Monday, November 11, 2024

Tophane Mescit’te bir taşbebek...

YENİDÜZEN… Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler... (2007)
Sevgül Uludağ

Tophane Mescit'te bir taşbebek...

Tophane Mescit'te taşbebek güzelliğinde bir çocuk yaşardı... Saçları sarı, gözleri maviydi... O kadar güzel, o kadar güzeldi ki, insanlar yolda annesini durdurup onu seyretmek isterdi...
Onu bütün reklamlara koyabilirdiniz – sabun reklamlarına, çikolata reklamlarına ya da bebek maması reklamlarına... Elbette bu taşbebek güzelliğindeki çocuk hiçbir reklama çıkmamıştı ama çıkmış olsaydı, insanların kalbini eritebilirdi...
Tıpkı Takuş'un, Sirvart'ın ve Artin'in kalbini erittiği gibi... Ya da onların annesi Öjen hanımın ve babaları Manuk'un yüzüne geniş, pırıl pırıl bir gülümseme yerleştirdiği gibi... Ermeni Bızdikyan ailesinin bu fertleri, komşuları tapu memuru Kemal Tatar beyle eşi Lamia hanımın taşbebek güzelliğindeki bebekleri İnci'yi çok severlerdi... Bu sevgi o kadar güçlüydü ki, ne savaşlar, ne kaç-göçler, ne sınırlar, ne barikatlar, hiçbir şey ama hiçbir şey onu yok edemeyecekti... Onlar komşuydular ve eski komşuluklar bir başkaydı, şimdiki gibi değildi... "Ev alma, komşu al" derlerdi eskiden çünkü komşularımız, tıpkı ailemiz gibiydi... Onlarla herşeyi paylaşırdık – iyi günleri ve kötü günleri, güzellikleri ve acı anları – herşeyde onları yanımızda bulurduk... Bir yakınımız öldüğünde, bir sıcak çorba yapıp getiren, bizi teselli eden onlar olurdu... Ya da bir düğün hazırlığında, bir mevlidde, bir bayram kutlamasında evlerindeki sandalyeleri taşıyan, yemeklerin pişirilmesine, ikramların yapılmasına yardım eden onlar olurdu...
Lamia hanımla Kemal beyin komşuları Öjen hanım da öyleydi... Öjen hanım, bu taşbebek güzelliğindeki çocuğu kollarına alıp sevmeyi, Manuk bey ona çikolata vermeyi severdi...
Taşbebek güzelliğindeki bu bebek, tam karşıda oturan bu Ermeni komşularına tıpkı kendi ailesi gibi yakındı... Manuk beye "Manuk dede", Öjen hanıma da "Bia" derdi... "Bia" sözcüğünün herhangi bir dilde, herhangi bir açıklaması yoktu... O yalnızca, bebek dilinde uydurulmuş bir sevgi sözcüğüydü: Tıpkı "Teyze" ya da "Nine" der gibi, sevecenlikle "Bia" derdi Öjen hanıma bu bebek ve Öjen hanım da buna bayılırdı!...
Sarı saçlı, mavi gözlü bu bebeğin adı İnci'ydi... İnci bebek, her akşam yatmak için mermer basamaklardan üst kata tırmandığında, tam karşıdaki evde, Manuk dedenin balkona oturmuş yemeğini yediğini görürdü...
Manuk dede, taşbebeğe seslenirdi:
"İnci yavrum... İyi uykular, tatlı rüyalar, güzel rüyalar..."
Manuk bey, her gece aynı sözcükleri, aynı şekilde tekrarlardı – o kadar ki aradan geçen onca yıla rağmen, taşbebek güzelliğindeki o bebek şimdilerde yetişkin bir kadın olsa da, o ses ve o sözcükler kulaklarından hiç gitmemiş... Her hatırladığında tüyleri diken diken oluyor... Üst katta sıralanmış yatak odalarına gitmek üzere evin dışından geçen o mermer basamakları tırmanışını, Manuk dedesinin karşıda oturuşunu, ona seslenişini, tıpkı bugünmüş gibi hatırlıyor...
Ve bu bebek birazcık büyüyüp ilkokul yaşına geldiğinde, Manuk dede her sabah erkenden kalkıp kapıyı çalar, ona yarım şilin harçlık verirdi...
1963 olayları çıktığında ve taşbebek güzelliğindeki bebek İnci, kızkardeşi Şazi, annesi Lamia hanım ve babası Kemal Tatar, Tophane Mescit'ten apar topar kaçıp Arabahmet'te bir eve taşındıklarında, Bızdikyan ailesi onları hiç unutmadı... Özellikle de Manuk dede...
Manuk dede, küçük İnci'nin çikolatayı çok sevdiğini bilirdi... Bu yüzden Ermu Caddesi'ne yakın bir noktada, Yediler civarındaki bir mevziye gider, oradaki mücahitleri bulur, onlara paket paket çikolata verirdi, küçük İnci'ye götürmeleri için... Mücahitler de aynen öyle yapardı: Arabahmet'te küçük İnci'nin yaşadığı eve giderler, kapıyı çalarlar ve kutu kutu çikolatayı ona verirlerdi: Manuk dededen küçük, tatlı bir armağan olarak...
Ama bu ilişki burada bitmedi... Taşbebek güzelliğindeki o çocuk büyüdü, ilkokulu bitirdi, liseye gitti, evlendi... Çalışan bir kadın oldu, kendi bebeği oldu... Takuş ablası barikatlar kapalı da olsa, arada bir onunla haberleşmenin bir yolunu buldu çünkü Takuş ablası British Council'da çalışıyordu ve British Council'ın kuzeyde de, güneyde de ofisleri vardı...
Ama macera burada bitmiyordu – 2003'te barikatlar açıldığında, ilk arayan onlar oldu:
"Ne zaman buluşuyoruz?..."
Bu eski komşuluk ve sevgi bağı o kadar güçlüydü ki, sanki 1963'te Tophane Mescit'ten hiç ayrılmamışlar, hep komşuluk etmişler, sanki 1974'te memleket bölünmemiş, sanki dikenli teller, kum torbaları, mevziler olmaksızın hep geçip gitmişler ve görüşmüşler gibi, dostluklarına öylece devam ettiler... Sevginin ve dostluk hiçbir sınır tanımıyordu – bu öyle bir mayaydı ki, hiç kimse bunu onların elinden alamamıştı... Tıpkı röportajımızda Takuş hanımın sözcükleri gibi...
Takuş hanım, "Herşeyinizi elinizden alabilirler..." demişti bana... "Herşeyinizi!... Ama hatıralarınızı ve sevginizi hiç kimse yok edemez..."
Şimdi her hafta birbirlerine gidip geliyorlar, Tophane Mescit'ten kalan dostluğu paylaşmayı sürdürüyorlar, birbirlerini gördüklerinde gözlerinin içi gülüyor, o kadar güçlü bir bağ ki bu, gördüğünüz zaman etkileniyorsunuz...
İnci Tatar yani İnci Tüccaroğlu, bir gün beni arıyor:
"Ermeni bir arkadaşım beni aradı, 'Çabuk televizyonu aç! Sigma'da gazeteci bir kadın konuşur! Onu tanıyor musun?' dedi. Açtık, baktık sen! Seninle tanışmak ister!"
"Çok iyi olur! Tam da ben, Kıbrıslı Ermeniler'in öyküsünü araştırırken!... Ne şans!..."
Bir ikindi vakti, İnci Tüccaroğlu ve eşi Dr. Yüksel Tüccaroğlu'yla Kermiya barikatından güneye geçiyoruz, barikata çok yakın oturan Takuş hanımın evine gidiyoruz...
Pırıl pırıl bir gülümsemeyle karşılıyor bizi... Dr. Yüksel Tüccaroğlu, yanında tansiyon aletini de götürmüş, Takuş'un eşinin tansiyonunu ölçüyor...
"Ben da isterim!"
"Olur!..."
Benim tansiyonumu da ölçüyor Yüksel bey... 13'e 8...
"Ama bu çok yüksek!" diyorum...
"Yook... Gayet normal..."
"Bilmem ki, bizim ailede tansiyon her zaman düşüktür..."
Takuş hanım çok güzel Türkçe konuşuyor... Elbette annesi Öjen hanımdan öğrenmiş Türkçesi'ni... Biz röportaj yaparken, torunu geliyor...
"Tam da senden bahsediyorduk!..."
Az sonra torunu neler konuştuğumuzu İngilizce olarak bize aktarıyor!
Türkçe'yi anlıyor! Üstelik kimse ona Türkçe öğretmemiş!
Dün, İnci eski bir albümle geliyor bana... İçinde çok eski fotoğraflar... Girne Limanı'nda ablası Şazi'yle çekilmiş bir fotoğraf: 1962 ya da 63'te çekilmiş olmalı... Öjen hanımın kucağında o taşbebek güzelliğindeki İnci... Küçük bir kızken, Ermeni komşu çocukları Karlo ve Bedo'yla çekilmiş fotoğraflar... Bedo'yla bahçede duruyor – Bedo artık hayatta değilmiş...
Yine Takuş'la ve Sirvart'la çekilmiş siyah-beyaz, eski fotoğraflar... Bir de Takuş'un nişan töreninden bir fotoğraf – bu fotoğrafta, İnci'nin "Manuk dede" dediği, ona paket paket çikolata gönderen Manuk beyi görüyoruz...
Takuş Bızdikyan ve İnci Tüccaroğlu'yla röportajımızı yarın yayımlamaya başlıyoruz...

*** Takuş Bızdikyan Viktorya Sokağı ve Tophane Mescit'ten anılarını anlatıyor...

"İnci o kadar güzel bir bebekti ki vitrine koysan kukla zannederdin!..."

Takuş Bızdikyan'la Kermiya bölgesindeki evinde sohbet ediyoruz. Bize Viktorya Sokağı ve Tophane Mescit'ten anılarını anlatıyor... İnci Tüccaroğlu'yla birlikte gittiğimiz Takuş hanımın evinde yaptığımız röportaj şöyle:

SORU: Takuş Hanım.... Asıl adınız Takuhi... "Takuş" aile içinde kullanılan bir kısaltma mıdır?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Kısaltmadır, başka kullanan var mı onu? Bazıları öyle der...

SORU: Kaç yaşındasınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: 64...

SORU: Maşallah, buralarda kimse yaşını göstermiyor!.. Annenizin adı neydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öjen Bızdikyan... Babamın da Manuk Bızdikyan... İkisi da Adana'dan... Annem 7 yaşında geldi buraya, babam 18 yaşında...

SORU: 1920'de mi? Yoksa 1915'te mi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: 1915'te...

SORU: Yani direk Kıbrıs'a mı geldilerdi? Yoksa Suriye'ye falan mı gittilerdi önce?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok yok, direk Kıbrıs'a geldiydiler...

SORU: Neydi yani? Bir bağları mı vardı Kıbrıs'la?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok çünkü artık yaşayamazlardı Türkiye'de, öyle ki bir yere gitmeliydiler. Kıbrıs'a geldiler. Annemgil Larnaka, babam da Lefkoşa'ya. Sonra annem büyüdüğünde Larnaka'dan Lefkoşa'ya geldi, evlendiler.

SORU: Babanız ne iş yapardı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şakaryan'ın yanında tezgahtardı.

SORU: Şakaryan dediğiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şakaryan bir Ermeni adamdı, kendi çok zengin. Buzdolabı falan getirirdi, gübre getirirdi. Onun yanında işlerdi kendisi.

SORU: Siz nerede doğdunuz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Lefkoşa...

SORU: Hangi mahallede otururdunuz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Viktorya Sokağı'na yakın, yani mahkemelerden gelirsen ve Viktorya'ya gitmek üzere dönersen, orada.
İNCİ TÜCCAROĞLU: Selen Otopark'ın karşısı... Tam karşısı... Eski TKP binasına gitmeden önce...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Şimdi orayı yıkmışlar. Orada doğdum ben, orada yaşadım...

SORU: Bu sözünü ettiğiniz sokak, Mahmut Paşa Sokağı'dır... O zamanki adı neydi? Gene Viktorya Sokağı'nın devamı mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hiç hatırlamam çünkü belki 7 ya da 8 yaşındaydım, çıktık oradan ve Tophane Mescit'e gittik.

SORU: Tophane Mescit tam olarak neresidir? Tarif edebilir misiniz bana?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Tophane Mescit, Baf Kapısı'nın arka tarafı, St. Joseph Okulu'nun arka tarafı... Şimdi "No-man's land..." Tophane Mescit, sokağın adıdır zaten...

SORU: Tophane Mescit'ten Manuk Mangalciyan da bahsetti, hatta Lütfi diye bir bey yaşarmış orada, kızları varmış...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ha, bizim komşuydu Lütfi, neydi, kızları vardı, Destine? Yani sokağın ismiydi Tophane Mescit.

SORU: Sizin çocukluğunuz nasıl geçti?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Çok güzel geçti zannederim!... Şimdiki çocukların çocukluklarına kıyasla, bizimki çok güzeldi.

SORU: Kaç kardeştiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Üç... Bir tane büyük kızkardeşim trafik kazasında öldü, Sirvart... Kardeşim de Artin Bızdikyan. O da senelerce İngiltere'deydi, şimdi Kıbrıs'tadır. Ve hep Viktorya Sokağı'nı, Arabahmet'i çok iyi hatırlarım, çocukluk anılarım oralardadır çünkü halam, teyzelerim oralarda yaşarlardı ve bizim ilkokul da oradaydı. Ermeni Kilisesi'nin içindeydi ilkokul ve 12 yaşına kadar oraya gittik – onun için çok severim oraları, çocukluğum oralarda geçti çünkü. Ne vakit ki kapılar açıldı, İnci'den istedim ki beni götürsün, orayı göreyim. Benim çocukluğumdan aklımda, Viktorya Sokağı, çok uzun ve çok geniş zannederdim... Oraya gidince dedim "Ne biçim? Buydu yoksa küçüldü?" dedim!

SORU: Anneniz Öjen hanım, İnci'yi çok severdi... Komşuydunuz yani...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Komşuyduk... Tophane Mescit'te komşuyduk. Ve İnciler orada yaşarlardı, orada doğdu İnci. Ben o vakit 13-14 yaşındaydım İnci doğduğunda, öyle kukla gibi kendini severdik. Çok güzel bir bebekti. Vitrine koysan kukla (bebek) zannederdin! O kadar güzel... Ve hemen gider alır, eve getirirdim İnci'yi, kendine Ermenice şarkılar söylerdim, kendi da bellediydi ve benimle beraber söylerdi. Annem da çok severdi, şimdi sevmesin, babam da, annem da. Ve sonra 63'te 6 yaşındaydı zannederim İnci, 63'te bu şeyler oldu, gittiler. Ondan sonra bazı bazı görüşür idik ama yok öyle çok çok... Sonra 74'ten sonra artık hiç görüşemedik. Ve annem her vakit söylerdi ki 63'ten sonra ne kadar da nerede yaşasak, kendiler gibi komşu yoktu ki kahve içsin beraber... Öyle sanki seneler da geçti, birbirimizi hiç unutmadık... İnci'nin annesinin adı Lami, Satı da kızkardeşi. O da orada otururdu. Satı hanım, Lamia hanımın kızkardeşiydi. Lamia ama Lami derdik. Bu evde ki otururlardı, teyzesi de oradaydı iki kızlarıyla beraber. Onun kızları daha büyüktü ve beraber mektebe giderdik yürüyerek, Amerikan Akademi'ye giderdik. Her sabah giderdik ve gelirdik yürüyerek.

SORU: Amerikan Akademi neredeydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Genel hastanenin bu tarafındaydı Amerikan Akademi. Evvel, benim doğduğum Mahmut Paşa'daydı Amerikan Akademi. Sonra oradan çıktılar, buraya geldilerdi. Amerikan Akademi'ye orada giderdik.

SORU: Babanız Şakaryan'daydı, anneniz hep evde miydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evdeydi...

SORU: Peki Türkçe'yi nasıl alıştıydınız? Kimden alıştınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Benim büyükannem hiç Ermenice bilmezdi, o da Adana'dan...

SORU: Adı neydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Lusaper... Ve yalnız Türkçe konuşurdu. Kendisiyle Türkçe konuşurduk. Annem da evin içinde, bazı babamla Türkçe konuşurlardı, ondan alıştım ben Türkçe'yi. Sonra komşularımız mahallede...

SORU: Deden var mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Annemin babası burada öldü, Kıbrıs'ta öldü. Hasta oldu 38 yaşındaymış, öldü. Babamın babasını tanımadım. Babamın annesini tanıdım, benim ismim da nenemin ismi. Ama babam geldilersa Kıbrıs'a, babası yoktu. Onu tanımadım.

SORU: Sonra siz ne yaptınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Amerikan Akademi'ye gittim, bitirdim. Başladım işlemeye, evlendim, evlatlarım oldu.

SORU: Ne iş yapardınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İlk bulduğum iş Cyprus Mail'deydi. Orada işledim. Birinci işimdi ve çok çok iyiydi ustam. Adam öldü gitti ama sanki şimdiye kadar hatırlarım ne iyi adamdı. Ondan sonra durdum işten çünkü birinci evladımı bekliyordum ve rahatsız oluyordum. Ondan sonra İngiliz Elçiliği'nde iş buldum, orada işlerim, 37 senedir orada çalışıyorum ve Şubat'ta artık biter o da! Yetişir o da!

SORU: Kaç çocuğunuz var?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İki kız... Lara ve Garcia. Ermeni ismi değil, ne da Rum ismi, öyle... Lara'yı, Dr. Jivago filmini gördüydüm, çok sevdiydim, ondan koydum. Garcia'yı da öyle...

SORU: Bir Rum'la evlendiniz... O dönem siz evlendiğinizde yaygın mıydı Ermeniler'in Rumlar'la evlenmesi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Çok azdı. Daha çok kendi içlerinde o vakit evlenirlerdi... 41 sene oldu...

SORU: Herhangi bir tepki geldi miydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Benim babam ve annem hiç tepki göstermedi. Benim babam yalnız "Bak" dedi, "kendi Rum'dur, sonra istemem çocuklarını Rum gibi büyütsün, istemem problem çıkarasın..."
Kendi babasının tarafından vardı, istemezdi, çünkü oğlu bir Rum kızla evlensin ki evi var, tarlası var, böyle şeyler... Evvel öyleydi...

SORU: Çünkü Rumlar'da kız getirir evi cehiz olarak...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öyledir. Bizim da eski zamanda – şimdi öyle değildir – hep erkek yapardı.

SORU: Ve kız sadece gelirdi...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Çünkü onun yani erkeğin annesiyle yaşarlardı... Aman iyi da öyle şeyler yoktur şimdi!

SORU: Nuritsa hanım anlattı bana bir sürü hikaye, neler çekmiş...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Annem da çok çekmiş...

SORU: Mesela Nuritsa hanımın kocasının kızkardeşleri evde iş yapmazmış, erkeklerin karıları iş yaparmış...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Öyle... Benim annem da evlendiğinde, babamın annesi evde yaşardı. Der ki, "Kocamın annesi çok karışmazdı ne yaptığıma, görümcelerim gelirdi, onlar bırakırsa annemin evine gidebilirdim, onlar hayır derse gidemezdim annemi göreyim..." Öyle...

SORU: Evinizin duvarındaki bu yağlıboya resimleri Ermenistan'dan aldığınızı söylediniz. Dediniz ki bir zamanlar kadınların konuşması yasaktı, çok eskilerde... Hatta kocalarına bile konuşamazlardı ve kaynanalarına söylerlerdi bir şey isterlerse kocalarından... Onun için bu resimlerde kadınların ağızları örtülüdür. Bundan biraz bahseder misiniz?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İlk defa bu sene gittim ben Ermenistan'a, hep benim arzumdu gideyim göreyim, nasıl bir yerdir ve müzeleri gezerken böyle tablolar vardı, rehber anlatıyordu. O vakit dedik ki "Niçin ağızları kapalıdır kadınların?" Dedi ki "Çok evvel, gelinler konuşamazlardı, konuşmayacaklardı hiç. Kocasıyla da konuşmayacak, bir şey söylemek isterse kaynanasına söyleyecek, o diyecek kocasına. Sanki o kontrol yapardı evi..." Ben da "Enteresan" dedim.
Kocam dedi ki bize bunları anlatan kadına, "Bu geleneğin şimdi olmaması ne kötü!" dedi!...

SORU: İşlerine gelirdi olsaydı!...
TAKUHİ BIZDİKYAN: İşlerine gelirdi evet!
Başka bir yere gittik, bir resim sergisi vardı, satıyorlardı, "Aman! Bunu alayım" dedim.

SORU: 1955'lerden başlayarak Kıbrıslıtürkler'le Kıbrıslırumlar arasında sürtüşmeler başladı, sonra da 1963 yaşandı. Sizin aile veya çevreniz veya tanıdığınız Ermeni insanlar, bunu nasıl yaşadı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: E bak, belki ben bilmem öbür Ermeniler ne düşünürdü ama benim ailem, derlerdi ki "Şimdi gene başlayacaklar? Hade buradan da kalk, başka yere git?..." O problemler vardı... Ama öyle olmadı sanki... Evet, epeyi Ermeniler o taraftan (Türk tarafından) bu tarafa (Rum tarafına) geldiler ama memleketi bırak da başka yere git, olmadı... Korktular elbet çünkü bakan burada başka kavgalar da olursa, istemeyerek sen de karışabilin içine... Bilirim? İyi gözle görmediler sanki... Ne da 55'i... Çünkü Ermeniler buraya geldiğinde İngiliz vardı, değil? Daha güvenliydi... Sonra bu kavgalar gene başladı.
Bak ama Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumlar ya da orada kalan bazı Ermeniler arasında ne yaşandıysa – mesela okulumuzu, kilisemizi kaybettik – İnci'ye yönelik duygularımız hiç değişmedi. Asla değişemez zaten...

SORU: 2003'te barikatlar açıldığında, anneniz hayatta mıydı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hayır, değildi... Öldüydü... Göremedi o, İnci'yi göremedi...

SORU: Ne yaptınız açılınca barikatlar?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Açılınca birinci şey, İnci'yle birbirimizi görmeye gittik!
İNCİ TÜCCAROĞLU: Barikatların açıldığı gün, sabah 08.30'da telefonla aradı!
TAKUHİ BIZDİKYAN: Bilirdim telefonunu çünkü bizim o tarafta British Council'ın bir ofisi vardır, onlar aracılığıyla bulduydum... İşte odur dediğim, belki seneler geçti, insanlar bir şeyler kaybetti etti – biz bir şey kaybetmedik ama, ben İnci için ne hissedersem, o kaybolmadı...
İnsanlar elinizden herşeyinizi alabilirler ancak duygularınızı elinizden alamazlar. Hatıralarınızı, duygularınızı hiç kimse elinizden alamaz...
Ben İnci'ye ya da onun eşi Yüksel'e konuştuğumda, dostlarımla konuşurum. Onların Türk olup olmaması farketmez çünkü arkadaşlarımdır onlar benim, o İnci'dir...

SORU: Öyle olması gerekir... Öyle olabilirsa, barış olur zaten...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU (İnci Tüccaroğlu'nun eşi): Aynı görüşte olduğumuz için zaten, bu kadar dost ve samimi olabildik...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Böyle şeyler konuştuğumda, duygusallaşırım...

SORU: Bu da insanlığını yansıtır... Peki İnci, sen nasıl hatırlan tüm bunları?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Ayrıldığımızda altı yaşındaydım. Neyi hatırlarım o günlerden? Belki diğerlerine karşı birazcık ayıp olacak ama Rum komşularımızı pek hatırlamam, belki küçüktüm da onun için. Ermeni komşularımızı hatırlarım, çoğuyla da görüşürüz ama benim için, benim ailem için Takuş, annesi, babası, onların yeri bir başkadır. Aradan 40 sene geçti, sınırlar açıldı ama ilk görüştüğümüz günde, benim da, Takuş'un da aynı şekilde, sanki bir gün önce zaten beraberdik da, bir gün sonra tekrar bir araya geldik gibiydik ikimiz da. Yani böyle bir sevgi... Çünkü çocukluktan gelişen, başlayan, yıllar hiçbir şeyi değiştirmedi, hiçbir şeyi kaybettirmedi bize, ne olursa olsun...

SORU: Peki yıllar içinde birbirinizi bulmaya çalıştı mıydınız, sınırlar kapalı olmasına rağmen? Veya bir şekilde haberleşmeye çalıştı mıydınız?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Çok çok seyrek... Takuş'un çalıştığı yer itibarıyla, bizim tarafta da İngiliz elçiliği vardır ya, irtibatlıydılar. Takuş devamlı bizi sorardı... Nasılız, herşey tamam mı... Evlendik, çoluk çocuğumuz oldu falan... Ve o çalışanlar vasıtasıyla haberleşirdik. Veya arada görevli olarak çok seyrek da olsa, öyle beş dakikacık gidip gördüğümüz da oldu – belki bir defa veya iki defa bu süreçte, o kadar...
Neyi hatırlarım? Ben Takuş'un annesine "Bia" derdim.

SORU: Ne demektir?
İNCİ TÜCCAROĞLU: Hiçbir manası yok! Küçükken ben ona "Bia" dedim!

SORU: Bebek dili!
İNCİ TÜCCAROĞLU: Evet! "Bia" dedim. Bugün keşke burada olsaydı, gene "Bia" diyecektim! O, benim için "Bia"dır! Takuş'un babasına da "Dede" derdim!
Mesela benim o çocuk yaşta hiç unutamadığım bir şey var: Okula giderken ben, hergün sabah, okula gitmeden ben, bizim eve gelirdi, kapıyı çalardı ve bana yarım şilin harçlık verirdi!
Ben çikolatayı çok severdim... Hadiseler oldu, öbür tarafa gittik... Yaşı kaç? İleri yaşlarda adam, 70'lerinde o zamanlar... Bayağı yaşlıydı... Ben çikolatayı çok severdim ve gelirdi, Yediler'de mücahitlere çikolata verirdi, gelirler, benim kapımı çalarlar, bana çikolata getirirlerdi... Bunlar unutulacak şeyler değil.
Annesinin, "Bia"mın çiğköftesini unutmam! Onda gördüm, onda sevdim zaten çiğköfteyi! Kısır, aynı şekilde, lahmacun, kıymalı köfte...

SORU: Yani tüm bunlar Ermeni yemekleri miydi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Kıymalı köfte kaynanmış...
İNCİ TÜCCAROĞLU: Limonla yersiniz ondan sonra...
TAKUHİ BIZDİKYAN: O bulgurla yapılır, içine kavrulmuş kıyma-soğan koyarlar, kapatırlar ve haşlarlar... Kavrulmuş değil...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Bulgur köftesi gibi ama yuvarlak... Anadolu'da yaparlar aynısından, ben televizyonda izledim...

SORU: Demek ki evde gene Adana yemekleri yapılırdı!
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Ve annem-babam, büyükannem çok gurur duyarlardı Adanlı olmaktan...

SORU: Adana'ya hiç gittiniz mi?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Yok... Bilmem istersam gideyim çünkü kendiler gidemedi, ben ne gideyim?

SORU: Peki Ermenistan'a gittiğinizde ne hissettiniz? Çok farklı geldi miydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Bak Ermenistan'a çoktan isterdim gideyim ama komünist rejim olduğu sürece istemezdim gideyim. Her zaman gitmek isterdim çünkü orasına "anavatan" derdik – evet, annem-babam oradan değildi ama... Başka bir duygu... Mesela kocama şunu diyordum: Ben ömrümde hiç o kadar çok Ermeni'yle bir yerde olmamışım!

SORU: O, tuhaf mı geldiydi size?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet ve gittim ve sevdim sanki... İsterim gene gideyim. Öyle çekiyor, çekici bir şey var. Benim orada ne hısımım, ne arkadaşım var, hiçbirini bilmem orada. Ama güzeldir, sevdim...

SORU: Ermeniceleri farklı mıdır onların?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Biraz farklıdır ama dinleye dinleye, bir CD getirdim beraber, şarkılar, anlıyon ne demek isterler. Biraz farklıdır Ermeniceleri evet, bizim gibi değil.

SORU: Yüksel Bey, sinemacılar Ermeniler'di dediydiniz bana...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Yalnız televizyondan izledim bunları... Sinemacılar, fırıncılar, fotoğrafçılar, bunlar hep Ermeni'ydi...

SORU: Kuyumcular, saatçiler... Zanaatkardılar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Evet... Zamanla Türkler yanlarında yetişti ve onlar ayrıldıktan sonra, onların yerini Türkler aldı Türk tarafında.

SORU: Siz Baflısınız, Kasabalı... Orada var mıydı Ermeniler?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Vardı ya, komşularımız vardı...

SORU: Kimi hatırlarsınız mesela?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Mesela Podromos diye şişman birini hatırlarım, onun iki kızı vardı: Arus ve Jinef... Bunları hatırlarım...

SORU: Karışır mıydınız?
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Selamlaşırdık, aşırı birşeyimiz yoktu. Daha çok Rumlar'la hukuğumuz vardı bizim...

SORU: Demek ki azdılar Baf'ta... Çünkü esas galiba Larnaka ve Lefkoşa'dadırlar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Evet...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet, esas Larnaka ve Lefkoşa'daydılar. Larnaka daha çok çünkü deniz kenarıdır ve oraya geldilerdi vapurlarla... İsteyen orada kaldı, istemeyen Lefkoşa'ya geldi. Biraz Mağusa'da vardı, biraz Limasol'da, Baf'ta da bir-iki aile yalnız...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Baf'ta benim hatırladığım, üç aile, bizim sokaktaydı...
TAKUHİ BIZDİKYAN: O kadar, daha çok yoktu...

SORU: 1915-20'den sonra Ermeniler Kıbrıs'a gelmeden önce, Kıbrıs'ta gene bir miktar Ermeni vardı ama...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Vardı, evet... Onlar nereden geldilerdi ve buradaydılar, bilmiyorum... Zannedersem Uzunyanlar onlardandı, Melikyan vardır mesela – ama nereden geldiler ve buradaydılar, bilmiyorum...
Şimdi gene azaldı Ermeniler Kıbrıs'ta çünkü çokları gitti İngiltere'ye, Avustralya, Amerika gibi yerlere – 55'ten sonra hadiseler başlayınca, çokları bıraktılar, gittiler...

SORU: Demek ki çatışmadan çekindiler...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet...

SORU: Puzant Nacaryan "Sen zannetme ki tek bir Ermeni tipi var... Çok çeşitlidirler" dedi bana... "Ve yemekleri da ona göre, çok çeşitlidir" dedi...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evet... Çeşit çeşit... Adana'dan, İzmir'den, Urfa'dan... Türkiye'nin farklı bölgelerindendir Kıbrıs'taki Ermeniler... Mesela bir arkadaşım var, Aynur, Gaziantep'tendir onlar... Halamın birisinin kocası Antepli'ydi – onların kendi yemekleri var... Ama şimdi genç kuşak, daha çok "fast food" takılır...

SORU: Peki Türkçenizi nasıl oldu da unutmadınız?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Evde Türkçe konuşulurdu, öyle alıştım. Annemle de bazan Türkçe konuşurduk... Küçüklükten beri bellediğim için unutmam – bazan unutuyorum ama yok o kadar çok...

SORU: Ermeniler Kıbrıslıtürkler'den ayrıldıktan sonra, mesela Rumlar'la nasıldı ilişkileri?
TAKUHİ BIZDİKYAN: İyiydi... Annem mesela o kadar Rumca bilmezdi ama komşularla gene iyi geçinirdi... İyiydi ilişkileri gene... İyi da olmasa, ister istemez olacaktı çünkü başka şey yok...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Benim gördüğüm şey, Ermeniler bizi çok aileyle tanıştırdı ve çok samimi olduk. Öyle çok canayakın insanlardır, birdenbire kaynaşırlar, yani hem Türkler'le, hem Rumlar'la... Ve ikisine da, Rumlar'a olduğu kadar, Türkler'e da yakınlık gösterirler. Uzak durmazlar, sanki da öyle kendilerinden biriymişsin gibi hareket ederler...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Elbette tüm toplumlarda olduğu gibi, istisnalar da vardır. Bazı fanatikler olur her toplumda... Ermeniler'de de var, Rumlar'da da var, Türkler'de da var herhalde... Ancak bir bütün olarak, Ermeniler, Türkler'le de, Rumlar'la da dostturlar – buna rağmen, tüm toplumlarda olduğu gibi, istisnalar da vardır...

SORU: Ben şunu gördüm ama: Kıbrıslı Ermeniler'de farklı, daha pozitif, daha açık, daha ferah bir enerji buldum ben... Yani mesela ben o enerjiyi, Kıbrıslırumlar'da çok ender bulurum. Çünkü belki sayılarla ilgili birşeydir bu... Rumlar belki sayıca üstün oldukları için, belki o kadar da ırgalamazlar o vardı, bu vardı diye... Bence buradaki Ermeniler, diasporadaki Ermeniler'den da farklıdır çünkü azınlık oldukları için hayatta kalmak amacıyla, bazı yeteneklerini geliştirdiler zaman içinde... Bunu hissettim ben...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ben da sana bunu söyleyecektim...

SORU: Çünkü çok pozitiftirler, çok açıktırlar ama oraya ulaşmak için çok acı çekmiş olmaları lazım... Çok acı çekmiş olan insanlarda bulunur bu tür bir enerji... Öbür türlüsü, bakar da görmez mesela veya sallamaz...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Hayatta kalmak zorundaydılar... Buraya geldiklerinde parasızdılar, hiçbirşeyleri yoktu – öyle pozitif olmasalardı, kaybolacaklardı. Pozitif oldular, bir arada kaldılar, böyle hayatta kaldılar...

SORU: Şimdi sizin evde hangi diller konuşulur?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Ermenice, Türkçe, Rumca!

SORU: Siz çocuklarınıza Türkçe alıştırmaya çalıştınız mı?
TAKUHİ BIZDİKYAN: Anlarlar... Annemle konuştuğum vakit anlarlar ama öyle çok iyi konuşamazlar, praktis yok... Büyük kızım orta derecede bilir yani... Ama benim gibi bilmezler. Çünkü ben annemle bir şey konuşmak istersaydım ki çocuklar anlamasın, Türkçe konuşurdum! Şimdi da, torunlarım anlamasın diye kendilerine Türkçe söylerim... Anlarlar ama iyi konuşamazlar...
DR. YÜKSEL TÜCCAROĞLU: Ama Türkçe öğrenmeye de çalışırlar...
TAKUHİ BIZDİKYAN: Torunum Fiona'nın bir arkadaşı var, adı Şanel... Bir gece burada kaldı... Şanel, Kıbrıslıtürk – annesi İngiliz galiba, babası Kıbrıslıtürk. Bak, Fiona ne diyor... Çünkü çocuklar doğdular, hiç Türk görmediler, televizyondan dinlerler ve zannederler ki Türkler bir şey yapacak! Bana Fiona diyor ki, "Yaya (nene), bilin? Şanel Türk'tür ama çok iyidir!"
Dedim, "E niçin? İnci ablanı görmüyon?! Bir zararını mı gördün Türkler'in?"
"E ama ben istiyorum ki Şanel benim arkadaşım olsun" diyor.
"Olsun arkadaşın" dedim, "niçin olmasın?" Fiona 12 yaşındadır...

28.11.2007 – YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler... Sevgül Uludağ

IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK... The Bi-communal association of relatives of the missing and victims of war 1963-1974 “Together We Can” organises events

PRESS STATEMENT

The Bi-communal association of relatives of the missing and victims of war 1963-1974 "Together We Can" organises events

It is the first week of November and as we had announced last July at a press conference, we would be dedicating the first week of every November to the Missing and other Victims of intercommunal conflict and war. In remembrance of the Victims from both sides and in taking active measures to inform society on both sides about the crimes committed against innocent victims by both sides, we would each year organize events, review our work and plan our activities in the weeks and months that will follow.
The actual work of finding burial sites and identifying remains of missing persons is at a very critical juncture. The number of new finds and number of remains identified are declining and we need to look into the reasons for this decline. We, as families of the Missing, cannot accept any notion of easing our efforts without tracing the fate of all the Missing. For our part we need to intensify our common efforts to source information and encourage people to come forward with evidence. We consider the input of common people from both sides in this process as fundamental and for this reason we honour people who help find places of burial. We have done so in the past and we are planning to organize such an event in the coming months.
We take this opportunity to welcome to Cyprus the new Third Member of the Cyprus Missing Persons committee Mr Pierre Gentile. We have arranged to meet with him, to brief him on our work and discuss ways on how to improve our working relationship with a view to achieving positive results.
In our efforts to work with relatives of the missing as well as to inform society at large of crimes committed by both sides, we are working together with other organisations in organising events that promote these goals:
1. Under the theme of the "Importance of our pain and our hope in building a future together…" we are co-organising with the club of Assia "Omonoia" an event on the 26th November, 2024 at Strovolos Municipality. Through sharing the experience of "Together We Can!" we will be talking about connecting our struggle for the Missing with reconciliation. In search for hope for humanity in Cyprus we will be presenting stories of T/C and G/C who saved lives in 1963-1974.
2. Commemorating the victims of war crimes by both sides, we will be visiting places of burial aiming at bringing society face to face with the realities of our violent past and opening the path to reconciliation. We are in process of consultation with other organisations. Details will be provided in due course.
3. The work of artists in this process is fundamental. We have worked with artists in the past and are currently collaborating with a bi-communal group of artists working on the theme `From Pain to Hope`, reflecting not only the pain of missing persons and victims of war but also reflecting on hope for building a common future together. We have been invited by AKEL rapprochement bureau to collaborate in this process targeting to organise an exhibition to take place in January in Nicosia. It is being planned that the exhibition shall travel to other towns in Cyprus within the next year.
4. The issue of creating a common monument for the victims of conflict and war from all communities of Cyprus continues to evolve. It being a very sensitive matter merits careful consideration and we are therefore proceeding in careful steps.
5. A series of other initiatives involving various sections of society are in process of being developed with details to be provided as and when available
The realities surrounding the crimes committed by both sides lie in the heart of the Cyprus problem. Understanding and acknowledging that the pain of all the missing persons is common, that it has no ethnicity or boundaries, is the foundation for building a common peaceful future on this land.

Together We Can
11th November, 2024

Müge Beidoğlu (Tel. 00 90 5428543820)
Christos Efthymiou (Tel. 00 357 99 439185)


BASIN BİLDİRİSİ

*** İki toplumlu kayıp yakınları ve savaş mağdurları örgütü "Birlikte Başarabiliriz" etkinlikler düzenliyor…

"Bu adada ortak bir barışçıl gelecek kurmanın temelinde, kayıp şahıslarla ilgili acıların ortak olduğunu, etnisite ve sınır tanımadığını kabul etmek yatıyor…"

İki toplumlu kayıp yakınları ve savaş mağdurları örgütü "Birlikte Başarabiliriz", her yıl Kasım ayının ilk haftasının "Kayıplar ve iki toplumlu çatışmalar ile savaş mağdurları"na adamaya karar vermiş olduklarını belirterek, önümüzdeki günlerde ve aylarda düzenleyecekleri etkinlikler hakkında bilgi verdi…
İki toplumlu kayıp yakınları ve savaş mağdurları örgütü "Birlikte Başarabiliriz" adına açıklama yapan Müge Beidoğlu ve Hristos Eftimiu, şöyle dedi:
"Geçtiğimiz Temmuz ayında bir basın toplantısında duyurmuş olduğumuz gibi, her yıl Kasım ayının ilk haftasını "Kayıplar ve iki toplumlu çatışmalar ile savaş mağdurları"na adamış bulunuyoruz. Bu çerçevede her iki taraftan kurbanları anma etkinlikleri düzenlemek, her iki tarafça masum sivillere karşı işlenmiş suçlar hakında toplumlarımızı bilgilendirmek için aktif önlemler almak, her yıl çeşitli etkinlikler organize etmek, çalışmalarımızı gözden geçirmek ve gelecek haftalarda ve aylardaki etkinliklerimizi duyurmak üzere çabalarımızı sürdürüyoruz…
Kayıp şahısların gömü yerlerinin bulunarak kalıntılarının kimliklendirilmesine dair çalışmalar son derece kritik bir dönemeçtedir. Yeni bulgular ve kimliklendirilen kayıp sayısı azalmaktadır ve bu düşüşün ardındaki gerçekleri incelemeliyiz. Kayıp yakınları olarak, tüm kayıpların akıbeti belirlenene kadar çabalarımızı hiçbir şekilde azaltmayacağız. Kendi adımıza konuşacak olursak, bilgi elde etmeye ve insanların ortaya çıkıp kanıt sunmasını teşvik etmeye yönelik çabalarımızı arttırmamız gerekir. Her iki taraftan sade yurttaşların bu sürece katkıda bulunmasını yaşamsal olarak görüyoruz ve bu nedenle gömü yerlerinin bulunmasına yardım eden insanları her sene onore ediyoruz. Geçmişte de bunu yaptık ve gelecek aylarda da bunu yapmayı tasarlıyoruz.
Bu arada Kayıp Şahıslar Komitesi Üçüncü Üyeliği'ne yeni atanan Sayın Pierre Gentile'e "Kıbrıs'a hoşgeldiniz" diyoruz. Çalışmalarımız hakkında kendisine bilgi vermek ve olumlu sonuçlar elde etmek üzere işbirliğimizi nasıl geliştirebileceğimizi kendisiyle tartışmak üzere onunla bir buluşma ayarlamış bulunuyoruz.
Gerek kayıp yakınlarıyla birlikte çalışmalarımız, gerekse her iki tarafın işlemiş olduğu suçları duyurmak üzere toplumlarımızı bilgilendirmek maksadıyla başka sivil toplum örgütleriyle birlikte uğraşlarımız çerçevesinde, önümüzdeki dönem yapacağımız etkinliklerden bazıları şöyledir:
1. "Birlikte bir gelecek kurarken acımız ve umudumuzun önemi" başlığı altında, Aşşa Omonya sivil toplum örgütüyle birlikte 26 Kasım 2024 tarihinde Lefkoşa'da Strovulo Belediye binasında ortak bir etkinlik düzenliyoruz. Bu etkinlikte "Birlikte Başarabiliriz" örgütü olarak deneyimlerimizi paylaşarak kayıplar ve ülkemizin yeniden birleştirilmesine dair mücadelemizden örnekler vereceğiz. Bu etkinlikte ayrıca Kıbrıs'ta insaniyet için umut arayışımızda gerek 1963'te, gerekse 1974'te insanların hayatını kurtaran Kıbrıslı Türkler'le Kıbrıslı Rumlar'ın öykülerini aktaracağız.
2. Her iki taraftan savaş suçlarının kurbanlarını anma etkinliklerimiz çerçevesinde gömü yerlerini ziyaret edeceğiz ve şiddet yüklü geçmişimizin gerçeklikleriyle toplumlarımızın yüzleşmesi ve yeniden uzlaşma yolunun açılması için uğraş vermeye devam edeceğiz. Bu çerçevede başka sivil toplum örgütleriyle istişare halindeyiz ve detaylar önümüzdeki dönem açıklanacaktır.
3. Bu süreçte sanatçıların çabaları da yaşamsaldır. Geçmişte de sanatçılarla birlikte çalıştık ve halen de "Acıdan Umuda" başlığı altında çalışmalar yapan ve yalnızca kayıp şahısların ve savaş kurbanlarının acısını değil, aynı zamanda ortak bir gelecek kurma umudu üzerinde de kafa yormakta olan iki toplumlu bir grup ressam ve sanatçıyla işbirliği yapmaktayız. AKEL Yeniden Yakınlaşma Bürosu Lefkoşa'da 28 Ocak 2025'te açılışı yapılacak olan bir sergi organize etme hedefiyle bizleri davet etti. Bu serginin gelecek yıl Kıbrıs'ın başka kentlerin de götürülmesi planlanmaktadır.
4. Kıbrıs'ın tüm toplumlarından çatışma ve savaş kurbanlarının anısına ortak bir anıt yaratma konusu da ilerletilmektedir. Son derece hassas bir konu olduğu için bu konu, dikkatle ele alınmayı gerektirmektedir, bu nedenle dikkatli adımlar atarak bu yönde ilerlemekteyiz.
5. Toplumlarımızın farklı kesimleriyle birlikte bir dizi başka insiyatif de geliştirme sürecindeyiz ve bu insiyatifler sonuçlandıkça, detaylar açıklanacaktır.
Kıbrıs sorununun kalbinde, her iki tarafça işlenmiş suçlara dair gerçeklikler vardır. Bu adada ortak bir barışçıl gelecek kurmanın temelinde, kayıp şahıslarla ilgili acıların ortak olduğunu, bu acının etnisite ya da sınır tanımadığını anlayıp kabul etmek yatıyor…"

Birlikte Başarabiliriz adına,

Müge Beidoğlu (Tel. 00 90 5428543820)
Hristos Eftimiu (Tel. 00 357 99 439185)

11 Kasım 2024, Lefkoşa.


Δελτίο Τύπου

Η Δικοινοτική οργάνωση συγγενών αγνοουμένων και θυμάτων πολέμου 1963-1974 «Μαζί Μπορούμε!» οργανώνει εκδηλώσεις

Είναι η πρώτη εβδομάδα του Νοεμβρίου και, όπως είχαμε ανακοινώσει τον Ιούλιο του 2024 σε συνέντευξη Τύπου, θα αφιερώναμε την πρώτη εβδομάδα κάθε Νοεμβρίου στους Αγνοούμενους και γενικά στα θύματα των διακοινοτικών συγκρούσεων και του πολέμου στην Κύπρο. Στη μνήμη των Θυμάτων και από τις δύο πλευρές, και αναλαμβάνοντας πρωτοβουλίες για την ενημέρωση της κοινωνίας και των δύο πλευρών για τα εγκλήματα που διαπράχθηκαν κατά αθώων θυμάτων από την κάθε πλευρά, βάζουμε ως στόχο την θα διοργάνωση κάθε χρόνο ανάλογων εκδηλώσεων και αξιολογώντας τη δράση μας θα σχεδιάζουμε τις δράσεις μας για τις εβδομάδες και τους μήνες που θα ακολουθήσουν.
Οι προσπάθειες για τον εντοπισμό χώρων ταφής και την ταυτοποίηση των λειψάνων των Αγνοουμένων βρίσκεται σε μια πολύ κρίσιμη καμπή. Ο αριθμός των νέων ευρημάτων και ο αριθμός των ταυτοποιημένων λειψάνων μειώνεται, και πρέπει να εξετάσουμε τους λόγους αυτής της μείωσης. Εμείς, ως οικογένειες των Αγνοουμένων, δεν μπορούμε να αποδεχτούμε την οποιαδήποτε ιδέα χαλάρωσης των προσπαθειών μας χωρίς να εντοπίσουμε την τύχη όλων των Αγνοουμένων. Από τη μεριά μας, πρέπει να εντείνουμε τις κοινές μας προσπάθειες για να βρούμε πληροφορίες και να ενθαρρύνουμε τον κόσμο να ενεργοποιηθεί στη προσπάθεια αυτή. Θεωρούμε τη συμβολή των απλών ανθρώπων και από τις δύο πλευρές ως θεμελιώδη και γι' αυτό τιμούμε τους ανθρώπους που βοηθούν στην εύρεση χώρων ταφής. Το έχουμε κάνει στο παρελθόν και σχεδιάζουμε να οργανώσουμε μια τέτοια εκδήλωση στους επόμενους μήνες.
Με την ευκαιρία αυτή θα θέλαμε να καλωσορίσουμε στην Κύπρο το νέο Τρίτο Μέλος της Διερευνητικής Επιτροπής για τους Αγνοούμενους στην Κύπρο, τον κ. Pierre Gentile. Έχουμε κανονίσει συνάντηση μαζί του για να τον ενημερώσουμε για το έργο μας και να συζητήσουμε τρόπους βελτίωσης της συνεργασίας μας, με στόχο την επίτευξη θετικών αποτελεσμάτων.
Στις προσπάθειές μας να ενεργοποιήσουμε συγγενείς των Αγνοουμένων καθώς και να ενημερώσουμε την κοινωνία για τα εγκλήματα που διαπράχθηκαν από κάθε πλευρά, συνεργαζόμαστε με άλλες οργανώσεις για τη διοργάνωση εκδηλώσεων που προωθούν αυτούς τους στόχους:
1. Με θέμα τη «σημασία του κοινού μας πόνου και της ελπίδας μας στην οικοδόμηση ενός κοινού μέλλοντος…» συνδιοργανώνουμε με το Σωματείο των Ασσιωτών «Ομόνοια» εκδήλωση στις 26 Νοεμβρίου 2024 στο Δήμο Στροβόλου. Μέσα από την εμπειρία της οργάνωσης «Μαζί Μπορούμε!» θα μιλήσουμε για τη συμπόρευση του αγώνα μας για τους Αγνοούμενους με την συμφιλίωση. Αναζητώντας την ελπίδα για ανθρωπιά στην Κύπρο, θα παρουσιάσουμε ιστορίες Τ/Κ και Ε/Κ που έσωσαν ζωές την περίοδο 1963-1974.
2. Τιμώντας τα θύματα των εγκλημάτων πολέμου από κάθε πλευρά, θα επισκεφτούμε χώρους ταφής με στόχο να φέρουμε την κοινωνία αντιμέτωπη με τις πραγματικότητες του βίαιου παρελθόντος μας και να ανοίξουμε το δρόμο για συμφιλίωση. Βρισκόμαστε σε διαδικασία διαβούλευσης με άλλες οργανώσεις. Λεπτομέρειες θα δοθούν εν ευθέτω χρόνω.
3. Το έργο των καλλιτεχνών είναι θεμελιώδες σε αυτή τη διαδικασία. Έχουμε συνεργαστεί με καλλιτέχνες στο παρελθόν και αυτή τη στιγμή συνεργαζόμαστε με μια δικοινοτική ομάδα καλλιτεχνών που εργάζονται στο θέμα «Από τον Πόνο στην Ελπίδα», αντικατοπτρίζοντας όχι μόνο τον πόνο για τους Αγνοουμένους και τα θύματα πολέμου στην Κύπρο αλλά και την ελπίδα για την οικοδόμηση ενός κοινού μέλλοντος. Έχουμε προσκληθεί από το Γραφείο Επαναπροσέγγισης του ΑΚΕΛ να συνεργαστούμε σε αυτή τη προσπάθεια, με στόχο τη διοργάνωση έκθεσης που θα πραγματοποιηθεί στις 28 Ιανουαρίου 2025 στη Λευκωσία. Προγραμματίζεται η έκθεση να ταξιδέψει και σε άλλες πόλεις της Κύπρου μέσα στον επόμενο χρόνο.
4. Συνεχίζουμε να εργαζόμαστε για τη δημιουργία ενός κοινού μνημείου για τα θύματα συγκρούσεων και πολέμου από όλες τις κοινότητες της Κύπρου. Η ευαισθησία του ζητήματος αυτού απαιτεί προσεκτικό χειρισμό και γι' αυτό προχωρούμε με προσεκτικά βήματα.
5. Μια σειρά από άλλες πρωτοβουλίες που εμπλέκουν διάφορα τμήματα της κοινωνίας είναι στο στάδιο διαμόρφωσης και γι' αυτό λεπτομέρειες θα ανακοινωθούν όταν αυτές θα είναι διαθέσιμες.
Οι πραγματικότητες γύρω από τα φρικτά εγκλήματα που διαπράχθηκαν και από τις δύο πλευρές βρίσκονται στην καρδιά του Κυπριακού προβλήματος. Η κατανόηση και η αναγνώριση ότι ο πόνος των συγγενών των Αγνοουμένων και από τις δύο πλευρές είναι κοινός, ανεξάρτητα από εθνικότητα ή σύνορα, αποτελεί τη βάση για την οικοδόμηση ενός κοινού ειρηνικού μέλλοντος σ' αυτό το τόπο.

Μαζί Μπορούμε
11η Νοεμβρίου, 2024
Müge Beidoğlu (Tel. 00 90 5428543820)
Χρίστος Ευθυμίου (Tel. 00 357 99 439185)

Friday, October 18, 2024

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK… CHILDREN KILLED IN PALEKYTHRO AND MARATHA…

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK… CHILDREN KILLED IN PALEKYTHRO AND MARATHA…

*** Reflections on children killed in 1974…

Children who were no one's enemy…

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Tel: 99 966518

One of my readers, a 14-year-old boy on the 24th of August 2024, under the heading "The silent cry of 1974" writes the following text and shares it on his social media, accompanied by the photo of the "missing" child from Palekythro, Yiannis Souppouris… He is the grandson of a famous Cypriot peace activist and just like his grandpa, he too is very dedicated from a very young age to defending peace… This is what he writes:
"The other day, I went around Palekythro… There were also signs left over by the war in the village… But something else had drawn me towards this village… That day, just as always, the traces of the past was still fresh but there was something different about this village. It was as though the ghosts of the past were still roaming this village…
In that village, in the southern part of our island, and also from Sevgul Uludagh, I have heard of the story of Yiannis Souppouris who had been killed in 1974… He was still a child… His milk teeth had only started falling, maybe he was just playing with his friends in the street or maybe with his family spending a hot summer day…
Everyone has a story on this island… But the story of Yiannis touches you in a different way… It is an exemplary story of how the innocence can disappear among the ruthlessness of war… A child who was not anyone's enemy, who did not belong to any side, a child who only wanted to live… But there you go, the war does not discriminate even that!
Actually an acquaintance I had from Palekythro in the southern part of our island was the first person to tell me the story of Yiannis. "He was so small" he had said, "he was so innocent…" It was as though he could still see the face of Yiannis as he looked far away with tears in his eyes…
"What if a child dies, what of it?" I said to myself… This war brought no benefits to anyone… Neither to the Greek speaking persons, nor to the Turkish speaking persons… Only thing that remained was missing persons, pain and wounds that would never heal… The story of Yiannis became the voice of those who could not have their voices heard among this pain… He became a symbol for those who didn't deserve any war…
After I heard this story, I thought a lot… Maybe, I am thinking, we shouldn't be so much involved in the past but look towards the future… But how? While the memory of Yiannis and those like him are still fresh, how can we forget? He is a memory we shouldn't forget… So that we would not make same mistakes it is a memory so that no other child would go through this pain…
All of a sudden I realized that even though I had never seen the face of Yiannis, I could picture him in front of my eyes… Maybe he became an image of all the missing for me… A symbol of how futile and meaningless war is…
The memory of Yiannis reminds me of how valuable peace and harmony is… It reminds me that for his memory, we have to create a better world for every child…
As I was leaving Palekythro it was as though the ghost of Yiannis came with me… The innocent look in his eyes, his silent screams… Is it possible to forget him? And actually no, we should not forget him… We should always remember him and become the voice of him and those like him… Because in this dark history of Cyprus, children like Yiannis can be our light…
Sometimes I am thinking, maybe we can really do something… Maybe it is still not too late! In the memory of Yiannis, we can realize his dreams and dreams of others like him… For a more peaceful Cyprus…
I shall not forget Yiannis… And other innocent persons like him… They will continue to live in our memory and in our hearts… Because Cyprus is a place like that… At every corner there is a story and in every story there is a lesson to draw from… And we should never forget those lessons… Kids should eat sweets, not get bullets and die…
The future of Cyprus is hidden in these stories…
When the two communities find peace, maybe Yiannis will also be found…"

A PHOTO OF KIDS…
Erato Kozakou Markoulli meanwhile shares the photo of a classroom of kids from Maratha, the Turkish Cypriot kids who had been killed by EOKA B on the 14th of August 1974... Except one kid in the photo, Shafak Nihat and his family the whole classroom of kids were massacred – and the teacher in the photo was not in the village since it was summer and schools were closed… So only two, the teacher and Shafak remained alive from this photo… Here is what Erato writes about this photo:
"The photo of the pupils of the primary school of Maratha, at the end of the school year of 1974. All the children in this photo, (except for their teacher who had been captured as a prisoner of war and a pupil, Shafak Nihat, who had hidden with his family and survived), were murdered on 14 August 1974 by the criminals of EOKA B. Shafak is the boy second from the right in the last row and is the one who later discovered the location of the mass grave. No one to date, although the killers are widely known, has been brought to justice. No one has been punished for these heinous crimes! I am sorry my dear children, beloved innocent creatures, for so abruptly and brutally cutting the thread of your lives. Today you would have been 56-57 years old, most of you probably married happily with children and grandchildren! We are unworthy as a state and as citizens of this state for doing nothing to this day to punish the criminals!!!"
And Erato who had been brave enough to apologize, reiterates her apology once again and has the following to say:
"I reiterate my public apology to our Turkish-Cypriot compatriots, for the heinous crimes in Aloa, Maratha, Santalari and Tohni, because I feel the need to express what I feel and what we as a state have not been able to deal with and handle all these years. The heinous murders of a total of 209 innocent Turkish Cypriot compatriots of ours, by the protesters and traitors of EOKA B, the same ones who betrayed our homeland and brought ATTILA to Cyprus, with all the consequences of the invasion and occupation, of innocent Turkish Cypriot civilians, to the majority of children and women. Aloa, Maratha and Santalari, as well as Tohni will be there to haunt our consciences until the moment we admit as a community that extremists and as the official Greek Cypriot side did not do what we needed to do all these years to reveal the murderers of these people of heinous crimes. The fact that ATTILAS and the Turkish Cypriot extremists did the same thing, perhaps worse, during the Turkish invasion, this is not a lightening to committing crimes that took the lives of innocent people belonging to the other community! I think the time has come to realize, fifty years after the Turkish invasion and coup, and sixty years after the two-communal conflicts, the scale of these criminal activities and to ask, at last, the investigation of these heinous crimes, while apologizing to our Turkish-Cypriot compatriots. The murderers may not be alive anymore, but a cleansing and an apology are necessary! For my part I did it in 2016 and despite the attacks I received then, I repeat it today! Why don't I want to mourn more innocent victims of insane extreme nationalists out there and a Turkey who is bribing to make the next mistake to complete its plans!!!"

ANTREAS EFSTATHIOU…
And some of the most meaningful words about all this comes from Antreas Efstathiou, the hero who had helped a Turkish Cypriot baby by bringing her milk that could not be found… His story is told in the documentary made by Cemal Yildirim entitled "My milk father" that has been shown all over Cyprus and that touched the hearts of so many people…
Antreas Efstathiou under the post of my 14-year-old reader writes the following: "In the short life we have to live you have to be HUMAN... and not satan…"
And I think that summarizes all over wishes: To act like humans with human feelings… Not kill, not steal, not destroy but to help, to love, to uplift the values of humanity… This is the way we must all take if we want to build a better place for our kids…



*** KIBRIS'TA GEÇMİŞLE YÜZLEŞME İÇİN YAZILAR...

1974'ün sessiz çığlığı: Palekitire ve Muratağa'da öldürülen çocuklar...

14 yaşındaki bir Kıbrıslıtürk okurumuz, Palekitire (Balıkesir) katliamında öldürülerek "kayıp" edilen küçük Yannis Suppuris'le ilgili kaleme aldığı yazısını bize gönderdi... Bu okurumuz, bir barış aktivistinin torunu ve kendisi de küçük yaşına rağmen, barış mücadelesinde yerini almaya çalışıyor...
Bu küçük okurumuz "1974'ün sessiz çığlığı" başlıklı yazısında şöyle yazıyor:
"Geçen gün, Palekitire (Palekythro-Balıkesir) köyünde gezdim… Etrafta savaşın bıraktığı izleri de vardı… Ama, başka bir şey beni o köye çekmişti. O gün, her zaman olduğu gibi savaşın izleri halen daha taptazeydi, ama bu köyde başka bir şey vardı... Sanki geçmişin hayaletleri hâlâ burada dolanıyordu.
O köyde, Güney'de ve Sevgül Uludağ'dan, 1974'de öldürülen Yannis Suppouris'in hikayesini duydum... Küçücük bir çocuktu o.. Süt dişleri yeni dökülmeye başlamış, belki de sokakta arkadaşlarıyla oyun oynarken, belki de ailesiyle sıcak bir yaz günü geçirirken…
Herkesin bir hikayesi var bu adada... Ama Yannis'in hikayesi, başka türlü dokunuyor insana... Masumiyetin nasıl da savaşın acımasızlığında kaybolduğunu gösteren bir örnek-hikaye... Bir çocuk, kimsenin düşmanı olmayan, bir tarafa ait olmayan, sadece yaşamak isteyen bir çocuk… Ama işte, savaş bunu da ayırt etmiyor!
Güney'de Palekitireli bir tanıdığım anlatmıştı ilk bana aslında, Yannis'in hikayesini… "O kadar küçüktü ki," demişti, "O kadar masum…" Sanki hala onun o masum yüzünü görür gibi oluyordu, yaşlı gözleri uzaklara dalıp giderken...
"Bir çocuğun ölümünden ne çıkar ki?" dedim kendi kendime... Bu savaş, kimseye yararı olmadı… Ne Rumca ne de Türkçe konuşanlara… Sadece kayıplar, acılar ve hiç kapanmayan yaralar bıraktı geriye. Bu acılar içinde, Yannis'in hikayesi, bir nebze olsun sesini duyuramayanların sesi oldu benim için... O, hiçbir savaşı hak etmeyenlerin simgesi oldu...
Bu hikayeyi duyduktan sonra çok düşündüm... Belki da diyorum, geçmişle bu kadar haşır neşir olmayı bırakmalı, geleceğe bakmalıyız... Ama nasıl? Yannis'in ve onun gibilerin hatıraları hep taze iken, biz nasıl unutabiliriz ki? O, bizim unutmamamız gereken bir hatıra... Bir daha aynı hataları yapmamamız için, bir daha hiçbir çocuğun bu acıyı yaşamaması için bir hatıra!
Birden fark ettim ki, Yannis'in yüzünü hiç görmemiş olmama rağmen, onu gözlerimin önünde canlandırabiliyorum.. Belki de tüm kayıpların bir sureti oldu benim için... Savaşın anlamsızlığının bir simgesi. Yannis'in hatırası, barışın ve huzurun ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor bana... Onun anısına, her çocuk için daha iyi bir dünya kurmak zorunda olduğumuzu hatırlatıyor...
Palekitire'den ayrılırken, Yannis'in hayaleti benimle geldiydi sanki... Onun masum bakışları, sessiz çığlıkları... Onu unutmak mümkün mü? Ve aslında unutmamak gerek... Her zaman hatırlamalı, her zaman onun ve onun gibilerin sesi olmalıyız... Çünkü Kıbrıs'ın bu karanlık tarihinde, Yannis gibi çocuklar ışığımız olabilir…
Bazen düşünüyorum da, belki de gerçekten bir şeyler yapabiliriz... Belki de henüz geç değil! Yannis'in anısına, onun ve onun gibilerin hayallerini gerçekleştirebiliriz. Daha barışçıl, daha huzurlu bir Kıbrıs için…
Yannis'i unutmayacağım... Ve onun gibi tüm masumları da... Onlar bizim hafızamızda, bizim yüreğimizde yaşamaya devam edecek... Çünkü Kıbrıs, işte böyle bir yer.. Her köşesinde bir hikaye, her hikayede bir ders saklı... Ve biz, bu dersleri asla unutmamalıyız.. Çocuklar, mermi yerine şeker yesinler, ölmesinler...
Kıbrıs'ın geleceği, geçmişteki bu hikayelerde saklı...
İki toplum barışı bulunca, belki Yannis de bulunur..."

ERATO KOZAKU MARKULLİS'İN YAZDIKLARI...
Çok değerli arkadaşımız, Kıbrıs Cumhuriyeti eski Dışişleri Bakanı, her dönemin barış atkivisti Erato Kozaku Markulli, bu yıl da 14 Ağustos'ta profil resmini değiştirerek Muratağa-Sandallar'da katledilmiş çocukların sınıf fotoğrafını koydu sosyal medya hesabına ve 2016 yılında bu konuda özür dilemiş olduğunu hatırlattı. Erato Kozaku Markulli, EOKA-B'ci Kıbrıslırumlar'ın Muratağa-Atlılar-Sandallar'da 126 Kıbrıslıtürk kadın, çocuk ve yaşlı insanı katletmesinden ötürü üzgün olduğunu açıklayarak özür dilemişti ve bu özür üzerine çok ağır saldırılar altında kalmış, ölüm tehditleri almıştı... Markulli, Dohni katliamı için de özür dilemişti...
Biz de Erato Kozaku Markulli'nin özür yazısını bu sayfalarda 2020 yılında yeniden yayımlamıştık. Erato arkadaşımız Muratağa köyünde toplu mezarlar açılırken çekilmiş olan resimleri de paylaşarak şöyle diyordu:
"14 Ağustos 1974'te EOKA-B aşırı unsurları tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerinden 126 kadın ve çocuğa karşı ve Dohni köyünden 85 sivil erkeğe karşı (aralarında 12 yaşında bir de çocuk vardı) işlenen korkunç suçlar nedeniyle kamuoyu önünde samimi biçimde Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızdan özür dileme ihtiyacı hissediyorum.
Ne yazık ki resmi Kıbrıs Cumhuriyeti devleti aradan geçen 42 yıl süre boyunca, bu cinayetlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarmak için herhangi bir soruşturma yapmadı ve bu suçları işleyenlerden hiçbiri de adalete teslim edilmedi.
Yakın geçmişte yaşanan Kıbrıs trajedisinin arkasında yatan gerçeği etkili biçimde ortaya çıkarmak için bir Hakikat Komisyonu kurmanın artık zamanı gelmiştir çünkü gerçek ortaya çıkarılmadan, yeniden uzlaşma olmayacaktır, yeniden uzlaşma olmazsa da barışçıl birlikte bir yaşam mümkün değildir.
Gerek Türkiye'nin işgal ordusu, gerekse Kıbrıslıtürk aşırı unsurları tarafından ağırlıkla sivil olan masum Kıbrıslırumlar'a karşı işlenmiş korkunç suçları son 42 yıldır uluslararası alanda güçlü biçimde kınarken, kendi aşırı unsurlarımızın ve faşistlerimizin masum ve sivil Kıbrıslıtürkler'e karşı işlemiş oldukları suçları görmezden gelemeyiz.
Burada yayımladığım resimler Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde vahşice öldürülmüş Kıbrıslıtürkler'le ilgilidir ve Birleşmiş Milletler arşivlerinden alınmışlardır."

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler… Sevgül Uludağ – 28.8.2024)

https://www.yeniduzen.com/1974un-sessiz-cigligi-palekitire-ve-muratagada-oldurulen-cocuklar-22462yy.htm




Παιδιά που δεν ήταν εχθροί κανενός...

Σκέψεις για τα παιδιά που σκοτώθηκαν το 1974...

Sevgul Uludag
caramel_cy@yahoo.com
Τηλ: 99 966518

Στις 24 Αυγούστου 2024 ένας από τους αναγνώστες μου, ένα 14χρονο αγόρι, γράφει το παρακάτω κείμενο με τίτλο «Η σιωπηλή κραυγή του 1974» και το κοινοποιεί στα μέσα κοινωνικής δικτύωσης, συνοδευόμενο από τη φωτογραφία του «αγνοούμενου» παιδιού από το Παλαίκυθρο, Γιάννη Σουππουρή... Είναι εγγονός ενός γνωστού Κύπριου ακτιβιστή της ειρήνης και όπως ο παππούς του, έτσι και αυτός είναι πολύ αφοσιωμένος από πολύ μικρή ηλικία στην υπεράσπιση της ειρήνης... Γράφει τα ακόλουθα:
«Τις προάλλες, περιηγήθηκα στο Παλαικύθρο... Υπήρχαν και στο χωριό σημάδια που είχαν μείνει από τον πόλεμο... Αλλά κάτι άλλο με είχε τραβήξει προς αυτό το χωριό... Εκείνη την μέρα, όπως πάντα, τα ίχνη του παρελθόντος ήταν ακόμα νωπά, αλλά υπήρχε κάτι διαφορετικό σε αυτό το χωριό. Ήταν σαν πως και τα φαντάσματα του παρελθόντος τριγυρνούσαν ακόμα σε αυτό το χωριό...
Σε αυτό το χωριό, όπως επίσης στο νότιο μέρος του νησιού μας, και από τη Sevgul Uludag, έχω ακούσει την ιστορία του Γιάννη Σουππουρή που είχε σκοτωθεί το 1974... Ήταν ακόμα παιδί... Τα παιδικά του δόντια μόλις είχαν αρχίσει να πέφτουν, ίσως απλά έπαιζε με τους φίλους του στο δρόμο ή ίσως ήταν με την οικογένεια του περνώντας μια ζεστή καλοκαιρινή μέρα...
Ο καθένας έχει μια ιστορία σε αυτό το νησί... Αλλά η ιστορία του Γιάννη σε αγγίζει με διαφορετικό τρόπο... Είναι μια παραδειγματική ιστορία για το πώς η αθωότητα μπορεί να εξαφανιστεί μέσα στην αδίστακτη φύση του πολέμου... Ένα παιδί που δεν ήταν εχθρός κανενός, που δεν ανήκε σε καμία πλευρά, ένα παιδί που ήθελε μόνο να ζήσει... Αλλά ορίστε, ο πόλεμος δεν κάνει διακρίσεις ούτε σε αυτό!
Βασικά ένας γνωστός μου στο νότιο μέρος του νησιού μας που είναι από το Παλαίκυθρο ήταν ο πρώτος άνθρωπος που μου είπε την ιστορία του Γιάννη. «Ήταν τόσο μικρός» είχε πει, «ήταν τόσο αθώος...» Ήταν σαν να έβλεπε ακόμα το πρόσωπο του Γιάννη καθώς κοίταζε μακριά με δάκρυα στα μάτια...
«Τι κι αν πεθάνει ένα παιδί, τι θα συμβεί;» Είπα στον εαυτό μου... Αυτός ο πόλεμος δεν έφερε κανένα όφελος σε κανέναν... Ούτε στους ελληνόφωνους, ούτε στους τουρκόφωνους... Το μόνο που έμεινε ήταν οι αγνοούμενοι, ο πόνος και οι πληγές που δεν θα επουλωθούν ποτέ... Η ιστορία του Γιάννη έγινε η φωνή εκείνων που δεν μπόρεσαν να ακουστεί η φωνή τους μέσα σε αυτόν τον πόνο... Έγινε σύμβολο για εκείνους που δεν άξιζαν κανέναν πόλεμο...
Αφότου άκουσα αυτή την ιστορία, σκέφτηκα πολύ... Ίσως, σκέφτομαι, δεν πρέπει να ασχολούμαστε τόσο πολύ με το παρελθόν αλλά να κοιτούμε προς το μέλλον... Αλλά πώς; Ενώ η μνήμη του Γιάννη και των άλλων σαν αυτόν είναι ακόμα νωπή, πώς μπορούμε να ξεχάσουμε; Είναι μια ανάμνηση που δεν πρέπει να ξεχάσουμε... Για να μην κάνουμε τα ίδια λάθη, είναι μια ανάμνηση για να μην περάσει κανένα άλλο παιδί αυτόν τον πόνο...
Ξαφνικά συνειδητοποίησα ότι παρόλο που δεν είχα δει ποτέ το πρόσωπο του Γιάννη, μπορούσα να τον φανταστώ μπροστά στα μάτια μου... Ίσως έγινε για μένα μια εικόνα όλων των αγνοουμένων... Ένα σύμβολο του πόσο μάταιος και ανούσιος είναι ο πόλεμος...
Η μνήμη του Γιάννη μου θυμίζει πόσο πολύτιμη είναι η ειρήνη και η αρμονία... Μου θυμίζει ότι στη μνήμη του πρέπει να δημιουργήσουμε έναν καλύτερο κόσμο για κάθε παιδί...
Καθώς έφευγα από το Παλαίκυθρο ήταν σαν να ήρθε μαζί μου το φάντασμα του Γιάννη... Το αθώο βλέμμα στα μάτια του, οι σιωπηλές κραυγές του... Είναι δυνατόν να τον ξεχάσω; Και πραγματικά όχι, δεν πρέπει να τον ξεχάσουμε... Πρέπει πάντα να τον θυμόμαστε και να γινόμαστε η φωνή αυτού και των άλλων σαν αυτόν... Γιατί σε αυτή τη σκοτεινή ιστορία της Κύπρου, παιδιά σαν τον Γιάννη μπορούν να γίνουν το φως μας...
Μερικές φορές σκέφτομαι, ίσως μπορούμε πραγματικά να κάνουμε κάτι... Ίσως δεν είναι ακόμα πολύ αργά! Στη μνήμη του Γιάννη, μπορούμε να πραγματοποιήσουμε τα όνειρα του και τα όνειρα άλλων σαν αυτόν... Για μια πιο ειρηνική Κύπρο...
Δεν θα ξεχάσω τον Γιάννη... Και άλλα αθώα άτομα σαν κι αυτόν... Θα συνεχίσουν να ζουν στη μνήμη μας και στις καρδιές μας... Γιατί η Κύπρος είναι ένας τέτοιος τόπος... Σε κάθε γωνιά υπάρχει μια ιστορία και σε κάθε ιστορία υπάρχει ένα μάθημα για να αντλήσουμε... Και δεν πρέπει ποτέ να ξεχάσουμε αυτά τα μαθήματα... Τα παιδιά πρέπει να τρώνε γλυκά, όχι να δέχονται σφαίρες και να πεθαίνουν...
Το μέλλον της Κύπρου κρύβεται σε αυτές τις ιστορίες...
Όταν οι δύο κοινότητες βρουν την ειρήνη, ίσως βρεθεί και ο Γιάννης...»

Μια φωτογραφία παιδιών...
Στο μεταξύ η Ερατώ Κοζάκου Μαρκουλλή μοιράζεται τη φωτογραφία μιας τάξης παιδιών από τη Μαράθα, των Τουρκοκύπριων παιδιών που είχαν σκοτωθεί από την ΕΟΚΑ Β στις 14 Αυγούστου 1974... Εκτός από ένα παιδί της φωτογραφίας, τον Shafak Nihat και την οικογένεια του, όλη η τάξη των παιδιών σφαγιάστηκε – και ο δάσκαλος της φωτογραφίας δεν ήταν στο χωριό αφού ήταν καλοκαίρι και τα σχολεία ήταν κλειστά... Έτσι μόνο δύο άτομα από αυτή τη φωτογραφία παρέμειναν ζωντανοί – ο δάσκαλος και ο Shafak... Η Ερατώ γράφει τα ακόλουθα σχετικά με τη φωτογραφία:
«Η φωτογραφία των μαθητών του δημοτικού σχολείου της Μαράθας, με το τέλος της σχολικής χρονιάς του 1974. Όλα τα παιδιά σε αυτή τη φωτογραφία, (πλην του δασκάλου τους που ήταν αιχμάλωτος και ενός μαθητή, του Shafak Nihat, που είχε κρυφτεί μαζί με την οικογένεια του και διασώθηκαν), δολοφονήθηκαν στις 14 Αυγούστου 1974 από τους εγκληματίες της ΕΟΚΑ Β. Ο Shafak είναι το αγόρι δεύτερος από δεξιά στην τελευταία σειρά και είναι αυτός που αργότερα υπέδειξε την τοποθεσία του μαζικού τάφου. Κανείς μέχρι σήμερα, παρόλο που είναι ευρύτερα γνωστοί οι δολοφόνοι, δεν προσήχθηκε στη δικαιοσύνη. Κανείς δεν τιμωρήθηκε για τα ειδεχθή αυτά εγκλήματα! Συγνώμη αγαπημένα μου παιδιά, λατρεμένα αθώα πλάσματα, που κόψανε τόσο απότομα και βάναυσα το νήμα της ζωής σας. Σήμερα θα είσαστε 56-57 χρόνων οι περισσότεροι ίσως παντρεμένοι ευτυχισμένοι με παιδιά και εγγόνια! Είμαστε ανάξιοι σαν κράτος και σαν πολίτες αυτού του κράτους που δεν κάναμε τίποτα μέχρι σήμερα για την τιμωρία των ενόχων!!!»
Και η Ερατώ που είχε το θάρρος να ζητήσει συγγνώμη, επαναλαμβάνει για άλλη μια φορά τη συγγνώμη της και έχει να πει τα εξής:
«Επαναφέρω την δημόσια απολογία μου προς τους Τουρκοκύπριους συμπατριώτες μας, για τα ειδεχθή εγκλήματα στην Αλόα, Μαράθα, Σανταλάρη και Τόχνη, γιατί νοιώθω την ανάγκη να εκφράσω αυτό που αισθάνομαι και αυτό που σαν πολιτεία όλα αυτά τα χρόνια δεν μπορέσαμε να αντιμετωπίσουμε και να χειριστούμε. Τις αποτρόπαιες δολοφονίες συνολικά 209 αθώων Τουρκοκύπριων συμπατριωτών μας, από τα πρωτοπαλλίκαρα και τους προδότες της ΕΟΚΑ Β, αυτούς τους ίδιους που πρόδωσαν την πατρίδα μας και έφεραν τον ΑΤΤΙΛΑ στην Κύπρο, με όλες τις συνέπειες της εισβολής και κατοχής, αθώων Τουρκοκύπριων άμαχων, στην πλειονότητα τους παιδιών και γυναικών. Η Αλόα, Μαράθα και Σανταλάρη, όπως και η Τόχνη θα είναι εκεί να στοιχειώνουν την συνείδηση μας μέχρι τη στιγμή που θα παραδεχθούμε ως κοινότητα ότι εξτρεμιστικά στοιχεία και ως επίσημη Ελληνοκυπριακή πλευρά δεν κάναμε ότι έπρεπε να κάνουμε όλα αυτά τα χρόνια για να αποκαλυφθούν οι δολοφόνοι αυτών των αποτρόπαιων εγκλημάτων. Το ότι ο ΑΤΤΙΛΑΣ και οι Τουρκοκύπριοι εξτρεμιστές έπραξαν τα ίδια, ίσως και χειρότερα, κατά την διάρκεια της Τουρκικής εισβολής, αυτό δεν αποτελεί ελαφρυντικό για την διάπραξη εγκλημάτων που αφαίρεσαν τη ζωή από αθώους ανθρώπους που ανήκαν στην άλλη κοινότητα! Πιστεύω ήλθε η στιγμή να συνειδητοποιήσουμε, πενήντα χρόνια μετά την Τουρκική εισβολή και το πραξικόπημα, και εξήντα χρόνια μετά τις δικοινοτικές συγκρούσεις, το μέγεθος αυτών των εγκληματικών ενεργειών και να ζητήσουμε, επιτέλους, την διερεύνηση αυτών των στυγερών εγκλημάτων, απολογούμενοι ταυτόχρονα στους Τουρκοκύπριους συμπατριώτες μας. Μπορεί οι δολοφόνοι να μη ζουν πια, όμως είναι αναγκαία η κάθαρση και η εκατέρωθεν απολογία! Από τη δική μου πλευρά το έπραξα το 2016 και παρόλες τις επιθέσεις που δέχθηκα τότε, το επαναλαμβάνω σήμερα! Γιατί δεν θέλω να θρηνήσουμε άλλα αθώα θύματα από παράφρονες ακραίους εθνικιστές εκατέρωθεν και μια Τουρκία που καραδοκεί για να κάνουμε το επόμενο λάθος για να ολοκληρώσει τα σχέδια της!!!»

Αντρέας Ευσταθίου...
Και μερικά από τα πιο ουσιαστικά λόγια για όλα αυτά προέρχονται από τον Αντρέα Ευσταθίου, τον ήρωα που βοήθησε ένα Τουρκοκύπριο μωρό φέρνοντας του το γάλα που δεν μπορούσε να βρεθεί... Η ιστορία του παρουσιάζεται στο ντοκιμαντέρ που γύρισε ο Cemal Yildirim με τίτλο «Ο πατέρας του γάλακτος μου» που έχει προβληθεί σε όλη την Κύπρο και που άγγιξε τις καρδιές τόσων ανθρώπων...
Ο Αντρέας Ευσταθίου γράφει κάτω από την ανάρτηση του 14χρονου αναγνώστη μου τα εξής: «Στη σύντομη ζωή που έχουμε να ζήσουμε πρέπει να είσαι ΑΝΘΡΩΠΟΣ... και όχι σατανάς...»
Και νομίζω ότι αυτό συνοψίζει όλες τις ευχές: Να συμπεριφερόμαστε σαν άνθρωποι με ανθρώπινα συναισθήματα... Να μην σκοτώνουμε, να μην κλέβουμε, να μην καταστρέφουμε αλλά να βοηθούμε, να αγαπούμε, να αναβαθμίζουμε τις αξίες της ανθρωπότητας... Αυτός είναι ο δρόμος που πρέπει να ακολουθήσουμε όλοι μας αν θέλουμε να χτίσουμε ένα καλύτερο μέρος για τα παιδιά μας...


(Published in POLITIS on the 29th of September 2024).

https://politis.com.cy/apopseis/stiles/843999/skepseis-gia-ta-paidia-poy-skotothikan-to-1974-paidia-poy-den-itan-echthroi-kanenos

Wednesday, October 16, 2024

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK: A HIDDEN STORY OF HUMANITY FROM ASSIA…

ARTICLE IN ENGLISH, TURKISH AND GREEK: A HIDDEN STORY OF HUMANITY FROM ASSIA…

(From our archives: October 2018)

A hidden story of humanity from Assia…

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Tel: 99 966518

One day in May this year, I receive an e-mail that touches my heart…
The e-mail is from Nedi Zannettou and she says:
"Dear Sevgul,
I was given your name by several people. I was a prisoner in Assia, in 1974. I was a young girl at the time.
We were rescued by a Turkish Cypriot officer. I cannot remember his name. He spoke Greek. Good looking, about 35 from Paphos. We do not know his name.
I left Cyprus and lived in South Africa for 25 years.
I am back the last 6 years. Never crossed my mind to look for this person.
Now I have the wish to meet him if he is still alive. I would like to thank him for what he did for me and my family!
Any possibility even small of tracing him, will mean a lot to me!
Kind regards,
Nedi Zannettou"
I am touched by this hidden story of humanity and I set out to try to find the Turkish Cypriot officer of that time who had been in Assia and who had saved the lives of Nedi and her family…
I call various readers of mine, one of them from Mora who has been helping us in finding the "missing persons" buried around Mora…
He then makes an investigation and finds out who this Turkish Cypriot was, and I search for his phone and reach him…
Humble and without any pretence, he speaks to me and remembers that day…
We agree to meet one day when it's suitable both for him, for me and for Nedi… I tell this to Nedi and she is happy that we managed to find him… His name is Ezel and coincidentally my husband knew him and his wife…
Later on, Nedi Zannettou sits down and writes about her thoughts of that day…
Here is what Nedi Zannettou has written:
"Year, 1974...
Following the military coup and the first phase of Turkish invasion in Cyprus, for safety reasons, my parents sent me and my older sister to Assia. I was to spend a few days with my godparents, to avoid stray bullets from the green line in Pallouriotissa.
On the morning of the 14th of August, we woke up to the sound of sirens. The second invasion was taking place.
My parents, my mother being 8 months pregnant with my youngest sister at the time, drove to Assia, risking their lives, to reach us.
13h45 on the same day, I remember well! I was listening to our radio RIK. It was announcing that our soldiers are by the village Mia Milia, and they are unfolding in order! What a mislead!!! The Turkish soldiers were already in Assia!
4 families, three houses, we decided to stay together in one of the houses. We chose the one that was the oldest, to avoid attraction.
Three very long days and three even longer nights...
In the day we were hiding quietly, so that nobody suspected we were in the house... In the night, people would sneak by, from neighbouring houses, to share their information and fear. They described to us what was happening at the local school. We were told of murders and rapes that were taking place!
On two occasions, Turkish 'soldiers' kicked and yelled on our door. My grandmother, I remember well... she opened the door. Nobody else dared to do that. She said that she lived her life, so it was ok...
They were not looking for people, they were looking to loot and steal!
They said to us that we had to leave the house and give ourselves up at the school. We refused.
On day four, there was a knock on the door again. This time it was different.
There was a big military van, full of soldiers in uniforms. All armed.
The officer in charge, I still remember his face. He spoke Greek. He insisted, that we could not stay in the house any more. He said that was not safe.
We did not believe him. We knew what was happening over the last three days at the school. We said to him that we would not go to the school. We have decided to stay in the house and rather die there.
He offered to take us to Mora. A Turkish village.
The owner of the house Christoforos, immediately agreed. He knew well the mouhtari of Mora. He was working for him in the past, they knew each other well and they were friends.
We were asked, to each family take its own car. We were told to take all our valuables with us. We did not. We just put some clothes and absolute necessities in a suitcase.
My mother, ever since I can remember, she had a fear... She always dreamed that she was captured by the Turks... Nothing I can explain.
She asked the officer in charge to get into our car. She insisted, he rides with us! She felt she could trust him.
He agreed. He squeezed himself next to my heavily pregnant mother in the front passenger seat.
He held his left hand outside the window holding his gun. I remember well that he apologised to my mother. He said that his soldiers would kill him if he left his gun!
We drove to Mora. Four cars, followed by the big army van.
I cannot remember how long it took.
We were welcomed by the Turkish mouhtari of the village. It was a very warm welcome. The two men hugged each other and cried together!
We stayed in a very old house. The mouhtaris was sitting at the front door 24/7. He was holding a little gun. He was safekeeping us from any possible attack from outside. He was, I later found out the father in law of the officer that drove us there.
We spent another 3 days in Mora. They arranged for the Red Cross to register all of us. We knew then, that we would survive.
The village looked after us. They cooked and brought food and fresh water to us every day.
Three days later we were taken by bus to Garage Pavlides. The men were taken to Adana for two months. Very difficult time.
We were released 2 days later. With our suitcase, untouched as promised.
My story is very different to the story of Yiannos Demetriou. He was also captured in the same village with his family. I came across his story while reading the book: Cyprus: The Untold Stories, by Sevgul Uludag, page 103. His story was very different! We encountered no killings, no rapes. I do not recall the smell of decomposing bodies. We left Assia earlier, on day four.
Just one thing was the same: While driving to Mora, I saw the car Yiannos Demetriou describes in the book: 'it was like a piece of board because a Turkish tank went over it'.
44 years later... Nothing is the same. Thousands have died, thousands are missing and hundreds of thousands are refugees in their own country. Our island is divided in two.
Some people want reunification, some others want 'us here and them on that side'! Many ...'do not forget', and yet, what is it that they do not forget, if they have never, ever seen half of their country?
Having spent 25 years of my life in South Africa, I cannot not find similarities.
It took a leader of the calibre of Nelson Mandela and his creation of the truth and reconciliation committee to save the country from a civil war. South Africa was called the rainbow nation.
War crimes have been committed nobody denies that!
I am not judging. History will do that.
I believe in the good and I can recognise the bad. I resent war atrocities no matter where they come from. I am not a politician. I am just me, and this is the reason, that I have decided 44 years later, to look for the man that saved my life and the lives of my loved ones.
Looking forward to seeing him and thanking him for his kindness!
This is my story! This is my life! This is my experience! I need no comments, no judging and no opinions!
Looking also forward to the day that this island will create its own truth and reconciliation committee, punish the people that show no remorse and move forward for the future of the generations to come.
For this to happen we will need to discover our own great leaders, that will have the power, the vision and the will to reunite and bring peace to our country!
Nedi Zannettou
June 2018"
It would take a few months until we would be able to organise the meeting of Nedi Zannettou and her sister Thelma Zannettou's meeting with the courageous Turkish Cypriot who saved their lives, Ezel Akturel… During the meeting I would find out that Mr. Ezel did not only save the lives of the family of Nedi but also the lives of three more families: He had in fact saved the lives of a total of 18 Greek Cypriots from Assia… 44 years after, 2 of those Greek Cypriots, Nedi and Thelma have come to say "Thank you" – you can see that even saying "Thank you" takes a lot of courage and humanity in Cyprus – people prefer just to keep quiet and forget that they owe their lives to a humanitarian act from someone from "the other community"… But Nedi and Thelma choose the courageous way and decide to say "Thank you"…
I would take Nedi and Thelma to meet him in his house since his wife, Mrs. Duyal Akturel would insist to host them, instead of meeting at a restaurant… At an overwhelmingly emotional day, Mr. Ezel and Ms. Nedi would embrace each other and Nedi and Thelma would give him a "Thank you" plaquette that says:
"THANK YOU
To the person that saved our lives, and the lives of our family in Assia on the 18th of August 1974. We were strangers to you, we met in a village where so many atrocities took place and you made the difference.
For your compassion, your humanity and your kindness,
We express my appreciation and great fullness on our behalf and on the behalf of our family.
May people like you, show us the way to forget the barbed wires, the green lines and bring an end to an expired conflict.
To Ezel Akturel,
With Respect,
Nedi Zannettou and Thelma Zannettou
Captured in Assia in 1974
August 2018… 44 years later…"
I will write about their meeting in another article in the coming days…

(Published in POLITIS newspaper on the 17th of October 2018).



44 yıl sonra gelen anlamlı teşekkür…

Sevgül Uludağ

Lefkoşa'dan Aşşa'ya (Paşaköy) bir yakınlarını ziyarete giden ve savaş nedeniyle mahsur kalan Kıbrıslırum ailenin iki kızı, o zor süreçte kendilerini kurtaran Ezel Aktürel'i tam 44 yıl sonra ziyaret etti, "teşekkür plaketi" sundu…
1974'te henüz 26 yaşında genç bir subay olan Ezel Aktürel, 14'ü Aşşalı olmak üzere 18 kişiden oluşan dört aileyi dört arabayla savaş suçlarının işlendiği Aşşa'dan çıkararak Mora'ya, kaynatasının evine götürdü. Onları güvence altına aldı. İsimlerini Kızılhaç listesine koydurdu. Çocuklara süt, bu ailelere yiyecek götürdü ve üç gün ardından güvenli biçimde Kıbrıs'ın güneyine geçmelerini sağladı.
Nedi Zanettu, geçtiğimiz Haziran ayında bize ulaşarak hayatlarını kurtaran, ismini bilmedikleri Kıbrıslıtürk'ü bulmamızı istedi. Okurlarımızın yardımlarıyla Ezel Aktürel'i bulduk ve geçtiğimiz Cumartesi günü (13 Ekim 2018) Nedi ve kızkardeşi Thelma'yı, Ezel Aktürel'i evinde ziyarete götürdük…
Bu olağanüstü günde olağanüstü duygulu anlar yaşandı… Kıbrıs'ta yalnızca savaş suçları işlenmediğinin, merhamet ve insaniyetin de bulunduğunun, savaşta da, barışta da insaniyetini ve merhametini yitirmeyen insanların kanıtı işte bu duygulu anlardı: 18 kişinin hayatını kurtaran koca yürekli bir insandı Ezel Aktürel…
Her ikisi de doktor olan Nedi ve kızkardeşi Thelma Zannettu, Ezel Aktürel ve eşi Duyal Hanım ve kızları Hande Aktürel ile Hande Hanım'ın oğlu tarafından karşılandı… Duyal Hanım, bir kafe ya da lokanta yerine, onları kendi evlerinde ağırlamak istemişti – ekmek kadeyifleri, börekler, bulgur köfteleri hazırdı… Ezel Aktürel o kadar ince düşünmüştü ki, kendisi aslen Baflı olduğu ve biraz Rumca konuştuğu halde, kızının yakın arkadaşı Cemile hanımı, tercüman olarak bu buluşmaya davet etmişti… Cemile hanım da Baflı'ydı ve güzel Rumca konuşuyordu…
Lefkoşa'da, Ezel-Duyal Aktürel'in güzel evlerinde gerçekleştirilen bu buluşmada Nedi ve Thelma Zannettu, Ezel Bey'e çok anlamlı bir teşekkür plaketi sundular…
Plakette şöyle yazıyordu:
"18 Ağustos 1974'te Aşşa'da bizim ve ailemizin hayatlarını kurtardığınız için TEŞEKKÜR EDERİZ.
Bizler size yabancıydık, insanlığa karşı onca suçun işlendiği bir köyde karşılaştık ve bizim için fark yaratan şey siz oldunuz.
Merhametiniz, insancıllığınız ve iyi yürekliliğiniz nedeniyle hem kendimiz, hem de ailemiz adına sizlere duyduğumuz şükranı ve büyük memnuniyetimizi ifade etmek istiyoruz.
İnşallah sizin gibi insanlar bizlere dikenli telleri, yeşil hatları unutturur ve süresi çoktan dolmuş bir çatışmaya son vermemizin yolunu gösterir.-
Ezel Aktürel'e saygılarımızla,
Nedi Zannettu ve Thelma Zannettu
1974'te Aşşa'da yakalanan ve 44 yıl sonra… Ağustos 2018'de…"

Plaketi verdikleri zaman Ezel Bey'in gözleri doluyordu, herkes çok duygulanmıştı ve 44 yıl sonra gelen bu teşekkür son derece anlamlıydı…
"Hatırlar mısın? O gün olanları?" diye soruyordu Nedi Zannettu ve Ezel Bey, "Hatırlarım ya…" diyordu…
Nedi Zannettu'nun anlattığına göre kendileri aslında Pallaryotissa'da (Lefkoşa'nın Kaymaklı'ya yakın bir bölgesi) oturuyorlardı ancak 20 Temmuz 1974'te savaş patlak verdiğinde, iki harekat arasında evleri mermiler altında kalıyordu…
Nedi'nin vaftiz annesi ve vaftiz babası Aşşalı'ydı (Paşaköy) ve onlara "Bizim köye gelin da bizde ortalık sakindir" demişlerdi.
Onlar da gitmişlerdi…
Ve 14 Ağustos 1974'te savaşta ikinci harekat başlayınca, Aşşa'da kısılmışlardı. Pelekanos adlı ailenin evindeydiler…
İki kez kapıları çalınmıştı – birincisinde bazı Türk askerleri, ikincisinde ise sivil giyimli, eli bıçaklı bazı Kıbrıslıtürkler gelmişti eve…
Kapıyı Nedi'nin yaşlı ninesi Theklu hanım açıyordu hep…
Erkekler kapıyı açarlarsa öldürülebilirler, alınıp götürülebilirlerdi… Kadınlar kapıyı açarsa tecavüze uğrayabilirlerdi…
Theklu hanım, "Ben ekmeğimi yedim, suyumu içtim… Beni öldürseler da umurumda değil… Ben açacam kapıyı" demiş ve her kapı çalındığında o açmıştı kapıyı…
Onları evden çıkarıp köyün içinde diğer savaş esirlerinin toplandığı yere götürmek istiyorlardı – ancak Zannettular neler olup bittiğinden haberdardılar – Aşşa'da esir alınanlar arasında öldürülenler olmuş, genç kızlara tecavüz edilmekteydi… Bu yüzden evden çıkmamakta direnmekteydiler…
Derken 26 yaşında genç bir subay olan Ezel Aktürel gelmişti buraya ve onlara artık evde kalamayacaklarını, kendilerini Aşşa'daki okula götüreceğini söylemişti ancak aile bunu kabul etmiyordu… Nedi ve Thekla'nın annesi Marulla Hanım, dokuz aylık hamileydi… Ezel Bey, yaşamakta oldukları travmayı ve dehşeti gördüğü zaman, Marulla hanımın nasıl ağladığını gördüğü zaman onları oradan çıkarıp güvenli bir yere götürmeye çalışacaktı – insan eğer insancılsa, ister savaşta, ister barışta olsun, her zaman insancıldır – merhametliyse, bu merhametini her koşulda gösterir… Ezel Bey de işte böyle biriydi ve onlara "Hemen hazırlanın" demişti… "Sizin için değerli şeyleri, altınlarınızı, paranızı yanınıza alın…"
Giysilerini almışlardı, paralarını almışlardı yanlarına, altınlarını almamışlardı… Çünkü bu evden çıktıkları anda, evin ganimetçiler tarafından soyulacağını biliyordu…
Mavi bir BMW arabaya binmişlerdi…
Nedi ve Thekla'nın annesi Marulla Hanım, Ezel Bey kendileriyle arabaya binmezse hiçbir yere gitmeyeceğini söylemişti.
Böylece arabanın ön koltuğuna Nedi'nin babası Yeorgios Panayi Yorgacis, annesi Marulla Hanım ve Ezel Bey binmişler, Ezel bey silahını pencerenin dışında tutmuştu, onlara da "Böyle yapmazsam bizi durdurabilirler, başınıza bir şey gelebilir" demişti.
Nedi'nin vaftiz annesi ve vaftiz babası ile vaftiz annesinin kızkardeşi ve Pelekanos ailesi de kendi arabalarına binmişler, böylece dört arabalık bir konvoy oluşmuştu… Ezel Bey'in dışında konvoyda toplam 18 Kıbrıslırum vardı dört araba içerisinde…
Ezel Bey onları Aşşa'nın içinden geçirerek Mora'ya götürmüştü…
Kaynatası, Mora'nın muhtarı Hasan Salahor idi – Mora'nın muhtarı ile Pelekanos'un çok iyi ilişkileri vardı… Tümünü de kaynatasının evine götürmüştü…
Hasan Bey, elinde küçük bir tabancayla, evin dışında nöbet bekleyip durmuştu – bu esirlerin başına bir şey gelmesin diyeydi bu…
Sonra Ezel Bey, bu 18 kişinin isimlerinin Kızılhaç'a verilmesini sağlamıştı – çocuklara süt, onlara yiyecek taşımıştı…
Nedi henüz 14 yaşında, Thekla 16 yaşındaydı…
Üç gün Mora'da kaldıktan sonra Pavlidis Garajı'na götürülmüşler ve esir değiş-tokuşunda güneye gitmeyi beklemeye başlamışlardı. Onlarla birlikte gidenler güneye geçmişler, erkekler Adana'ya gönderilmişler ancak Nedi'nin annesi ve Nedi, Arabahmet bölgesindeki Pavlidis Garajı'nın üst katında bir hafta süreyle kalmışlardı – Nedi'nin annesi doğum yapmak üzereydi ama Türk tarafında hastaneye gitmeyi reddediyordu – 12 kişilik bir Kıbrıslırum esir grubunu, 12 kişilik bir Kıbrıslıtürk esir grubuyla değiş-tokuş edeceklerdi ve böylece Pavlidis Garajı'nda bir hafta beklemişler, bir haftanın sonunda esir değiş-tokuşunda onlar da güneye geçmişlerdi…
Nedi'nin annesi Marulla Hanım, güneye geçtikten kısa süre sonra Leymosun'da hastanede doğum yapmış ve 30 Ağustos 1974'te üçüncü evladı, kızı Silvia dünyaya gelmişti…
Ezel Bey, başkalarını da kurtarmaya çalıştığını anlatıyor bize – Timbu'da bir aileye ısrar etmişti, onları da güvenli bir yere götürmek için ama bu Kıbrıslırum aile "Biz burada iyiyiz, bir yere gitmiyoruz" demişlerdi. Başka bir bölgede gene başkalarını da güvenli yerlere taşımaya çalışmış ama oradakiler de gitmek istememişlerdi…
En azından Aşşa'dan 18 Kıbrıslırum'un hayatını kurtarmıştı…
Ezel Bey'in bu buluşmada bir de sürprizi var Nedi ve Thekli Zannettu'ya: Bir anahtarlık… O mavi BMW'nun anahtarlığı… 44 yıl saklamış bu anahtarlığı ve şimdi onlara veriyor… Anahtarlığı tanımıyorlar ama teşekkür edip alıyorlar… Anneleri Marulla Hanım hayatta, babaları vefat etmiş – belki de anneleri bu anahtarlığı tanıyacaktır…
Bu buluşma öncesinde Nedi Zannettu, bana gönderdiği mesajda neler yazmıştı? Bu buluşmada neler hissettiler?
1974'te henüz 26 yaşında genç bir subay olan Ezel Aktürel, 14'ü Aşşalı olmak üzere 18 kişiden oluşan dört aileyi dört arabayla savaş suçlarının işlendiği Aşşa'dan çıkararak Mora'ya, kaynatasının evine götürdü. Onları güvence altına aldı. İsimlerini Kızılhaç listesine koydurdu. Çocuklara süt, bu ailelere yiyecek götürdü ve üç gün ardından güvenli biçimde Kıbrıs'ın güneyine geçmelerini sağladı.
Nedi Zanettu, geçtiğimiz Mayıs-Haziran aylarında bize ulaşarak hayatlarını kurtaran, ismini bilmedikleri Kıbrıslıtürk'ü bulmamızı istedi. Okurlarımızın yardımlarıyla Ezel Aktürel'i bulduk ve geçtiğimiz Cumartesi günü (13 Ekim 2018) Nedi ve kızkardeşi Thelma'yı, Ezel Aktürel'i evinde ziyarete götürdük…
Bu olağanüstü günde olağanüstü duygulu anlar yaşandı… Kıbrıs'ta yalnızca savaş suçları işlenmediğinin, merhamet ve insaniyetin de bulunduğunun, savaşta da, barışta da insaniyetini ve merhametini yitirmeyen insanların kanıtı işte bu duygulu anlardı: 18 kişinin hayatını kurtaran koca yürekli bir insandı Ezel Aktürel…

NEDİ ZANNETTU'NUN YAZDIKLARI…
Ezel Aktürel'in hayatını kurtardığı Nedi Zannettu, bana Mayıs ayında bir elektronik posta göndererek şöyle diyordu:
"Sevgili Sevgül,
Senin adını bana çeşitli kişiler verdi. Ben, 1974 yılında Aşşa'da esir idim… Bir Kıbrıslıtürk subay tarafından kurtarıldık. Adını hatırlamıyorum… Rumca konuşuyordu ve iyi bir görünümü vardı, 35 yaşlarındaydı ve Baflı'ydı… Adını hatırlamıyoruz…
Ben Kıbrıs'tan ayrılarak 25 yıl boyunca Güney Afrika'da yaşadım. Kıbrıs'a döneli altı sene oldu. Bu şahsı arayıp bulmak hiç aklıma gelmemişti daha önce. Şimdi eğer hayattaysa, bu şahısla buluşmak istiyorum. Benim ve ailem için yapmış oldukları nedeniyle ona teşekkür etmek istiyorum!
Onun izini bulmak için en ufak bir olasılık dahi benim ve ailem için çok şey ifade edecektir!
Selamlar,
Nedi Zannettu…"

Bu saklı kalmış insani öykü beni çok etkilemişti ve hemen Nedi ve ailesinin hayatını kurtarmış olan, Aşşa'da (Paşaköy) bulunmuş olan o Kıbrıslıtürk subayı bulmak üzere harekete geçmiştim…
Bazı okurlarımı aradım, bunlardan birisi de bize "kayıp" şahısları bulmamızda Mora'da yardım etmiş olan bir kişiydi…
O da kendi araştırmasını yaparak bu Kıbrıslıtürk'ün kim olduğunu buldu – ben de bu Kıbrıslıtürk'ün telefonunu bularak onu aradım…
Aradığım şahıs Ezel Aktürel idi… Son derece mütevazi bir insandı, hiçbir abartıya kaçmaksızın son derece sade biçimde bana o günü hatırladığını anlatıyordu…
Ona da, bana da, Nedi'ye de uyan bir günde buluşmayı kararlaştırdık hemen… Nedi Hanım'a bunu söylediğimde ve aradığı Kıbrıslıtürk'ü bulduğumuz haberini verdiğimde çok mutlu olmuştu… Bu Kıbrıslıtürk'ün adı Ezel Aktürel'di – ne tesadüftür ki eşim, canyoldaşım Zeki Erkut da hem onu, hem de hanımı Duyal Aktürel'i tanıyordu…
Daha sonra Nedi Zannettu oturup o güne ilişkin hatırladıklarını kaleme aldı ve bana gönderdi…

NEDİ ZANNETTU'NUN HATIRLADIKLARI…
Nedi Zannettu, şöyle yazıyordu:
"1974 yılı…
Kıbrıs'taki Askeri darbe ve onu izleyen Türk işgalinin ilk aşaması ardından, benden daha büyük kızkardeşimle birlikte güvenlik nedeniyle ailem tarafından Aşşa'ya gönderilmiştik. Vaftiz annem ve vaftiz babamla Aşşa'da birkaç gün geçirecektim çünkü Lefkoşa'da yeşil hat yakınındaki Pallaryotissa'daki evimizin çevresinden sürekli kurşunlar geçiyordu, bundan korunmak amacıyla orada kalacaktım.
14 Ağustos sabahı sirenlerin çalmasıyla uyandık. İkinci işgal başlamıştı.
Annemle babam – ki annem o günlerde en küçük kızkardeşime sekiz aylık hamile vaziyetteydi – arabalarına binip Aşşa'ya gelmişlerdi, bize ulaşabilmek için kendi hayatlarını tehlikeye atarak…
Aynı günün saat 13.45'ini çok iyi hatırlıyorum! Radyomuz RIK'i dinliyordum. Radyo, askerlerimizin Mia Milya'da olduğunu ve düzen içerisinde orada bulunduklarını söylüyordu! Ne büyük bir yanılgı! Türk askerleri Aşşa'ya varmıştı bile!
Üç evden dört aile, birlikte, bu evlerden birinde kalmaya karar vermiştik.
Dikkat çekmemek maksadıyla, en eski evi seçmiştik…
Üç uzun gün ve daha da uzun geceler…
Gündüzün sessizce saklanıyorduk ki kimse evde olduğumuzdan kuşkulanmasın…
Geceleyin komşu evlerden insanlar gizlice gelerek öğrendiklerini ve korkularını aktarıyorlardı bize… Bize Aşşa'daki okulda neler olup bittiğini anlatıyorlardı… Devam etmekte olan öldürme olayları ve tecavüzleri anlatıyorlardı!
İki kez Türk "askerler"i kapımızı tekmeleyip bağırdılar. Nenemi çok iyi hatırlıyorum… Kapıyı o açmıştı… Başka hiç kimse kapıyı açmaya cesaret edememişti… Nenem, yaşayacağı kadar yaşamış olduğunu, kapıyı kendisinin açabileceğini söylüyordu…
Gelenler insan aramıyordu, ganimet edip çalacak şeyler arıyorlardı!
Bize teslim olup evden çıkmamızı ve okula gitmemizi söylüyorlardı. Bunu reddediyorduk.
Dördüncü günü, kapı gene çalındı. Bu kez durum farklıydı ama…
Büyük bir askeri van araç vardı, içinde üniformalı askerler vardı. Hepsi de silahlıydı.
Onlardan sorumlu olan subay, yüzünü hala hatırlıyorum… Rumca konuşuyordu… Artık bu evde kalamayacağımız konusunda ısrar ediyordu… Burasının güvenli olmadığını söylüyordu…
Ona inanmadık… Son üç günden beridir okulda olup bitenleri biliyorduk çünkü. Ona, okula gitmeyeceğimizi söyledik. Daha iyi evde kalıp burada ölürdük…
Bizi Mora'ya götürebileceğini söyledi. Mora, bir Kıbrıslıtürk köyüydü…
Evinde kalmakta olduğumuz Hristoforos, bunu derhal kabul etti. Mora'nın muhtarını tanıyordu… Geçmişte muhtar onun için çalışmıştı ve birbirlerini iyi tanıyorlardı, ahbaptılar…
Bu dört aileden her birinin kendi arabasını alması istendi. Bize bütün değerli şeylerimizi yanımıza almamız söylendi. Bunu yapmadık. Bir valize yalnızca biraz giysi ve en kesin ihtiyaçlarımızı doldurduk.
Kendimi hatırladığım günden beridir annemin bir korkusu vardı… Her zaman Türkler tarafından alınmaktan korkardı… Neden böyle olduğunu bilmiyorum…
Sorumlu Kıbrıslıtürk subaydan bizim arabamıza binmesini istedi. Ve bu subayın bizimle birlikte aynı arabada gitmesini istedi! Ona güvenebileceğini hissediyordu.
O Kıbrıslıtürk de bunu kabul etti. Hamileliğinin son aşamasında bulunan annemin yanındaki ön koltuğa sıkıştı…
Elini arabanın penceresinden dışarıya çıkarmıştı ve silahını bu şekilde tutuyordu. Bunun için annemden özür dilediğini hatırlıyorum… Eğer silahını bırakacak olursa, kendi askerlerinin kendini vuracağını söylüyordu!
Mora'ya doğru yol aldık… Dört araba, büyük bir askeri van da bu dört arabayı izliyordu…
Bizi köyün Kıbrıslıtürk muhtarı karşıladı. Çok sıcak bir karşılamaydı bu… Hristoforos ile birbirlerine sarılıp birlikte ağladılar!
Çok eski bir evde kaldık. Muhtar, 24 saat boyunca evin ön kapısında oturmaktaydı… Küçük bir silah tutuyordu… Dıştan gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı bizi korumaktaydı… Sonraları öğreneceğim üzere bizi bu köye getiren o Kıbrıslıtürk subayın kaynatasıydı bu muhtar…
Mora'da üç gün daha kaldık… Kızılhaç'ın tümümüzü kayıt altına almasını sağladılar. İşte o zaman hayatta kalacağımızı anlamıştık.
Köylüler bize baktılar… Bizim için yemek pişirdiler, yiyecek getirdiler, temiz içme suyu getirdiler her gün…
Üç gün sonra bir otobüsle Pavlidis Garajı'na götürüldük… Erkekler, iki aylığına Adana'ya götürüldü… Çok zor günlerdi…
İki gün sonra serbest bırakıldık… Valizimize, söz verildiği gibi hiç dokunulmamıştı…
Benim öyküm, Aşşa'dan Yannos Dimitriu'nun öyküsünden çok farklıdır. O da aynı köyde ailesiyle birlikte esir alınmıştı… Sevgül Uludağ'ın "Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler" başlıklı kitabını okurken, 103'üncü sayfada onun öyküsünü bulup okudum. Onun öyküsü çok farklıydı! Biz cinayetlerle ve tecavüzlerle karşılaşmamıştık… Çürüyen cesetlerin kokularını hatırlamıyordum. Biz Aşşa'dan erken vakitte, dördüncü gün ayrılmıştık. Tek bir şey aynıydı: Mora'ya giderken kitapta Yannos Dimitriu'nun tarif ettiği arabayı görmüştüm: "Karton parçası gibiydi çünkü arabanın üstünden bir Türk tankı geçmişti…"
44 yıl sonra… Hiçbir şey eskisi gibi değil… Binlerce insan öldü, binlerce insan kayıp oldu, yüz binlerce insan kendi yurdunda göçmen oldu. Adamız ikiye bölünmüştür.
Bazıları adamızın yeniden birleştirilmesini istiyor, bazıları ise "biz burada, onlar öteki tarafta yaşasın!" diyor. "Unutma" deniyor ancak unutmadıkları şey nedir, eğer ülkelerinin öteki yarısını hiç görmemişlerse?
Hayatımın 25 yılını Güney Afrika'da geçirmiş birisi olarak, benzerlikler göremiyorum.
Güney Afrika'da Nelson Mandela gibi kapasiteli bir lider, Hakikat ve Uzlaşma Komitesi'ni yaratarak, yurdunu bir iç savaştan kurtarmıştı…
Güney Afrika'ya gökkuşağı ulusu deniyordu.
Savaş suçları işlendi, kimse bunu inkar etmiyor!
Yargılamıyorum… Tarih bunu yapacaktır…
İyiliğe inanıyorum ve kötülüğü gördüğümde de onu tanıyabiliyorum. Nereden gelirse gelsin, savaşta işlenen suçlara içerliyorum… Ben politikacı değilim. Yalnızca kendimim ve işte bu nedenden dolayı, 44 yıl aradan sonra benim ve sevdiklerimin hayatlarını kurtarmış olan insanı aramaya karar vermiş bulunuyorum.
Onu bulmayı ve ona yaptığı iyilikten dolayı teşekkür etmeyi iple çekiyorum…
Benim öyküm işte budur! Benim hayatım budur! Benim deneyimim budur! Buna herhangi bir yorum, yargılama ya da görüş verilmesine ihtiyacım da yoktur!
Aynı zamanda bu adanın kendi Hakikat ve Uzlaşma Komitesi'ni kuracağı, hiç pişmanlık göstermeyen insanları cezalandıracağı ve gelecek kuşaklar için geleceğe doğru harekete geçeceği günü de iple çekiyorum.
Bunun olabilmesi için de yurdumuza barış getirecek ve adamızı yeniden birleştirecek bir güce, vizyona ve istence sahip kendi büyük liderlerimizi keşfetmemiz gerekiyor!
Nedi Zannettu
Haziran 2018."

Ezel Aktürel: "Hepimiz orada, birlikte bir kader birliği yaşadık… Kader bizi birleştirdi…"
SORU: Ezel Bey, ne hissedersiniz şu anda?
EZEL AKTÜREL: Vallahi duygularım çok karışık yani… Burada hem mutluyum, 44 yıl önce gördüğüm insanları tekrar görmekten, hem da müthiş hislerle doluyum. Ben dilerim bundan sonra bu insanlarla birliktelik devam etsin. Hatta eşim "Ben öldükten sonra bu dostluk çocuğumla devam etsin" dedi kendilerine, ben de aynı şekilde düşünüyorum. Bu, bana göre her insanın düşünmesi ve yapması gereken bir şeydir.
Onları Mora'ya götürdüğümde, o zaman esas üstünde durduğum, yol dahi yoktu Lefkoşa'ya… Ve öğrendiydim ki şimdiki bu anayol, toprak yol olarak açıldıydı – o, bana ışık tuttu ve onları Lefkoşa'ya nasıl naklederim diye düşünmeye başladıydım. Çünkü Lefkoşa'ya gittikten sonra biliyordum nereye gideceklerini… Onların da araştırmasını yaptım. Unuttum kaç gün kaldılar… Ama en erken zamanda ben onları gönderdiğimi bilirim. Üç gün Aşşa'da, üç gün Mora'da kaldıklarını söyledi bize şimdi Nedi Hanım – ve ben onların Lefkoşa'ya transferini sağladım. Onları Lefkoşa'ya götüreni bile ben taburda bekledim, çağırdım kendini, nereye teslim ettiğini söyledi bana… "Herhangi bir sorun çıktı mı?" dedim. "Hayır" dedi, "ben götürdüm, esirlerin olduğu yere teslim ettim, merak etme, karşı tarafa geçecekler" dedi.
Onları Aşşa'dan Mora'ya götürdüşüm günü hiç unutmam… Oradan ayrıldıktan sonra bile ben hem büyük bir mutluluk yaşadım ama üzgündüm aynı zamanda… O görüntüyü aslında yaşamak istemezdim… Çok trajikti çünkü o günkü olay… O beni kamçıladı ve benim mutlaka bir şeyler yapmam lazım diye düşündüm… Onlar ağlardı, benim içim ağlardı… Kaynatamı gönderdim onlara, battaniye götürdü kendilerine ama onlara o adamın kayınpederim olduğunu söyleyemedim. Kayınpederim de konuşurken Pelekano'yla "Bu benim damadımdır" demedi – çünkü sordu kendine, "Kimdir bizi kurtaran?" diye…
Seneler sonra Pelekano, benim eşimin dayısıyla İngiltere'de buluştu… O zaman ona söylediydi kim olduğumu…
Pelekanos ilk Aşşa'da kalmak istediydi, kalmak istediler. Ben de ısrarla onları oradan kurtarmak istiyordum. Çok ısrar ettiydim onları oradan çıkarmak için… Onlara güven vererek onları oradan çıkarmak istediydim…
Hepimiz orada, birlikte bir kader birliği yaşadık… Kader bizi birleştirdi… Bu insanlar o pozisyonda, ben farklı pozisyondaydım ama bu önemli değildi – ve ben aklıma geldiğinde, yaşadıklarına üzüldüm çok… Üzülürdüm…
Onlar benimle karşılaşmaları için "Bizim için çok büyük bir şanstı ki sizin gibiyle karşılaştık o günlerde" diye yorumluyorlar. Benim için de bir şanstı ki böyle iyi insanları kurtardım…

Nedi Zannettu: "Sanki bir şey eksikti ve şimdi Ezel Bey'i ziyaret edince bu eksiklik tamamlandı…"
SORU: Şu anda neler hissediyorsun?
NEDİ ZANNETTU: Bilmiyorum… Bir bütünlük sanırım… Sanki bir şey eksikti ve şimdi tamamlandı, eksik olduğunu fark etmediğim bir şey eksikti ve şimdi bu birleşiyor… Müteşekkirim… Ezel Bey olmasaydı ben burada olmayacaktım, gerçekten olmayacaktım… Şimdi insanları duyuyoruz, şöyle diyorlar, "Onlar kendi taraflarında yaşasınlar, biz de kendi tarafımızda" diyorlar… Ancak Ezel gibi insanların varlığı, sizi iki kere düşünmeye zorluyor bu konuda… Bizler aynıyız, aynı insanlarız, aynı renkleriz, birbirimize benzeriz, aynı DNA'ya sahibiz, aynı yiyecekler, her şey aynı… Ve aynı iyi yürekli insanlarız… Ezel gibi bir insanla karşılaşmak bizim için çok büyük bir şanstı…

Hande Aktürel (Ezel Aktürel'in kızı): "Dostluğumuz inşallah her zaman devam edecek…"
SORU: Şu anda neler hissediyorsun?
HANDE AKTÜREL: Çocukluğumdan beri bu hikayeyi dinliyorum. 40 yaşındayım. Ben doğmadan yaşanmış bir hikaye bu. Ben hiç savaşa ve savaş ortamına tanık olmamama rağmen, ailemden, annemden, babamdan, üç kez, dört kez savaş görmüş geçirmiş insanlardan çok şeyler dinledim. Bunlar gerçek olan ve yaşamış oldukları şeylerdi… Çok mutluyum kendi adıma da ki bir hayat, bir can, bir nesil veya bir kuşak – sonuçta aile olan, anne baba ve annenin karnındaki çocuğun ve diğer çocukların babam tarafından kurtarılmış olmasından mutluyum… Vicdanlı insanlarla buluşması ve hayatlarının devam etmiş olması, bugün 40 sene sonra buluşmuş olmasından çok mutluyum. Çok güzel duygular bunlar…
İnşallah da her zaman için dostluğumuz, birlikteliğimiz devam edecektir…
Ben savaş görmedim, çok hikaye dinledim, çok can kaybetti herkes ama aynı topraklarda doğduk… Aynı toprağın insanlarıyız. Zaten savaşı görmemiş olarak ama çok şey dinlemiş olarak bunların yaşanmaması gerekirdi. Savaşı yaşamış olanlar için da çok üzgünüm ama kurtulan herkes için da – gerek bizim taraftan, gerek onlar tarafından da çok mutluyum…

Duyal Aktürel (Ezel Aktürel'in eşi): "44 sene boyunca bunu zaman zaman aile içinde hep konuştuk…"
SORU: Şu anda neler hissediyorsunuz Duyal Hanım?
DUYAL AKTÜREL: Ezel'in böyle bir insani davranışından dolayı ve karakterini da bildiğim için, tam yerinde, iyi düşünerek, güzel düşünerek yaptı…
Çok mutluyum…
Ve 44 senedir da bunu zaman zaman aile içinde hep konuştuk… Yakın, komşu köy olmaları, Nedi'nin Aşşa'da evlerinde kaldığı Pelekanos'u tanımalarından dolayı da çok mutluyum. O zaman geldiklerinde da babam, Mora muhtarı Hasan Bey, Pelekanos'u çok iyi tanırdı… Köyden, yani Mora'dan, Pelakanos'un yanında çalışanlar vardı… Onların isimlerini sorarak geldi Pelekanos zaten… Yanında çalışanları sorardı… Mutluyum yani – insanlık adına mutluyum… Bir daha yaşanmamasını temenni ederim böyle şeylerin. Güzel bir olay… Mutluyum, görüşmek, her zaman onları görmek isterim…

Türkiye basını haberimizi çaldı, ALITHIA kadar olamadı… TAK da sınıfta kaldı…
Dün, Türkiye basını üç gündür gazetemizde yayınlanmakta olan haberimizi "çalarak" kendileri bulmuş gibi "haber" yaptı, Cumartesi günü Zannettu-Aktürel ailelerini buluşturduğumuz zaman bizim çekmiş olduğumuz fotoğrafları da "çalarak", kendilerine "mal" etti…
Kıbrıs'ın güneyinde yayın yapan günlük Rumca gazete ALITHIA kadar olamadı Türkiye basını – VATAN gazetesi, MİLLİYET, HÜRRİYET, YENİ ŞAFAK, CNN TÜRK, NTV gibi gazete ve televizyonlar, bizim haberin üstüne atlayıp bunu YENİDÜZEN'den almış olduklarından hiç bahsetmeksizin tepe tepe kullandılar… Hatta bazı Kıbrıslıtürk gazeteler de, YENİDÜZEN'in manşetini görmezden gelerek, Türkiye medyasının çaldığı haberimizi kendi sitelerinde kullandılar! İtirazımız üzerine bunlardan biri haberi yayından kaldırdı…
ALITHIA gazetesi ise bizim haberimizden söz ederken, ön sayfasında YENİDÜZEN'de manşet olarak çıkan haberimizin tam sayfa küpürünü yayımladı…
TAK ise bu konuda sınıfta kaldı… ALITHIA'nın ön sayfadan verdiği ve YENİDÜZEN küpürünü kullandığı haberinde, TAK Ajansı Rumca Haber Servisi gazetemizin ve bizim adımızı sansürleyerek haberin "Kıbrıs Türk basınından alındığı" gibi bir "genelleme" yaparak haberin kaynağını gizledi…
Haberin kaynağı burada: YENİDÜZEN – Sevgül Uludağ – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler…
Bundan kendilerine "pay" çıkarmaya çalışanlar, tıpkı birer köpekbalığı gibi habere saldırdılar! Kendileri "bulmuş" gibi yaptılar!
Emeğimizi hiçe saydılar…
Türkiye'de ve Kıbrıs'ın kuzeyinde "medya"nın "ganimetçi" yaklaşımı işte böyle…

(YENİDÜZEN – Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler… Sevgül Uludağ – 15-16-17 Ekim 2018)






Μια κρυμμένη ιστορία ανθρωπιάς από την Άσσια…

Sevgul Uludag

caramel_cy@yahoo.com

Τηλ: 99 966518

Μια μέρα φέτος το Μάϊο λαμβάνω ένα email που αγγίζει την καρδιά μου…
Το email αυτό είναι από τη Νέδη Ζαννέττου και λέει:
«Αγαπητή Sevgul
Διάφορα άτομα μου έχουν δώσει το όνομα σου. Ήμουν εγκλωβισμένη στην Άσσια το 1974. Ήμουν τότε νεαρό κορίτσι.
Μας έσωσε ένας Τουρκοκύπριος αξιωματικός. Δεν θυμούμαι το όνομα του. Μιλούσε ελληνικά. Ήταν ευπαρουσίαστος, γύρω στα 35, από την Πάφο. Δεν ξέρουμε το όνομα του.
Έφυγα από την Κύπρο και έζησα στη Νότιο Αφρική για 25 χρόνια.
Είμαι πίσω στην Κύπρο τα τελευταία 6 χρόνια. Ποτέ δεν πέρασε από το μυαλό μου να ψάξω για αυτόν τον άνθρωπο.
Τώρα έχω την επιθυμία να τον συναντήσω, αν είναι ακόμα ζωντανός. Θα ήθελα να τον ευχαριστήσω για αυτά που έκανε για μένα και την οικογένεια μου!
Αν υπάρχει κάποια πιθανότητα, έστω και μικρή να τον εντοπίσουμε, αυτό θα σήμαινε πολλά για μένα!
Θερμούς χαιρετισμούς,
Νέδη Ζαννέττου»
Συγκινήθηκα από αυτή την κρυμμένη ιστορία ανθρωπιάς και άρχισα να προσπαθώ να εντοπίσω τον Τουρκοκύπριο τότε αξιωματικό που ήταν στην Άσσια και που έσωσε τη ζωή της Νέδης και της οικογένειας της…
Τηλεφωνώ σε διάφορους αναγνώστες μου, ένας από αυτούς είναι από τη Μόρα και μας βοηθά να βρούμε τους «αγνοούμενους» που είναι θαμμένοι γύρω από τη Μόρα…
Κάνει μια έρευνα και βρίσκει ποιος ήταν αυτός ο Τουρκοκύπριος και ψάχνω για το τηλέφωνο και τον βρίσκω…
Ταπεινός και χωρίς προσποιήσεις μου μιλά και θυμάται εκείνη τη μέρα…
Συμφωνούμε να συναντηθούμε μια μέρα κατάλληλη για αυτόν, τη Νέδη και μένα… Το λέω αυτό στη Νέδη και χαίρεται που καταφέραμε να τον βρούμε… Λέγεται Ezel και συμπτωματικά ο σύζυγος μου τον γνώριζε, όπως επίσης και τη γυναίκα του…
Αργότερα, η Νέδη Ζαννέττου κάθεται και γράφει τις σκέψεις της για εκείνη τη μέρα…
Η Νέδη Ζαννέττου έγραψε τα ακόλουθα:
«Έτος 1974…
Μετά το στρατιωτικό πραξικόπημα και την πρώτη φάση της Τουρκικής εισβολής στην Κύπρο, για λόγους ασφαλείας, οι γονείς μου έστειλαν εμένα και την μεγαλύτερη μου αδελφή στην Άσσια. Θα περνούσα μερικές μέρες με το νονό και τη νονά μου, για να αποφύγουμε αδέσποτες σφαίρες από την πράσινη γραμμή στην Παλλουριώτισσα.
Το πρωί της 14ης Αυγούστου ξυπνήσαμε με τον ήχο σειρήνων. Η δεύτερη εισβολή λάμβανε χώρα.
Οι γονείς μου, η μητέρα μου ήταν τότε έγκυος 8 μηνών με την μικρή μου αδελφή, οδήγησαν στην Άσσια, για να έρθουν σε μας, θέτοντας τη ζωή τους σε κίνδυνο.
Στις 13:45 την ίδια μέρα, το θυμούμαι καλά! Άκουγα το ράδιο μας, το ΡΙΚ. Ανακοίνωνε ότι οι στρατιώτες μας βρίσκονταν κοντά στο χωριό Μια Μηλιά και αναδιπλώνονταν ομαλά! Τι παραπλάνηση!!! Οι Τούρκοι στρατιώτες ήταν ήδη στην Άσσια!
Τέσσερεις οικογένειες, τρία σπίτια, αποφασίσαμε να μείνουμε μαζί σε ένα από τα σπίτια. Επιλέξαμε αυτό που ήταν το πιο παλιό, για να αποφύγουμε την προσοχή.
Τρεις πολύ μακρές μέρες και τρεις ακόμα πιο μακρές νύκτες…
Τη μέρα κρυβόμασταν ήσυχα, έτσι ώστε κανένας να μην υποπτευθεί ότι βρισκόμασταν μέσα στο σπίτι… Τη νύκτα γλιστρούσαν μέσα άνθρωποι από τα γειτονικά σπίτια για να μοιραστούν τις πληροφορίες τους και το φόβο τους. Μας περίγραφαν τι συνέβαινε στο τοπικό σχολείο. Μας είπαν για δολοφονίες και βιασμούς που λάμβαναν χώρα!
Σε δύο περιπτώσεις, Τούρκοι «στρατιώτες» κλώτσησαν και φώναζαν στην πόρτα μας. Η γιαγιά μου, θυμούμαι καλά… άνοιξε την πόρτα. Κανένας άλλος δεν τόλμησε να το κάνει αυτό. Είπε ότι έζησε τη ζωή της, έτσι ήταν εντάξει…
Δεν έψαχναν για ανθρώπους, έψαχναν για να λεηλατήσουν και να κλέψουν!
Μας είπαν ότι έπρεπε να φύγουμε από το σπίτι και να παραδοθούμε στο σχολείο. Αρνηθήκαμε.
Την τέταρτη μέρα, η πόρτα ξανακτύπησε. Αυτή τη φορά ήταν διαφορετικά.
Υπήρχε ένα μεγάλο στρατιωτικό φορτηγό, γεμάτο ένστολους στρατιώτες. Όλοι οπλισμένοι.
Ο υπεύθυνος αξιωματικός, ακόμα θυμούμαι το πρόσωπο του. Μιλούσε ελληνικά. Επέμενε ότι δεν μπορούσαμε να μείνουμε άλλο στο σπίτι. Είπε ότι δεν ήταν ασφαλές.
Δεν τον πιστέψαμε. Γνωρίζαμε τι συνέβαινε τις τελευταίες τρεις μέρες στο σχολείο. Του είπαμε ότι δεν θα πηγαίναμε στο σχολείο. Είχαμε αποφασίσει να μείνουμε στο σπίτι και προτιμούσαμε να πεθάνουμε εκεί.
Προσφέρθηκε να μας πάρει στη Μόρα. Ένα τούρκικο χωριό.
Ο Χριστόφορος, ο ιδιοκτήτης του σπιτιού αμέσως συμφώνησε. Ήξερε καλά το μουχτάρη του χωριού Μόρα. Εργαζόταν για αυτόν στο παρελθόν και γνωρίζονταν πολύ καλά και ήταν φίλοι.
Μας είπαν η κάθε οικογένεια να πάρει το δικό της αυτοκίνητο. Μας ζήτησαν να πάρουμε όλα τα πολύτιμα μας αντικείμενα μαζί μας. Δεν το πράξαμε. Απλά βάλαμε σε μια βαλίτσα μερικά ρούχα και τα απολύτως αναγκαία.
Η μητέρα μου, από τότε που μπορώ να θυμηθώ, είχε ένα φόβο… Πάντοτε ονειρευόταν ότι την αιχμαλώτιζαν οι Τούρκοι… Δεν είναι κάτι που μπορώ να εξηγήσω.
Ζήτησε από τον υπεύθυνο αξιωματικό να μπει στο αυτοκίνητο μας. Επέμενε, να έρθει μαζί μας! Ένιωθε ότι μπορούσε να τον εμπιστευθεί.
Συμφώνησε. Στριμώχτηκε δίπλα από τη βαριά εγκυμονούσα μητέρα μου στην μπροστινή θέση του συνοδηγού. Είχε το αριστερό του χέρι έξω από το παράθυρο κρατώντας το όπλο του. Θυμούμαι καλά ότι απολογήθηκε στη μητέρα μου. Είπε ότι οι στρατιώτες του θα τον σκότωναν αν άφηνε το όπλο του!
Οδηγήσαμε στη Μόρα. Τέσσερα αυτοκίνητα, ακολουθούμενα από το μεγάλο στρατιωτικό φορτηγό.
Δεν θυμούμαι πόσο χρόνο μας πήρε.
Ο Τούρκος μουχτάρης του χωριού μας υποδέχτηκε. Ήταν μια πολύ ζεστή υποδοχή. Οι δύο άντρες αγκαλιάστηκαν και έκλαψαν μαζί!
Μείναμε σε ένα πολύ παλιό σπίτι. Ο μουχτάρης καθόταν στην εξώπορτα όλο το εικοσιτετράωρο. Κρατούσε ένα μικρό όπλο. Μας προστάτευε από οποιαδήποτε πιθανή επίθεση από έξω. Όπως αργότερα έμαθα, ήταν ο πεθερός του αξιωματικού που μας οδήγησε εκεί.
Περάσαμε ακόμα 3 μέρες στη Μόρα. Διευθέτησαν έτσι ώστε ο Ερυθρός Σταυρός να μας καταγράψει όλους. Τότε ξέραμε ότι θα επιβιώναμε.
Το χωριό μας φρόντιζε. Κάθε μέρα μαγείρευαν και μας έφερναν φαγητό και φρέσκο νερό.
Μετά από τρεις μέρες μας πήραν με λεωφορείο στο Γκαράζ Παυλίδη. Τους άντρες τους πήραν στα Άδανα για δύο μήνες. Πολύ δύσκολοι καιροί.
Εμάς τα γυναικόπαιδα μας απελευθέρωσαν 2 μέρες αργότερα. Με την βαλίτσα μας, ανέγγιχτη όπως μας υποσχέθηκαν.
Η ιστορία μου είναι πολύ διαφορετική από αυτή του Γιάννου Δημητρίου. Και αυτός αιχμαλωτίστηκε στο ίδιο χωριό με την οικογένεια του. Έμαθα την ιστορία του ενώ διάβαζα το βιβλίο: «Κύπρος: Οι Ανείπωτες Ιστορίες» της Sevgul Uludag, στη σελίδα 103. Η ιστορία του ήταν πολύ διαφορετική! Εμείς δεν συναντήσαμε σκοτωμούς, βιασμούς. Δεν θυμούμαι τη μυρωδιά σωμάτων σε αποσύνθεση. Φύγαμε νωρίτερα από την Άσσια, την τέταρτη μέρα.
Μόνο ένα πράγμα ήταν το ίδιο: Ενώ οδηγούσαμε προς τη Μόρα, είδα το αυτοκίνητο που περιγράφει ο Γιάννος Δημητρίου στο βιβλίο: «ήταν σαν ένα κομμάτι πλακάζ διότι ένα τουρκικό τανκ πέρασε από πάνω του».
44 χρόνια μετά… Τίποτε δεν είναι το ίδιο. Χιλιάδες έχουν πεθάνει, χιλιάδες αγνοούνται και εκατοντάδες χιλιάδες είναι πρόσφυγες στην ίδια τους τη χώρα. Το νησί μας είναι διαιρεμένο στα δύο.
Κάποιοι άνθρωποι θέλουν επανένωση, άλλοι θέλουν «εμείς από εδώ και αυτοί απ' εκεί»! Πολλοί … «δεν ξεχνούν» και όμως, τι είναι που δεν ξεχνούν, αν δεν έχουν δει ποτέ τη μισή τους χώρα - πατρίδα;
Έχοντας περάσει 25 χρόνια της ζωής μου στη Νότιο Αφρική, δεν μπορώ να μην βρίσκω ομοιότητες.
Χρειάστηκε ένα ηγέτη του επιπέδου του Nelson Mandela και τη δημιουργία μιας Επιτροπής Αλήθειας και Συμφιλίωσης για να σωθεί η χώρα από ένα εμφύλιο πόλεμο. Η Νότιος Αφρική ονομάστηκε το έθνος του ουράνιου τόξου.
Έχουν διαπραχθεί εγκλήματα πολέμου και κανένας δεν το αρνιέται!
Δεν κρίνω. Η ιστορία θα το κάνει αυτό.
Πιστεύω στο καλό και μπορώ να αναγνωρίσω το κακό. Ανησυχώ για τις φρικαλεότητες του πολέμου ανεξάρτητα από που προέρχονται. Δεν είμαι πολιτικός. Είμαι μόνο εγώ, και γι αυτό το λόγο, έχω αποφασίσει μετά από 44 χρόνια να αναζητήσω τον άνθρωπο που έσωσε τη ζωή μου και τη ζωή των αγαπημένων μου.
Ανυπομονώ να τον συναντήσω και να τον ευχαριστήσω για την καλοσύνη του!
Αυτή είναι η ιστορία μου! Αυτή είναι η ζωή μου! Αυτή είναι η εμπειρία μου! Δεν χρειάζομαι σχόλια, επικρίσεις ή γνώμες!
Ανυπομονώ επίσης για τη μέρα που αυτό το νησί θα δημιουργήσει τη δική του επιτροπή αλήθειας και συμφιλίωσης, θα τιμωρήσει τους ανθρώπους που δεν δείχνουν καμία μεταμέλεια και θα προχωρήσει μπροστά για το μέλλον των επόμενων γενιών.
Για να συμβεί αυτό χρειάζεται να ανακαλύψουμε τους δικούς μας μεγάλους ηγέτες, που θα έχουν τη δύναμη, το όραμα και τη θέληση να επανενώσουν το νησί και να φέρουν ειρήνη στη χώρα μας!
Νέδη Ζαννέττου
Ιούνιος 2018»
Χρειάστηκαν μερικοί μήνες μέχρι να καταφέρουμε να οργανώσουμε τη συνάντηση της Νέδης Ζαννέττου και της αδελφής της Θέλμας Ζαννέττου με τον θαρραλέο Τουρκοκύπριο που έσωσε τη ζωή τους, τον Ezel Akturel… Στη διάρκεια της συνάντησης έμαθα ότι ο κύριος Ezel δεν έσωσε μόνο τις ζωές της οικογένειας της Νέδης, αλλά επίσης και τις ζωές τριών ακόμα οικογενειών: Είχε κατ΄ ακρίβεια σώσει τις ζωές συνολικά 18 Ελληνοκυπρίων από την Άσσια… 44 χρόνια μετά, 2 από αυτούς τους Ελληνοκύπριους, η Νέδη και η Θέλμα έχουν έρθει για να πουν «Ευχαριστώ» - μπορείτε να δείτε ότι ακόμα και το να πεις «Ευχαριστώ» χρειάζεται πολύ κουράγιο και ανθρωπιά στην Κύπρο – οι άνθρωποι προτιμούν απλά να παραμένουν σιωπηλοί και να ξεχνούν ότι οφείλουν τις ζωές τους σε μια ανθρωπιστική πράξη κάποιου από την «άλλη κοινότητα»… Όμως η Νέδη και η Θέλμα επέλεξαν τη θαρραλέα οδό και αποφάσισαν να πουν «Ευχαριστώ»…
Πήρα τη Νέδη κα τη Θέλμα για να τον συναντήσουν στο σπίτι του, αφού η γυναίκα του, η κυρία Duyal Akturel, επέμενε να τους φιλοξενήσει παρά να συναντηθούν σε ένα εστιατόριο… Σε μια συγκλονιστικά συναισθηματική μέρα ο κύριος Ezel και η κυρία Νέδη αγκαλιάστηκαν και η Νέδη και η Θέλμα του έδωσαν μια ευχαριστήρια πλακέτα που λέει:
«ΕΥΧΑΡΙΣΤΟΥΜΕ
Στον άνθρωπο που έσωσε τις ζωές μας, και τις ζωές της οικογένειας μας στην Άσσια στις 18 Αυγούστου 1974. Ήμασταν άγνωστοι για σένα, συναντηθήκαμε σε ένα χωριό όπου έγιναν τόσες φρικαλεότητες και εσείς κάνατε τη διαφορά.
Για τη συμπόνοια σας, την ανθρωπιά σας και την καλοσύνη σας,
Εκφράζουμε την εκτίμηση μας και το σεβασμό μας εκ μέρους μας και εκ μέρους της οικογένειας μας.
Μακάρι άνθρωποι σαν εσάς, να μας δείξουν το δρόμο για να ξεχάσουμε τα συρματοπλέγματα, τις πράσινες γραμμές και να φέρει ένα τέλος σε μια σύγκρουση που έχει λήξει.
Στον Ezel Akturel,
Με σεβασμό,
Νέδη Ζαννέττου και Θέλμα Ζαννέττου
Αιχμαλωτίστηκαν στην Άσσια το 1974
Αύγουστος 2018… 44 χρόνια μετά…»
Θα γράψω για τη συνάντηση τους σε ένα άλλο άρθρο τις επόμενες μέρες…

(Published in POLITIS newspaper on the 17th of October 2018).