaz, eski fotoğraflar... Bir de Takuş'un nişan töreninden bir fotoğraf – bu fotoğrafta, İnci'nin "Manuk dede" dediği, ona paket paket çikolata gönderen Manuk beyi görüyoruz...
Takuş Bızdikyan ve İnci Tüccaroğlu'yla röportajımızı yarın yayımlamaya başlıyoruz...
*** Takuş Bızdikyan Viktorya Sokağı ve Tophane Mescit'ten anılarını anlatıyor...
"İnci o kadar güzel bir bebekti ki vitrine koysan kukla zannederdin!..."
Takuş Bızdikyan'la Kermiya bölgesindeki evinde sohbet ediyoruz. Bize Viktorya Sokağı ve Tophane Mescit'ten anılarını anlatıyor... İnci Tüccaroğlu'yla birlikte gittiğimiz Takuş hanımın evinde yaptığımız röportaj şöyle:
SORU: Takuş Hanım.... Asıl adınız Takuhi... "Takuş" aile içinde kullanılan bir kısaltma mıdır?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Kısaltmadır, başka kullanan var mı onu? Bazıları öyle der...
SORU: Kaç yaşındasınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: 64...
SORU: Maşallah, buralarda kimse yaşını göstermiyor!.. Annenizin adı neydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öjen Bızdikyan... Babamın da Manuk Bızdikyan... İkisi da Adana'dan... Annem 7 yaşında geldi buraya, babam 18 yaşında...
SORU: 1920'de mi? Yoksa 1915'te mi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: 1915'te...
SORU: Yani direk Kıbrıs'a mı geldilerdi? Yoksa Suriye'ye falan mı gittilerdi önce?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok yok, direk Kıbrıs'a geldiydiler...
SORU: Neydi yani? Bir bağları mı vardı Kıbrıs'la?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok çünkü artık yaşayamazlardı Türkiye'de, öyle ki bir yere gitmeliydiler. Kıbrıs'a geldiler. Annemgil Larnaka, babam da Lefkoşa'ya. Sonra annem büyüdüğünde Larnaka'dan Lefkoşa'ya geldi, evlendiler.
SORU: Babanız ne iş yapardı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şakaryan'ın yanında tezgahtardı.
SORU: Şakaryan dediğiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şakaryan bir Ermeni adamdı, kendi çok zengin. Buzdolabı falan getirirdi, gübre getirirdi. Onun yanında işlerdi kendisi.
SORU: Siz nerede doğdunuz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Lefkoşa...
SORU: Hangi mahallede otururdunuz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Viktorya Sokağı'na yakın, yani mahkemelerden gelirsen ve Viktorya'ya gitmek üzere dönersen, orada.
İNCİ TÜCCAROĞLU: Selen Otopark'ın karşısı... Tam karşısı... Eski TKP binasına gitmeden önce...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şimdi orayı yıkmışlar. Orada doğdum ben, orada yaşadım...
SORU: Bu sözünü ettiğiniz sokak, Mahmut Paşa Sokağı'dır... O zamanki adı neydi? Gene Viktorya Sokağı'nın devamı mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hiç hatırlamam çünkü belki 7 ya da 8 yaşındaydım, çıktık oradan ve Tophane Mescit'e gittik.
SORU: Tophane Mescit tam olarak neresidir? Tarif edebilir misiniz bana?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Tophane Mescit, Baf Kapısı'nın arka tarafı, St. Joseph Okulu'nun arka tarafı... Şimdi "No-man's land..." Tophane Mescit, sokağın adıdır zaten...
SORU: Tophane Mescit'ten Manuk Mangalciyan da bahsetti, hatta Lütfi diye bir bey yaşarmış orada, kızları varmış...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ha, bizim komşuydu Lütfi, neydi, kızları vardı, Destine? Yani sokağın ismiydi Tophane Mescit.
SORU: Sizin çocukluğunuz nasıl geçti?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Çok güzel geçti zannederim!... Şimdiki çocukların çocukluklarına kıyasla, bizimki çok güzeldi.
SORU: Kaç kardeştiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Üç... Bir tane büyük kızkardeşim trafik kazasında öldü, Sirvart... Kardeşim de Artin Bızdikyan. O da senelerce İngiltere'deydi, şimdi Kıbrıs'tadır. Ve hep Viktorya Sokağı'nı, Arabahmet'i çok iyi hatırlarım, çocukluk anılarım oralardadır çünkü halam, teyzelerim oralarda yaşarlardı ve bizim ilkokul da oradaydı. Ermeni Kilisesi'nin içindeydi ilkokul ve 12 yaşına kadar oraya gittik – onun için çok severim oraları, çocukluğum oralarda geçti çünkü. Ne vakit ki kapılar açıldı, İnci'den istedim ki beni götürsün, orayı göreyim. Benim çocukluğumdan aklımda, Viktorya Sokağı, çok uzun ve çok geniş zannederdim... Oraya gidince dedim "Ne biçim? Buydu yoksa küçüldü?" dedim!
SORU: Anneniz Öjen hanım, İnci'yi çok severdi... Komşuydunuz yani...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Komşuyduk... Tophane Mescit'te komşuyduk. Ve İnciler orada yaşarlardı, orada doğdu İnci. Ben o vakit 13-14 yaşındaydım İnci doğduğunda, öyle kukla gibi kendini severdik. Çok güzel bir bebekti. Vitrine koysan kukla (bebek) zannederdin! O kadar güzel... Ve hemen gider alır, eve getirirdim İnci'yi, kendine Ermenice şarkılar söylerdim, kendi da bellediydi ve benimle beraber söylerdi. Annem da çok severdi, şimdi sevmesin, babam da, annem da. Ve sonra 63'te 6 yaşındaydı zannederim İnci, 63'te bu şeyler oldu, gittiler. Ondan sonra bazı bazı görüşür idik ama yok öyle çok çok... Sonra 74'ten sonra artık hiç görüşemedik. Ve annem her vakit söylerdi ki 63'ten sonra ne kadar da nerede yaşasak, kendiler gibi komşu yoktu ki kahve içsin beraber... Öyle sanki seneler da geçti, birbirimizi hiç unutmadık... İnci'nin annesinin adı Lami, Satı da kızkardeşi. O da orada otururdu. Satı hanım, Lamia hanımın kızkardeşiydi. Lamia ama Lami derdik. Bu evde ki otururlardı, teyzesi de oradaydı iki kızlarıyla beraber. Onun kızları daha büyüktü ve beraber mektebe giderdik yürüyerek, Amerikan Akademi'ye giderdik. Her sabah giderdik ve gelirdik yürüyerek.
SORU: Amerikan Akademi neredeydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Genel hastanenin bu tarafındaydı Amerikan Akademi. Evvel, benim doğduğum Mahmut Paşa'daydı Amerikan Akademi. Sonra oradan çıktılar, buraya geldilerdi. Amerikan Akademi'ye orada giderdik.
SORU: Babanız Şakaryan'daydı, anneniz hep evde miydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evdeydi...
SORU: Peki Türkçe'yi nasıl alıştıydınız? Kimden alıştınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Benim büyükannem hiç Ermenice bilmezdi, o da Adana'dan...
SORU: Adı neydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Lusaper... Ve yalnız Türkçe konuşurdu. Kendisiyle Türkçe konuşurduk. Annem da evin içinde, bazı babamla Türkçe konuşurlardı, ondan alıştım ben Türkçe'yi. Sonra komşularımız mahallede...
SORU: Deden var mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Annemin babası burada öldü, Kıbrıs'ta öldü. Hasta oldu 38 yaşındaymış, öldü. Babamın babasını tanımadım. Babamın annesini tanıdım, benim ismim da nenemin ismi. Ama babam geldilersa Kıbrıs'a, babası yoktu. Onu tanımadım.
SORU: Sonra siz ne yaptınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Amerikan Akademi'ye gittim, bitirdim. Başladım işlemeye, evlendim, evlatlarım oldu.
SORU: Ne iş yapardınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İlk bulduğum iş Cyprus Mail'deydi. Orada işledim. Birinci işimdi ve çok çok iyiydi ustam. Adam öldü gitti ama sanki şimdiye kadar hatırlarım ne iyi adamdı. Ondan sonra durdum işten çünkü birinci evladımı bekliyordum ve rahatsız oluyordum. Ondan sonra İngiliz Elçiliği'nde iş buldum, orada işlerim, 37 senedir orada çalışıyorum ve Şubat'ta artık biter o da! Yetişir o da!
SORU: Kaç çocuğunuz var?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İki kız... Lara ve Garcia. Ermeni ismi değil, ne da Rum ismi, öyle... Lara'yı, Dr. Jivago filmini gördüydüm, çok sevdiydim, ondan koydum. Garcia'yı da öyle...
SORU: Bir Rum'la evlendiniz... O dönem siz evlendiğinizde yaygın mıydı Ermeniler'in Rumlar'la evlenmesi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Çok azdı. Daha çok kendi içlerinde o vakit evlenirlerdi... 41 sene oldu...
SORU: Herhangi bir tepki geldi miydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Benim babam ve annem hiç tepki göstermedi. Benim babam yalnız "Bak" dedi, "kendi Rum'dur, sonra istemem çocuklarını Rum gibi büyütsün, istemem problem çıkarasın..."
Kendi babasının tarafından vardı, istemezdi, çünkü oğlu bir Rum kızla evlensin ki evi var, tarlası var, böyle şeyler... Evvel öyleydi...
SORU: Çünkü Rumlar'da kız getirir evi cehiz olarak...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öyledir. Bizim da eski zamanda – şimdi öyle değildir – hep erkek yapardı.
SORU: Ve kız sadece gelirdi...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Çünkü onun yani erkeğin annesiyle yaşarlardı... Aman iyi da öyle şeyler yoktur şimdi!
SORU: Nuritsa hanım anlattı bana bir sürü hikaye, neler çekmiş...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Annem da çok çekmiş...
SORU: Mesela Nuritsa hanımın kocasının kızkardeşleri evde iş yapmazmış, erkeklerin karıları iş yaparmış...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öyle... Benim annem da evlendiğinde, babamın annesi evde yaşardı. Der ki, "Kocamın annesi çok karışmazdı ne yaptığıma, görümcelerim gelirdi, onlar bırakırsa annemin evine gidebilirdim, onlar hayır derse gidemezdim annemi göreyim..." Öyle...
SORU: Evinizin duvarındaki bu yağlıboya resimleri Ermenistan'dan aldığınızı söylediniz. Dediniz ki bir zamanlar kadınların konuşması yasaktı, çok eskilerde... Hatta kocalarına bile konuşamazlardı ve kaynanalarına söylerlerdi bir şey isterlerse kocalarından... Onun için bu resimlerde kadınların ağızları örtülüdür. Bundan biraz bahseder misiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İlk defa bu sene gittim ben Ermenistan'a, hep benim arzumdu gideyim göreyim, nasıl bir yerdir ve müzeleri gezerken böyle tablolar vardı, rehber anlatıyordu. O vakit dedik ki "Niçin ağızları kapalıdır kadınların?" Dedi ki "Çok evvel, gelinler konuşamazlardı, konuşmayacaklardı hiç. Kocasıyla da konuşmayacak, bir şey söylemek isterse kaynanasına söyleyecek, o diyecek kocasına. Sanki o kontrol yapardı evi..." Ben da "Enteresan" dedim.
Kocam dedi ki bize bunları anlatan kadına, "Bu geleneğin şimdi olmaması ne kötü!" dedi!...
SORU: İşlerine gelirdi olsaydı!...
TAKUHİ BIZDİKYAN: İşlerine gelirdi evet!
Başka bir yere gittik, bir resim sergisi vardı, satıyorlardı, "Aman! Bunu alayım" dedim.
SORU: 1955'lerden başlayarak Kıbrıslıtürkler'le Kıbrıslırumlar arasında sürtüşmeler başladı, sonra da 1963 yaşandı. Sizin aile veya çevreniz veya tanıdığınız Ermeni insanlar, bunu nasıl yaşadı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: E bak, belki ben bilmem öbür Ermeniler ne düşünürdü ama benim ailem, derlerdi ki "Şimdi gene başlayacaklar? Hade buradan da kalk, başka yere git?..." O problemler vardı... Ama öyle olmadı sanki... Evet, epeyi Ermeniler o taraftan (Türk tarafından) bu tarafa (Rum tarafına) geldiler ama memleketi bırak da başka yere git, olmadı... Korktular elbet çünkü bakan burada başka kavgalar da olursa, istemeyerek sen de karışabilin içine... Bilirim? İyi gözle görmediler sanki... Ne da 55'i... Çünkü Ermeniler buraya geldiğinde İngiliz vardı, değil? Daha güvenliydi... Sonra bu kavgalar gene başladı.
Bak ama Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar ya da orada kalan bazı Ermeniler arasında ne yaşandıysa – mesela okulumuzu, kilisemizi kaybettik – İnci'ye yönelik duygularımız hiç değişmedi. Asla değişemez zaten...
SORU: 2003'te barikatlar açıldığında, anneniz hayatta mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hayır, değildi... Öldüydü... Göremedi o, İnci'yi göremedi...
SORU: Ne yaptınız açılınca barikatlar?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Açılınca birinci şey, İnci'yle birbirimizi görmeye gittik!
İNCİ TÜCCAROĞLU: Barikatların açıldığı gün, sabah 08.30'da telefonla aradı!
TAKUHİ BIZDİKYAN: Bilirdim telefonunu çünkü bizim o tarafta British Council'ın bir ofisi vardır, onlar aracılığıyla bulduydum... İşte odur dediğim, belki seneler geçti, insanlar bir şeyler kaybetti etti – biz bir şey kaybetmedik ama, ben İnci için ne hissedersem, o kaybolmadı...
İnsanlar elinizden herşeyinizi alabilirler ancak duygularınızı elinizden alamazlar. Hatıralarınızı, duygularınızı hiç kimse elinizden alamaz...
Ben İnci'ye ya da onun eşi Yüksel'e konuştuğumda, dostlarımla konuşurum. Onların Türk olup olmaması farketmez çünkü arkadaşlarımdır onlar benim, o İnci'dir...
SORU: Öyle olması gerekir... Öyle olabilirsa, barış olur zaten...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU (İnci Tüccaroğlu'nun eşi): Aynı görüşte olduğumuz için zaten, bu kadar dost ve samimi olabildik...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Böyle şeyler konuştuğumda, duygusallaşırım...
SORU: Bu da insanlığını yansıtır... Peki İnci, sen nasıl hatırlan tüm bunları?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Ayrıldığımızda altı yaşındaydım. Neyi hatırlarım o günlerden? Belki diğerlerine karşı birazcık ayıp olacak ama Rum komşularımızı pek hatırlamam, belki küçüktüm da onun için. Ermeni komşularımızı hatırlarım, çoğuyla da görüşürüz ama benim için, benim ailem için Takuş, annesi, babası, onların yeri bir başkadır. Aradan 40 sene geçti, sınırlar açıldı ama ilk görüştüğümüz günde, benim da, Takuş'un da aynı şekilde, sanki bir gün önce zaten beraberdik da, bir gün sonra tekrar bir araya geldik gibiydik ikimiz da. Yani böyle bir sevgi... Çünkü çocukluktan gelişen, başlayan, yıllar hiçbir şeyi değiştirmedi, hiçbir şeyi kaybettirmedi bize, ne olursa olsun...
SORU: Peki yıllar içinde birbirinizi bulmaya çalıştı mıydınız, sınırlar kapalı olmasına rağmen? Veya bir şekilde haberleşmeye çalıştı mıydınız?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Çok çok seyrek... Takuş'un çalıştığı yer itibarıyla, bizim tarafta da İngiliz elçiliği vardır ya, irtibatlıydılar. Takuş devamlı bizi sorardı... Nasılız, herşey tamam mı... Evlendik, çoluk çocuğumuz oldu falan... Ve o çalışanlar vasıtasıyla haberleşirdik. Veya arada görevli olarak çok seyrek da olsa, öyle beş dakikacık gidip gördüğümüz da oldu – belki bir defa veya iki defa bu süreçte, o kadar...
Neyi hatırlarım? Ben Takuş'un annesine "Bia" derdim.
SORU: Ne demektir?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Hiçbir manası yok! Küçükken ben ona "Bia" dedim!
SORU: Bebek dili!
İNCİ TÜCCAROĞLU: Evet! "Bia" dedim. Bugün keşke burada olsaydı, gene "Bia" diyecektim! O, benim için "Bia"dır! Takuş'un babasına da "Dede" derdim!
Mesela benim o çocuk yaşta hiç unutamadığım bir şey var: Okula giderken ben, hergün sabah, okula gitmeden ben, bizim eve gelirdi, kapıyı çalardı ve bana yarım şilin harçlık verirdi!
Ben çikolatayı çok severdim... Hadiseler oldu, öbür tarafa gittik... Yaşı kaç? İleri yaşlarda adam, 70'lerinde o zamanlar... Bayağı yaşlıydı... Ben çikolatayı çok severdim ve gelirdi, Yediler'de mücahitlere çikolata verirdi, gelirler, benim kapımı çalarlar, bana çikolata getirirlerdi... Bunlar unutulacak şeyler değil.
Annesinin, "Bia"mın çiğköftesini unutmam! Onda gördüm, onda sevdim zaten çiğköfteyi! Kısır, aynı şekilde, lahmacun, kıymalı köfte...
SORU: Yani tüm bunlar Ermeni yemekleri miydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Kıymalı köfte kaynanmış...
İNCİ TÜCCAROĞLU: Limonla yersiniz ondan sonra...
TAKUHİ BIZDİKYAN: O bulgurla yapılır, içine kavrulmuş kıyma-soğan koyarlar, kapatırlar ve haşlarlar... Kavrulmuş değil...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Bulgur köftesi gibi ama yuvarlak... Anadolu'da yaparlar aynısından, ben televizyonda izledim...
SORU: Demek ki evde gene Adana yemekleri yapılırdı!
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Ve annem-babam, büyükannem çok gurur duyarlardı Adanlı olmaktan...
SORU: Adana'ya hiç gittiniz mi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Bilmem istersam gideyim çünkü kendiler gidemedi, ben ne gideyim?
SORU: Peki Ermenistan'a gittiğinizde ne hissettiniz? Çok farklı geldi miydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Bak Ermenistan'a çoktan isterdim gideyim ama komünist rejim olduğu sürece istemezdim gideyim. Her zaman gitmek isterdim çünkü orasına "anavatan" derdik – evet, annem-babam oradan değildi ama... Başka bir duygu... Mesela kocama şunu diyordum: Ben ömrümde hiç o kadar çok Ermeni'yle bir yerde olmamışım!
SORU: O, tuhaf mı geldiydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet ve gittim ve sevdim sanki... İsterim gene gideyim. Öyle çekiyor, çekici bir şey var. Benim orada ne hısımım, ne arkadaşım var, hiçbirini bilmem orada. Ama güzeldir, sevdim...
SORU: Ermeniceleri farklı mıdır onların?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Biraz farklıdır ama dinleye dinleye, bir CD getirdim beraber, şarkılar, anlıyon ne demek isterler. Biraz farklıdır Ermeniceleri evet, bizim gibi değil.
SORU: Yüksel Bey, sinemacılar Ermeniler'di dediydiniz bana...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Yalnız televizyondan izledim bunları... Sinemacılar, fırıncılar, fotoğrafçılar, bunlar hep Ermeni'ydi...
SORU: Kuyumcular, saatçiler... Zanaatkardılar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Evet... Zamanla Türkler yanlarında yetişti ve onlar ayrıldıktan sonra, onların yerini Türkler aldı Türk tarafında.
SORU: Siz Baflısınız, Kasabalı... Orada var mıydı Ermeniler?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Vardı ya, komşularımız vardı...
SORU: Kimi hatırlarsınız mesela?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Mesela Podromos diye şişman birini hatırlarım, onun iki kızı vardı: Arus ve Jinef... Bunları hatırlarım...
SORU: Karışır mıydınız?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Selamlaşırdık, aşırı birşeyimiz yoktu. Daha çok Rumlar'la hukuğumuz vardı bizim...
SORU: Demek ki azdılar Baf'ta... Çünkü esas galiba Larnaka ve Lefkoşa'dadırlar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Evet...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet, esas Larnaka ve Lefkoşa'daydılar. Larnaka daha çok çünkü deniz kenarıdır ve oraya geldilerdi vapurlarla... İsteyen orada kaldı, istemeyen Lefkoşa'ya geldi. Biraz Mağusa'da vardı, biraz Limasol'da, Baf'ta da bir-iki aile yalnız...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Baf'ta benim hatırladığım, üç aile, bizim sokaktaydı...
TAKUHİ BIZDİKYAN: O kadar, daha çok yoktu...
SORU: 1915-20'den sonra Ermeniler Kıbrıs'a gelmeden önce, Kıbrıs'ta gene bir miktar Ermeni vardı ama...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Vardı, evet... Onlar nereden geldilerdi ve buradaydılar, bilmiyorum... Zannedersem Uzunyanlar onlardandı, Melikyan vardır mesela – ama nereden geldiler ve buradaydılar, bilmiyorum...
Şimdi gene azaldı Ermeniler Kıbrıs'ta çünkü çokları gitti İngiltere'ye, Avustralya, Amerika gibi yerlere – 55'ten sonra hadiseler başlayınca, çokları bıraktılar, gittiler...
SORU: Demek ki çatışmadan çekindiler...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet...
SORU: Puzant Nacaryan "Sen zannetme ki tek bir Ermeni tipi var... Çok çeşitlidirler" dedi bana... "Ve yemekleri da ona göre, çok çeşitlidir" dedi...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Çeşit çeşit... Adana'dan, İzmir'den, Urfa'dan... Türkiye'nin farklı bölgelerindendir Kıbrıs'taki Ermeniler... Mesela bir arkadaşım var, Aynur, Gaziantep'tendir onlar... Halamın birisinin kocası Antepli'ydi – onların kendi yemekleri var... Ama şimdi genç kuşak, daha çok "fast food" takılır...
SORU: Peki Türkçenizi nasıl oldu da unutmadınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evde Türkçe konuşulurdu, öyle alıştım. Annemle de bazan Türkçe konuşurduk... Küçüklükten beri bellediğim için unutmam – bazan unutuyorum ama yok o kadar çok...
SORU: Ermeniler Kıbrıslıtürkler'den ayrıldıktan sonra, mesela Rumlar'la nasıldı ilişkileri?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İyiydi... Annem mesela o kadar Rumca bilmezdi ama komşularla gene iyi geçinirdi... İyiydi ilişkileri gene... İyi da olmasa, ister istemez olacaktı çünkü başka şey yok...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Benim gördüğüm şey, Ermeniler bizi çok aileyle tanıştırdı ve çok samimi olduk. Öyle çok canayakın insanlardır, birdenbire kaynaşırlar, yani hem Türkler'le, hem Rumlar'la... Ve ikisine da, Rumlar'a olduğu kadar, Türkler'e da yakınlık gösterirler. Uzak durmazlar, sanki da öyle kendilerinden biriymişsin gibi hareket ederler...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Elbette tüm toplumlarda olduğu gibi, istisnalar da vardır. Bazı fanatikler olur her toplumda... Ermeniler'de de var, Rumlar'da da var, Türkler'de da var herhalde... Ancak bir bütün olarak, Ermeniler, Türkler'le de, Rumlar'la da dostturlar – buna rağmen, tüm toplumlarda olduğu gibi, istisnalar da vardır...
SORU: Ben şunu gördüm ama: Kıbrıslı Ermeniler'de farklı, daha pozitif, daha açık, daha ferah bir enerji buldum ben... Yani mesela ben o enerjiyi, Kıbrıslırumlar'da çok ender bulurum. Çünkü belki sayılarla ilgili birşeydir bu... Rumlar belki sayıca üstün oldukları için, belki o kadar da ırgalamazlar o vardı, bu vardı diye... Bence buradaki Ermeniler, diasporadaki Ermeniler'den da farklıdır çünkü azınlık oldukları için hayatta kalmak amacıyla, bazı yeteneklerini geliştirdiler zaman içinde... Bunu hissettim ben...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ben da sana bunu söyleyecektim...
SORU: Çünkü çok pozitiftirler, çok açıktırlar ama oraya ulaşmak için çok acı çekmiş olmaları lazım... Çok acı çekmiş olan insanlarda bulunur bu tür bir enerji... Öbür türlüsü, bakar da görmez mesela veya sallamaz...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hayatta kalmak zorundaydılar... Buraya geldiklerinde parasızdılar, hiçbirşeyleri yoktu – öyle pozitif olmasalardı, kaybolacaklardı. Pozitif oldular, bir arada kaldılar, böyle hayatta kaldılar...
SORU: Şimdi sizin evde hangi diller konuşulur?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ermenice, Türkçe, Rumca!
SORU: Siz çocuklarınıza Türkçe alıştırmaya çalıştınız mı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Anlarlar... Annemle konuştuğum vakit anlarlar ama öyle çok iyi konuşamazlar, praktis yok... Büyük kızım orta derecede bilir yani... Ama benim gibi bilmezler. Çünkü ben annemle bir şey konuşmak istersaydım ki çocuklar anlamasın, Türkçe konuşurdum! Şimdi da, torunlarım anlamasın diye kendilerine Türkçe söylerim... Anlarlar ama iyi konuşamazlar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Ama Türkçe öğrenmeye de çalışırlar...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Torunum Fiona'nın bir arkadaşı var, adı Şanel... Bir gece burada kaldı... Şanel, Kıbrıslıtürk – annesi İngiliz galiba, babası Kıbrıslıtürk. Bak, Fiona ne diyor... Çünkü çocuklar doğdular, hiç Türk görmediler, televizyondan dinlerler ve zannederler ki Türkler bir şey yapacak! Bana Fiona diyor ki, "Yaya (nene), bilin? Şanel Türk'tür ama çok iyidir!"
Dedim, "E niçin? İnci ablanı görmüyon?! Bir zararını mı gördün Türkler'in?"
"E ama ben istiyorum ki Şanel benim arkadaşım olsun" diyor.
"Olsun arkadaşın" dedim, "niçin olmasın?" Fiona 12 yaşındadır...
28.11.2007 – YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler... Sevgül Uludağ
No comments:
Post a Comment